09 Aralık 2013 02:01
Hazal Özvarış
“Millet ne ırki, ne kavmi, ne coğrafi, ne siyasi, ne de iradi bir zümre değildir.”
Bu cümle, “Türk milliyetçiliğinin ideologu” olarak görülen Ziya Gökalp’in 1923’te yayımlanan “Türkçülüğün Esasları” kitabından…
20 yıl sonra cumhuriyetin ilk üniversite rektörü unvanına da sahip İsmayil Hakkı Baltacıoğlu, “Türke Doğru” kitabında “Bu dava şimdiye kadar hiç açılmamıştır. Ben açıyorum” diyerek şu sorunun yanıtını aradı:
“Biz Türkler nereden geliyoruz, nereye gidiyoruz ve biz neyiz?”
Baltacıoğlu, cevapları arasında “Irk ve milliyet” başlığı altında şu notu düştü:
“Millet ve milliyetle ırk arasında ne bir sebep netice münasebeti ne de muvazilik yoktur.”
Hikâye eski ancak tartışma daima güncel. Gökalp’ten 100, Baltacıoğlu’ndan 70 sene sonra AKP MYK Üyesi Prof. Yasin Aktay paralel bir yaklaşımla Bayburt Üniversitesi’ndeki konuşmasında “Türk diye bir ırk yoktur” dedi.
Ve tartışma başladı. TBMM Başkanı Cemil Çiçek, Aktay’ın sözleri için “Asla kabul edilemez. Tarihi ve sosyolojik gerçekliğe aykırıdır” derken MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli Aktay’ın cümlesindeki “ırk” kavramını çıkarmayı tercih ederek şunları söyledi:
“Türk yoktur diyen belasını mutlaka bulacak, yediği içtiği boğazına düğümlenecek, hak ettiği cevabı en yakın zamanda Türk milletinden alacaktır.”
Aktay’a yönelik tehditlerin de karıştığı itirazlar sürerken ırk kavramına dayanak olan biyolojide Türk’ün var olup olmadığını öğrenmek için Ömer Gökçümen’le görüştük. Türkiye kamuoyunda Boğaziçi Üniversitesi Moleküler Biyoloji ve Genetik Bölümü araştırmacılarıyla birlikte yürüttüğü Türkiye Genom Projesi ile bilinen Yrd. Doç. Gökçümen, Harvard Tıp Fakültesi’nin ardından çalışmalarını New York Eyalet Üniversitesi’nde sürdürüyor.
Evrim sürecini genler üzerinden inceleyen Gökçümen’e sorularımız biyolojik açıdan ırk ve etnisite konularıyla sınırlı kalmadı. Bu söyleşi, insanların ten rengi gibi fiziksel özelliklerini hangi etmenlerin farklılaştırdığı, insanın dünyaya yayılışının öyküsü ve şempanze ile insan arasındaki mesafe gibi birçok ilginç alan hakkında açıklamaları da içeriyor.
İnsanın hikâyesine dair genetik bir okuma yapan Ömer Gökçümen’in T24’e verdiği söyleşi şöyle:
- Irk ne demek? Bir ırkı ne ırk yapar?
Irk kavramı nedir, sorusuna alacağınız yanıtlar uzmanın alanına göre değişir. Bir kültürel antropologa sorarsanız, ırk kavramı gerçektir. Ama bir biyologa sorarsanız, cevap kısa ve net: İnsan ırkı yoktur. Elimizdeki bilgiye göre, herhangi bir insan grubunu diğerlerinden ayıracak kadar genetik varyasyon (değişken) yok.
Biyolojik olarak ırklar gerçek olsaydı, şöyle bir durum olacaktı: Birbirlerinden tamamen ayrı iki popülasyon düşünün, bunlardan bir kişinin üç milyar harften oluşan genomlarına (bir canlının genlerinin tamamı) baktığınızda "Bu kişi kesinlikle bu popülasyondandır, diğeriyle hiçbir alakası yoktur" diyebilmeniz lazım. İnsanlara baktığımızda ise her şey birbirine girmiş durumda. Karmakarışık birçok varyasyon var ve bunu belirleyen en önemli etken coğrafya.
- Yani siz bir genoma baktığınızda “İşte bu Türk” veya “Bu Çinli” diyemiyorsunuz?
