Doğu Avrupa ve Kafkaslar konusunda uzmanlaşmış, Dağlık Karabağ çatışması ile ilgili çalışmalarıyla tanınan Thomas De Waal, Carnegie Europe sitesinde 26 Nisan'da bir yazı yayınlayacak, Tûba Çandar'ın İngilizce olarak yayımlanan Hrant Dink biyografisi 'Türkiye'nin sessizlerinin Ermeni sesi'i değerlendirdi. Waal, "Çandar harikulade bir yöntemle, bu kitabı bir sesler kitabına çevirmiş. Dink'in ailesinin, arkadaşlarının ve meslektaşlarının onlarcasının sesinden dokunmuş bir ses kilimi gibi; polifonik bir sözlü tarih çalışması türünden bir biyografi. Dink'in kişisel evrimi, modern Türkiye tarihine paralel ilerliyor" diye yazdı.
Thomas De Waal'un Agos gazetesinde yayımlanan (29 Nisan 2016) yazısı şöyle:
Benzeri görülmemiş bir dünyaya açılma süreciyle geçen on yılın ardından Türkiye yeniden içine kapanıyor. Gazeteciler ve akademisyenler yargılanıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, bizzat kendisinin başlattığı barış sürecini inkâr ederek, PKK militanlarıyla yeniden savaşa girdi. Erdoğan, zayıflatmak için büyük mücadele verdiği 80'lerin ordu mensuplarını andıran bir dille, Kürtlerin davasını destekleyen hemen hemen herkesi yardım ve yataklıktan terörist ilan ederek, bu terörist dediği insanlara sayıp sövüyor.
Bu durum, Erdoğan yönetiminin 2000'lerin ortasındaki ilk yıllarıyla, azınlık haklarından, basın özgürlüğünden ve AB üyeliğinden bahsedilen zamanlarla acı verici bir tezatlık içinde. Son on yılda yaşanan gerileme, Türkiye'nin liderlerinin Hrant Dink'in mirasını hiçe sayması olarak özetlenebilir.
Dokuz yıldan biraz fazla bir zaman önce, bir gün İstanbul'da, o dönemin umutlarına dair de çok şey söyleyen trajik bir an yaşandı. Ermeni-Türk editör ve insan hakları lideri Hrant Dink, 19 Ocak 2007'de, radikal milliyetçi bir genç tarafından öldürüldü. Dört gün sonra, binlerce sıradan Türkiye vatandaşı cinayete duyduklarıyla öfkeyle, Dink'in cenaze töreninde "Hepimiz Hrant'ız" ve "Hepimiz Ermeni'yiz" yazan pankartlar taşıyarak İstanbul'da yürüdü.
Bu sadece geniş çaplı bir halk protestosu değildi. Erdoğan, suikasti şiddetle lanetledi ve bakanlar cenazeye katıldı. Şu an başbaşkan olan Ahmet Davutoğlu, Dink'ten cesur ve barışçıl bir insan olarak sürekli övgüyle bahsetti.
Fakat şimdi Davutoğlu yönetimi sadece yeniden Kürtlerle savaşmakla kalmıyor, ayrıca çoğunluğu Kürt olan Diyarbakır'da bulunan, belediyenin Ermeni cemaati için bir ibadethane olarak restore ettiği Ermeni kilisesi üzerinde de hak iddia ediyor.
Kürtlere yönelik baskıcı politikalar, Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca ülkenin çok daha az sayıdaki Hıristiyan azınlıklarına karşı uygulanan tahammülsüzlük politikalarını yansıtıyor: son Osmanlı yönetiminin onları yok etmek için yürüttüğü kampanyalardan sağ çıkan Ermeniler, Süryaniler ve Rumlar.
Dink’in benzersiz mücadelesi
Türkiye'de (ve pek çok yerde), araştırılmamış bir geçmiş, tahammülsüz bir şimdiyi meşrulaştırıyor. Dink, hem geçmişin hem de bugünün adaletsizlikleriyle mücadele etmek için herkesten çok uğraştı. İstanbul'un küçük ve ürkek Ermeni azınlığı için sesini yükseltme fırsatını kaçırmadı -ve sadece onlar için de konuşmadı. Açık, etkili ve cesur bir dille, diğerlerinin dile getiremediği -ya da dile getirmekten korktuğu- düşünceleri aktardı ve bunun yaparken de Türkiye'nin hassasiyetlerini her zaman göz önünde bulundurdu. Mesela, 1915 Ermeni Soykırımı'nın mirası üzerine, unutulmayacak şu sözleri etti: "Ermeniler ve Türkler birbirlerine bakışlarında klinik iki vaka durumundadırlar: Ermeniler travmalarıyla, Türkler de paranoyalarıyla."