Hayır, sadece “Bu genom son 200-300 senedir muhtemelen şu coğrafyadan geliyordur” diyebilirim. Irk konusunda, özellikle zaman meselesi insanlarda kafa karışıklığına yol açıyor. Modern insanın kökeni 200 bin seneye dayanıyor. Her ne kadar evrimsel olarak bu minik bir zamansa da bir tarihçi için tahayyül etmesi zor. O yüzden bir dilsel grup olarak Türkler veya daha uzun zamandır var olan Fransızca üzerinden ortaklaşan bir grup var gibi geliyor. Ama bundan 3-5 bin sene önce yaşayan Avrupalılar’ın, şimdiki Avrupa topluluklarından nispeten farklı bir genetik yapısı olduğunu biliyoruz antik DNA çalışmalarından. Yani etnik kimliklerle birebir bağdaşan çok eski ve korunmuş genetik işaretlerin varlığı ile ilgili hiçbir şekilde genetik bir kanıt yok.
Etnisitelere dair bildiğimiz en derin genetik temeller belki Yahudi popülasyonlara dair vardır. Kendi içlerinde ilişkilendikleri (evlendikleri) için hızlı evrimleşen, pek bir işe yaramadığı düşünülen genetik işaretlerde bazı ortaklıklarını görüyoruz ama onların bile varlığı sadece birkaç bin sene geriye gidiyor. 2-3 bin sene önce muhtemelen Araplar ve İsrailliler aynı gruptu, zaten şu anda da bir Arap ve İsrailli çok benziyor. Coğrafya çok önemli olduğu için istatistik olarak bir Türk ve Arap’a kıyasla, bir İsrailli ile Arap daha benzerdir, çünkü aynı coğrafyanın, genel olarak Akdeniz havzasının işaretlerini taşıyorlardır. İnsanlar arasındaki çok küçük temaslar bile önemli. Örneğin bir köyden ayda yılda bir kız gitmesi bile genetik varyasyonun hemen karışmasına yol açıyor. “Isolation by distance” kuramına göre, bir gruptan ne kadar uzağa giderseniz, hızlı bir şekilde onlardan o kadar farklılaşıyorsunuz ve yakınınızdakilerle benzeşiyorsunuz. Bu durumda da Türkler ile Azeriler muhtemelen oldukça yakındır, ama Moğollar’dan nispeten farklıdır.
- Söylediklerinizden yola çıkarak; İstanbul’daki bir Türk Kırgızistan’daki bir Türk’ten ziyade yakınlarındaki bir Kürt’le daha mı yakın?
Başka gruplar için bu tip etnik köken ve coğrafyanın öneminin incelendiği için bunu söyleyebiliyorum; yakın. Bu örnek için de yüzde 90 garanti veriyorum, aksi kanıtlanırsa da çok şaşırırım. Ama tabii ki bunu test etmiş direkt bir çalışma yok.
- “Anadolu’da yaşayanlar” diye kategorize edebileceğiniz bir genom var mı?
Bu analizi yapmadık. Fransa üzerinden konuşalım, çünkü hem genetik bilgi var, hem orta yerde olduğu için Türkiye’ye benziyor. Bir Fransız’ın genomuna bakarak son 200 senedir bir yerde yaşadığını söyleyebiliyoruz. Bunun nedeni bu kişinin tüm atalarının binlerce senedir Fransa’da yaşaması değil, 2-3 yüzyıldır ailesinin Fransa’da yaşaması.
Bir analojiyle anlatayım: Masmavi bir ülke düşünün. Bin kişi bu ülkede yaşıyor ve bunların genomunun belli bir yerinde mavi T harfi var. Ve siz 10 kişilik, dizimde T yerine A olan kırmızı renkli bir aileyi alıp mavinin ortasına koyuyorsunuz. Yüzlerce yıl gibi kısa bir süre içinde kırmızı, mavilerin içine karışıyor ve mavinin ortası pembeleşerek yayılıyor ve mavinin rengi hafifçe değişiyor. Bu tip yüz binlerce işarete bakıyorsunuz ve bir insanın mavinin, kırmızının neresinde olduğunu bulabiliyorsunuz. Bu kadar. Yoksa “Fransızlar binlerce senedir orada, Fransız genleri var” veya “Bu adamda çok fazla Alman geni var, Almanya’dan geliyor olsa gerek’” diyemiyoruz.
- Dolayısıyla siz örneğin, daha Türk ve Alman gibi gruplara da gelmeden önce beyaz ırk, sarı ırk, siyah ırk gibi öğretilerin de yanlış olduğunu savunuyorsunuz?
Tamamen öyle.
- Biyolojide kullanıldığı için ders kitaplarına da ırk kavramı geçti. Biyoloji bu kavramdan ne zaman vazgeçti?
Çok yakın zamanda vazgeçti. Bu biraz utanç verici antropoloji ve biyoloji için. Bu benim uzmanlığım değil ama 1900'lerin ilk zamanlarında dünyada hiçbir entelektüel yoktu ki ırkların varlığından şüphe etsin. Bu İngiltere için de, Almanya, Türkiye için de geçerli. Siyahlar ve beyazlar arasında o kadar kuvvet ayrılığı vardı ki üstüne yoksul, aptal gibi saptamalar yapılıyordu. Fakat şimdi görüyoruz ki bu ayrımın gende bir temeli yok. Hiç fark yok değil, ama çok küçük ayrımlara çok büyük anlamlar yüklenerek yaratılmış değişiklikler.
- 1937’de Türkiye’de Atatürk’ün manevi kızı Afet İnan’ın öncülüğünde “Türk milletinin ırksal tespiti” için araştırma yapılıyor ve “Türklerin kafatası brakifesal, burun düz, gözler badem” benzeri saptamalar yapılıyor. Bunlar sizin için gerçek olmayan fiziksel çıkarımlar mı?
Öncelikle şunu anlatmam gerekiyor. İnsan genomunu oluşturan üç milyar harften bahsettik, bu ciltlerce kitap yapar. İki insanın genomları arasındaki fark ortalama binde bir. Genetik çeşitlilik dediğim şey bu yüzde 0,1 noktasında. Üstüne üstlük insanlar arasında değişiklik gösteren bu yüzde 0,1’in sadece yüzde 10’u insan toplulukları arasında fark gösteriyor. Yani Türkiye’den veya Fransa’dan örnekleme yaparsak zaten insanların arasındaki genetik değişikliklerin yüzde 90’ını görüyoruz. Bu hesapla ülkelerin arasındaki fark ise genomun 10 binde birine tekabül ediyor. Biz de genetikçiler olarak bu farklılıklara odaklanıyoruz sorduğumuz soruların niteliğinden dolayı. Genom çok uzun olduğu için binde birin yüzde 10’u bile hala milyonlarca harf ediyor. İnsanlar arasındaki genetik fark çok az ama bazı farklılıkları zorlayarak da olsa görebiliyoruz.
Sorunuza gelince, evet, kafataslarını karşılaştırınca varyasyonlar görüyorsunuz. Ama iki soru doğuyor: Bunların hangisi genetik, hangisi çevresel koşullardan (mesela diyet veya iklim) kaynaklanıyor? Tam cevabı bilmiyoruz. Örneğin, Doğu Anadolu’da kafa bağlama var bebeklerde ve insanın kafatasının şeklini değiştiriyor, fakat bu şekil değişiminin hiç bir genetik temeli yok. Özellikle Batı Avrupalılar buna çok sonra ayıyorlar. Veya eksik diyet kemiklerin gelişimini kötü etkiliyor. Sosyal ekonomik durumun da kemikler üzerine yaptığı önemli değişiklikler var. Ağır iş yapan insanlarda bazı problemler oluyor. O yüzden bu varyasyonların sebeplerini ayrıştırmak çok zor.
1930’larda dünyanın her yerinde ırklarla ilgili araştırma yapılıyor. Bu neredeyse bir ulusal göreve dönüşüyor, çünkü siz yapmazsanız başkaları sizin için yapıyor. Ki bundan bir süre sonra Almanya, Hitler vakası gerçekleşiyor. O yüzden de referans gösterilen bu araştırmalar ne Atatürk ve Afet İnan’ın özelinde yaşanan bir durum, ne de güncel. 50 sene sonra biz 21. yüzyıl genetikçilerine de bakıp ne saçma önyargılar üzerinden araştırma yapmışlar denilebilir. Fakat şimdi kimse şunların kafatası şöyleymiş gibi 1940’ların makaleleri üzerinden yol almıyor. Ayrıca, işin uzmanları Batı Afrika’dan ve Çin’den gelen iki kafatasını ayırt edebilseler de “Bu da zeki, bunun şu yetenekleri var” gibi özelliklerden bahsedemezler. Avrupalılar’a kıyasla Türkler’in burnu dar diyebilirsiniz, ama bir sürü Türk var ki geniş burunlu, bir sürü Avrupalı var ki küçük burunlu. Şahsen, burnun geniş olmasının biyolojide neye karşılık geldiğini bilmiyorum.