Dink, Türkiye'de bir kahramandı. Şimdi nihayet İngilizcenin okurları da, Tûba Çandar'ın 2010'da yazdığı muhteşem biyografisinin İngilizce basımıyla onu okuma şansını yakalayacak.
Seslerden dokunmuş bir kilim
İngilizce basımın alt başlığı şu: "Türkiye'nin sessizlerinin Ermeni sesi". Çandar harikulade bir yöntemle, bu kitabı bir sesler kitabına çevirmiş. Dink'in ailesinin, arkadaşlarının ve meslektaşlarının onlarcasının sesinden dokunmuş bir ses kilimi gibi; polifonik bir sözlü tarih çalışması türünden bir biyografi. Dink'in kişisel evrimi, modern Türkiye tarihine paralel ilerliyor. Kitap, 1950'lerde taşra hayatının zorluklarıyla başlıyor. Dink, 1970'lerin siyasi çatışmalarının girdabında solcu oluyor. Birçok insan hakları aktivisti gibi, Dink de 1980'deki darbeden sonra hapse atılıp işkence görüyor. Bu noktada polifoni, Dink ve koğuş arkadaşlarının Dink'in ‘muhteşem tuvalet korosu’ dediği şeye katılmasıyla kakofoniye dönüşüyor; gardiyanlardan dayak yememek için İstiklal Marşı'nı yüksek sesle söylüyorlar.
Kitapta yer alan küçük sözlük ve kronolojiye ve Maureen Freely'nin güzel çevirisine rağmen, İngilizce dili okurları yolunu kaybedebilir. Modern Türkiye'nin hikâyesine aşina olmayanlar, isimler ve atıfların yarattığı fırtınada yolunu bulmakta zorlanabilir. Fakat yine de çabalamaya değer. Dink'in kişisel hayat hikâyesi, bir 19. yüzyıl romanı kadar değerli. Bir sokak çocuğu, öğrenci, radikal, baba, mahkûm, iş adamı ve kumarbazdı. Tüm bunlar, okurlar Dink'in Ermenice-Türkçe Agos gazetesinin genel yayın yönetmeni olarak kamusal kimliğine gelmeden önce kahramanı canlı bir şekilde insanileştiriyor.
Agos bir gazeteden fazlasıydı. Kitaptaki bir sesin de söylediği gibi, ayrıca "bir sivil toplum merkeziydi" ve bir bölümde de vurgulandığı üzere, birçok insanın onları kaygılandıran meseleleri ilk defa ifade ettikleri bir "dünyaydı".
Çandar'ın kitabında, başka bir İstanbullu Ermeni olan Etyen Mahçupyan şöyle diyor: Hem yazılı hem de görsel basında kapıların aralanmasıyla, kimlik üzerine canlı bir tartışmanın yolu açıldı. Ve Hrant, sıcak ve samimi sesiyle, o kapılardan geçerek geldi. Ermeni meselesini insanların duyabileceği bir şey haline getirdi. Çoklu kimliklerin çok kültürlü dünyasının öngörülü bakış açısını benimsedi. Son birkaç yılda, artık sadece Ermeni meselesinden bahsetmiyordu. Aleviler ve Kürtler hakkında konuşuyor; üniversiteler, başörtülü yüzünden öğrencileri kabul etmeyi reddettiğinde, o genç kadınların yanında yer alıyordu.
Dink'in öngördüğü gibi, Türkiye'nin demokrasiden uzaklaşması, Türk devletinin tarihiyle ve o tarih yüzünden acı çekmiş azınlıklarla uzlaşma isteğini de azalttı. Bunun karşılığında da Ermeni diasporasının Türkiye'ye karşı olan kesimleri katılaştı ve Dink'i kızdıran bir davanın sürmesine yol açtı: soykırımın uluslararası olarak tanınması. Ona göre, Türkiye'yi Ermeni meselesi konusunda yurtdışından hırpalamanın çok az olumlu bir etkisi vardı ve şöyle diyordu: "Ben insana ait olan bir olayın bu kadar hukuki bir terime hapsedilmesini ve buradan bir sonuç, bir siyaset üretilmesini kabullenmekte zorlanıyorum."
Dink'e göre, insanın bir ayağının Türk dünyasında bir ayağının da Ermeni dünyasında olması tuhaf bir ayrıcalıktı. Kitaptaki seslerden biri şöyle aktarıyor: "Bazen bana, birbirine yabancılaşmış bir ailenin iki tarafını bir araya getirmek için yol bulmaya uğraşan bir çocuğu anımsatıyordu." Çandar'ın kitabı, bu tasavvurun Türkiye'de ne kadar kötü ıskalandığını hatırlatıyor.