- Bir genetik antropolog olarak “Türk” gibi tanımlamalar size ne ifade ediyor?
Benedict Anderson’ın terimiyle, Türklük de aynı Fransızlık, Ermenilik, Kürtlük, Almanlık gibi “imagined community” (hayali cemaat). Bu konuda Türkiye’de özellikle entelektüel elitlerin halkın üzerinden genel ideolojik kavramlarla konuşması beni rahatsız ediyor. Köylerde yaptığım söyleşilerde, birçok köylünün kendilerini Türklük’le, Orta Asya’dan gelmiş olmakla tanımladıklarını görüyorum; bazı köylerde Kürtlük’ün, bazılarında Alevilik’in önemli olması gibi. Bu bence son derece normal ve dünyanın her yerinde görülen bir kültürel kimlik oluşumu. Bu tip oluşumlar hepimizin aidiyet duygusu için önemli ve milliyetçilikle, ulusalcılıkla bence direkt alakası yok. Ama entelektüel seviyeye çıktığımda 70 milyon için genellenmiş “Türk ırkı yok, Kürtler binlerce yıldır burada, Türkler işgalci” veya “Kürtler dağ Türk’üdür” gibi söylemlerle karşı karşıya kalıyorsunuz.
Ben garanti veriyorum ki, kimse Kürtler’den ve Türkler’den DNA alıp “Siz farklısınız”ı kanıtlayamaz. Ne Kürt geni var, ne Fransız geni var. Bütün toplumlar içinde her şey var. Zaten Ermeniler ve Türkler arasında bir araştırma yapıldı. Ve genetik bir farklılık çıkmadı. Ama genetik farklılık olmaması Türk veya Ermeni yoktur demek değildir. Ermenilere gidip “Siz Türklerle aynısınız, Türksünüz” denemez. Çünkü kültürel olarak varlar. Ama Türk milliyetçiliğine karşı argüman geliştirirken “Irklar gerçektir. Ermeni ırkı vardır, ama Türklerin ırkı yoktur” demiş gibi oluyorsunuz. Benim profesyonel düşüncem, ırk kavramını mümkün olduğu kadar siyasi söylemden uzak tutmak. Çünkü benim kanaatime göre toplumları biyoloji üzerinden sınıflandırma hem hiçbir şey üretmez, hem de bir sürü sorun çıkarır.
- Irk yok ama ırkçılık mı var?
Dünyada ırkçılık olduğu için biz bugün ırkı tartışıyoruz, yani ırk kavramına mana veren ırkçılık. Spesifik bir örnek olarak Amerika’da ırkçılık var. Ve bana, Amerika’daki akademik ırk tanımları ve ırksal çatışmalar söylemi, Türkiye’nin elitine yansıyormuş gibi geliyor. Hâlbuki Amerika’nın tarihinde köle ticareti var, bazı gruplar gelip uzun zaman izole kalıyorlar, yerli Kızılderililer var vs. Köle ticareti için getirilen Batı Afrikalılar, pat diye beyaz bir hegemonyanın altına konunca bir DNA alıp “Sen yüzde 60 Afrikalı’sın” denebiliyor o zaman ve bunun çok derin ve tartışılması gereken sonuçları oluyor. Ama Türkiye’de ırkçılık var mı bilmiyorum, çünkü bunun için önce kendini bilmek de gerekir. Türkiye’de “Ben 20 nesildir Kürt’üm”, “50 nesildir Türk’üm” denilebilir mi? Açıkçası ben kendim için söyleyemem.
- Prof. Yasin Aktay’ın “Türk ırkı yoktur” sözleri “Türk yoktur” olarak da anlaşılabildi ve tepkilere yol açtı. Irk, milliyet gibi birliktelik arayışlarının, gruplaşma arzusunun biyolojik bir temeli var mı?
Bir sürü teori var. Mesela, “Bebekler çok erkenden yüzleri, yüzdeki değişiklikleri tanıyabiliyor, böylece devamında kendi gruplarını ayrıştırabiliyor” diyenler var. Ama bunu verilere döktüğümüzde varyasyon çok az. Akrabalarını tanıyabiliyorlar insanlar, bu yüzden belki de insan gibi primat olan maymunların birbirini tanıması, ‘kim benim düşmanım’, ‘kiminle seks yapabilirim’e biyolojik bir içgüdüyle verilen yanıtlar ideolojik bir manifesto olarak ortaya çıkıyor. Kimbilir. Bunlar benim uzmanlık alanım değil. Fakat bu noktada şunu rahatça söyleyebilirim. İnsanların kimlik oluşumunda kültür öyle kuvvetli bir etken ki, biyolojiyi geri plana atıyor.
- Etnisite, Turgut Özal’ın terimiyle soydaş, akrabalık/kan bağı biyoloji için ne anlama geliyor?
Etnisite de biyolojik olarak hiçbir anlama gelmiyor. Antropolog olduğum için söyleyebilirim ki, tamamen kültürel bir terim. Bu gerçek olmadığı anlamına gelmiyor ama biyolojide öyle bir kavram yok. Gidip bir kutup ayısı biyologuna “Sizin kutup ayınızın entisitesi ne” diye sorsam hiçbir manası olmaz.
- Soy ve kan bağını nasıl tanımlıyorsunuz?
Aile ağaçları tabii anlamlı, bizim büyük sülale dediğimiz şey önemli bir konsept. Bu akrabalık üzerinden insanların ilk toplulukları oluşuyor. Benim çalışmalarıma göre de, Türkiye köylerini de oluşturan en önemli etmen akrabalık. “Hepimiz akrabayız”dan sonra Kürtlük, Türklük gibi üst tanımlar geliyor. Şehirlere, gecekondulara göç ederken bile sülale olarak gidiliyor. Ama bu soydaşlığa tekabül ediyor mu, bilmiyorum. Biraz zorlasak Türkiye’de belki 100 bin kişi büyüklüğünde büyük sülaleler ve o sülaleye mensup insanlar arasında akrabalık ilişkileri bulunabilir ama bunu Türklük, Kürtlükle açıklamak daha kültürel, politik bir durum.
Şöyle anlatayım; sizin genomunuz anne ve babanızdan geliyor. İki tane olan herhangi bir kromozomuzunu, mesela beşinci kromozomunuzu ele alalım. Sizin bu kromozomlarınızdan biri annenizin beşinci kromozomlarından biri, diğeri babanızın. Ama baba ve annenizde de büyükbaba ve büyükanneden gelen iki tane beşinci kromozom var. Yani, her defasında ikişer kromozom beşten biri seçiliyor. Ayrıca mayoz denilen bir hikâye var, kromozomlar arası bir alışveriş. Diyelim ki sizin beşinci kromozomlarınızdan birisi annenin babasından geldi, mayozla bu kromozomunuzun üstünde büyükbabanızdan gelen bir şeyler de oluyor. Yani sizin kromozomlarınız bütün atalarınızın küçük küçük parçalarını taşıyan bir mozaiğe dönüşüyor. Bu yüzden da bir insana “Sen şusun” demek yanlış, çünkü genomumuz üç milyar harften oluşan bir tarih kitabı. Biz de bu tarih kitaplarının genetik varyasyonun olduğu yüzde 0,1’e bakarak iki şeyi bulmaya çalışıyoruz; 1- Tarihsel demografik hareketleri. 2- Adaptasyonları; yani neden bazı insanlar daha koyu renkli, neden bazıları daha açık renkli; bazı insanlar neden daha uzun boylu vs. Bunun için genomun çeşitli yerlerindeki varyasyonlara bakıyoruz.
- Araştırmalarınız sonucunda adaptasyon ayağındaki ten rengi, boy farkı, göz biçimi, burun büyüklüğü gibi farklılıklara bulduğunuz yanıtlar ne? Bu farklılıkları coğrafya, gen gibi hangi temel dinamikler, hangi oranlarda etkiliyor?
Bu çok ilginç bir soru. Hem de cevaplaması çok güç bir soru bizim için. Bu konuda yapılan araştırmaların yapısı şöyle: Örneğin, ten rengini alalım. Bu konuda yapılan çalışmalarda koyu renkli derisi olan bin insan ile açık renkli derisi olan bin insanı karşılaştırıp, istatistik olarak farklı yüzdelerde olan genetik işaret var mı diye soruluyor. Bu çalışmaların sonucunda enteresan bazı gözlemler yapıldı. Ten rengi için konuşalım. Birinci gözlem, ten renginin dilden, dinden bağımsız olarak Ekvator’a yakınlıkla açıklandığı ortaya çıktı. Örneğin, birbirinden çok farklı Afrikalı grupların, Avustralya yerlilerinin ve Güney Hindistanlılar’ın hep koyu renkli olması bir tesadüf değil. Aynı şekilde, Kuzey Avrupalılar’ın açık renkli olması da bir tesadüf değil. Bu arada şunu da belirteyeyim ki, açık tenli olmak insanlar için sonradan oluşan bir durum ve de aslında önemli bir güneşten korunma kalkanı olan pigmentlerin üretilmemesinden kaynaklanıyor. Bunun nedeni de muhtemelen kuzey ülkelerde çok az olan ve D vitamini metobalizması için önemli olan güneş ışığının azlığı. Dahası, yeni çalışmalar insanların atasal olan koyu rengin kaybolmasının birden fazla nedeni olduğunu düşünüyorlar. İnsanların açık tenliliği, atasal pigmentasyonu bozan değişik genetik varyasyonlar yüzünden olabiliyor. Yine bizim, bir kelime oyunu yaparsak, siyah-beyaz olarak düşündüğümüz bir biyolojik fenomen bile aslında karmaşık evrimsel yollar üzerinden oluşuyor. Tabii bir de şunu söyleyeyim unutmadan; insanlığın çoğu Avrasya’da Ekvotar’a belli bir uzaklıkta yaşadığı için ten renkleri de ne siyah, ne de beyaz.
- Peki, ilk insan nereden geldi? Göç yolları hangileriydi?
Sizden bir DNA aldığımızda, diyelim ki üç milyar değil de 10 harften oluşuyor, bu 10 harfi dünyanın farklı yerlerindeki 100 kişiden alıp karşılaştırıyoruz. Kiminde üç, kiminde iki harf değişik; bunları birbirine bağlayıp bu genomların birbirine uzaklığını ölçüyoruz. Hemen ortaya çıkıyor ki başka organizmalara kıyasla insanlar arasındaki uzaklık çok az. Ve birbirlerine en uzak olan genomlar Afrika içinde, örneğin bir pigmeyle bir Kenyalı arasında diğerlerine kıyasla baya bir fark var. Kürtler ve Türkler’i bırakın, sarı ırk denilen Çinliler ile beyaz ırk denilen Batı Avrupalılar arasındaki farklılıklar bile iki Afrikalı arasındaki farklılıklar karşısında küçük kalıyor. Dolayısıyla, bir sülale ağacı yaptığımızda en uzun kökler hep aynı ortak ataya gidiyor, Afrika’daki kalın dallara. Bu Afrika dallarından bir küçük dal çıkıyor ve bu Avrasya gruplarını oluşturuyorlar.
150-200 bin yıl kadar önce Doğu Afrika’da modern insan evrimleşiyor. Bu modern insanlar çok uzun süre Afrika içinde yayılıyorlar, 100- 150 bin sene kadar. Daha sonra Sahra Çölü’nü geçip Güney Afrika’ya ve Orta Doğu’ya geliyorlar 50-60 bin sene önce. 30-40 bin sene önce de Avrupa ve doğuya doğru yayılıyorlar. Kuzeye gidemiyorlar çünkü soğuk. Doğuya ve batıya yayılarak Akdeniz Havzası’na veya Asya’da Hindistan, Filipinler, Vietnam’a gidiyorlar. Hatta bir kısmı Avustralya’ya kadar gidiyor. Tarım işin içine girmeye başladığı zaman da işler karışıyor. 10-12 bin sene önce Çatalhöyük, Göbeklitepe gibi tarım merkezlerinden insanlar teknolojileri alarak yavaş yavaş yayılmışlar Balkanlar üzerinden. Tarım inanılmaz bir demografik büyümeye neden oluyor. Herkes oradan oraya gitmeye başlıyor, örneğin Avrasyalılar Afrika’ya geri dönüyor. Muhtemelen bugünün Avrupa halkı, bir önceki göçe kıyasla bu aşamada Anadolu ve Orta Doğu’dan gidenlerden daha çok etkileniyor. Gidenler, Orta Doğu’nun genetik işaretlerini de beraberlerinde götürüyorlar, bazı genetik işaretlerse yolda kayboluyor. İsveç ve İzlanda’daki toplulukların bu kadar homojen olmalarının nedeni, çoğu işaretleri kaybetmeleri; karışık bir yerden gelmelerine rağmen birbirlerinin neredeyse kuzeni olarak kalmalarına neden oluyor uzaklıkları.
- Soy ağacının insandan önceki aşamasında ne var? “Evrime göre, insanın atası maymundur” görüşü ne kadar doğru?
Evrimsel olarak mevcut türler birbirinin atası değil. Atalar, adı üstünde, zamanında varlarmış, göçüp gitmişler. Onların oğulları, kızları vs. olarak devam ediyoruz. Bize en yakın kuzenimiz şempanze. Şempanze ile bizim ortak bir atamız var.
- İnsanın şempanze ile ortak atası kim?
Bilmiyoruz, insanlar ile şempanzelerin ortak özellikleri bulunan ama ikisinden de daha farklı bir yaratık. Bazı enteresan fosiller, bu hayvan hakkında bir kısım bilgiler veriyor. Ama tam net bir fikrimiz yok. Muhtemelen 6 milyon yıl önce yaşıyor. Devamında şempanze kendi yolunda gidiyor, insan kendi yolunda adaptasyonlarını geçiriyor.
- Evrime en çok insanın maymundan gelmesi argümanını baz alarak karşı çıkan yaratılışçılar, şempanzelerin insanın kuzeni olmasını ne kadar kabullenebilir?
Ben Amerika ve Türkiye’deki yaratılışçılar nasıl bu kadar kısır düşünebiliyorlar anlamıyorum. Evrim o kadar fazla biyolojik varyasyonu o kadar güzel ve kompleks biçimde açıklıyor ki ruhani bir hissiyat uyandıracak kadar muazzam bir anlayış getiriyor. Bazı adaptasyonların nasıl olduğuna tanık olduğunuzda inanamıyorsunuz, bir yunusla insanın elinin aynı yerden geldiğini, balığa çok benzediği halde diğer memelilerle ortak yanı olduğunu anlamak bana çok muazzam geliyor. Bunun üzerinden Tanrı’yı tanımak ona daha çok saygılı olmak gibi geliyor bana. Ama benim haddime değil insanların inanışlarını nasıl yaşayacaklarını söylemek. Yine de şunu unutmayalım, biz bir hayvanız. Bir biyolog olarak çok açık ve net bir şekilde söyleyebilirim, şempanzeden daha özel bir durumumuz yok. Evet, kültürümüz var, dilimiz var, teknolojik üstünlüğümüz var. Ama biyolojik olarak beyin aynı beyin, göz aynı göz, kıl aynı kıl, gen aynı gen. Hatta genler o kadar benziyor ki şu an bile bilmiyoruz şempanzenin bizden neden bu kadar farklı olduğunu bazı konularda.
- İnsanı insan yapan genlerin neler olduğu bilinmiyor mu?
Bazılarını biliyoruz. Ama bazı önemli kısımlar o kadar komplike ve bazı gen ile genomlar o kadar benziyor ki… Genomların yüzde iki üçü protein üretiyor ve şempanzelerinkiyle neredeyse aynılar. Aynıysa fark neden oluyor diye düşünüyorduk. Şimdi yeni yeni şöyle bir şey çıktı: Belki de o geri kalan 3 milyar harfte yüzde iki üçlük iş yapan bölümü düzenleyen bazı bölümler var ve o yerler, aynı proteinleri değişik zamanlarda aktive edip, değişik zamanlarda kapıyor. Benimki de dâhil olmak üzere çıkan birkaç makaleye göre, bu varsayım bizi insan yapan bazı özellikleri açıklayabilir.
- Zekâdan önce bazı genlerin durma ve kalkma farkları mı insanla şempanzeyi ayırt eden?
Bu zor bir soru çünkü bunu kemiklerle veya beyinle çalışan bir antropologa sorarsanız “Tabii ki beyin en önemli şey” diyecek, ayak yapısı ile çalışan birine sorarsanız “Tabii iki ayak üstünde yürümeye başlamamız en önemli şey” der, bana sorarsanız ben de genetik değişiklikleri ön plana koyarım. Ama bunlar bir paket. Hepsinin saat gibi beraber çalışması lazım. 6 milyon yıl içinde bir zaman ayağa kalkıyoruz. Bunun için de bütün iskelet yapısının değişmesi lazım. Çünkü dengeyi kurmak, ona göre enerji sağlamak da kolay değil. Mesela, insan olmayan maymunsuların ayaklarına gore bizim ayaklarımız iki ayak üzerinde durmamızdan dolayı artan basıncı yaymamıza yardımcı oluyor. Yoksa ayağımızı devamlı kırabiliriz. Tüm bu değişimer orkestra gibi birlikte ilerlemeli. Mikro ve makro evrimi anlayabilmek bu yüzden de önemli. Bazı bilim insanları da bu evrimlerin bağlantılarını anlamaya çalışıyor.
Aslında evrime çok insan temelli bakıyoruz. Bizim özelliğimiz büyük beyin olduğu için beyinle bu kadar ilgileniyoruz. Çita olsaydık, hız/bacak üzerine odaklanabilirdik. Şu önemli, beynin oluşumu çok uzun zaman insana bağlı olmadan büyüdü. İnsanların da dâhil olduğu bütün primatlar diğer hayvanlara göre oldukça büyük beyinlere sahipler. Köpeklerden, farelerden çok daha zeki primatlar. Bu hem geçmişte böyle olmayabilirdi, hem de gelecekte böyle olacak diye bir zorunluluk yok. Bu evrimsel olarak bizim şempanzelerden daha ileride olduğumuza da işaret etmiyor. Sadece bizim evrimsel adaptasyonumuz için beyin gelişiminin önemli bir karakteristik olması.
- İnsan evriminin devamı için neler öngörülüyor?
İnsan evrimi devam ediyor. “Artık biz genç yaşta ölmüyoruz” demek, evrim işine ara verdi demek değil. İnsanların kafasında doğal seçilim şöyle oluyor sanki; kaplan üstüne atlıyor ölüyor, salak olanlar uçurumdan düşüyor. Geride kalanlar yola devam ediyor. Hâlbuki durum biraz daha nüanslı. Örneğin, diyelim ki sizin doğurganlığınız çok fazla ve tabiri caizse çocuklarınız nur topu gibi doğuyor. Çok iyi yetişiyor, bağışıklık sistemi güçleniyor, daha iyi yaşıyor. Benimkilerse kötü yetişiyor, hastalıklara yakalanıyor. Benim sülale ortalama iki çocuk yapıyor, sizinki üç. Yüz nesil sonra insan popülasyonunda muhtemelen sizin genlerinizi taşıyan insanlardan daha çok olacak, çünkü logaritmik olarak DNA’larınız daha fazla yayılacak.
- Dolayısıyla Erdoğan’ın üç çocuk tavsiyesi ileriye dönük bir sonuç verebilir mi?
Bir bildiği var herhalde. Şaka bir yana, bu tip evrimsel gelişmeler milyonlarca yıl içinde oluyor. Yani Erdoğan’ın evrimsel bir amacı varsa bunu on binlerce nesil devam ettirmesi lazım. Ama demeye çalıştığım şu: Geleceğe dair ne olacağını bilemiyoruz. Mesela, şu olabilir filmlerde de işlenen bir teoriye göre, hızlı yayılan ve ölümcül bir virüs gelecek ve insanların beşte biri gidecek. O virüse bağışıklığı olanlar kalacak, diğerleri gidecek. O varyasyonlar yok olmuş olacak. Veya bir ihtimale göre, bir milyon sene daha hala hayatta kalmayı becerebilirsek ve uzaya çıkarsak orada daha ağır bir gezegende yaşamaya başlayan çocuklar daha kaslı olacak neandertaller gibi. Yani seçenekler çok ve ne olacağını bilemiyoruz.
© Tüm hakları saklıdır.