*Ümit Kıvanç
İfrit olduğum yeni moda çirkinliklerden biri, özellikle sosyal medya aracılığıyla yaygınlaştırılıp yerleştirilen “şaşırdık mı” jesti. En saf ve toparlanmış haliyle, “ben zaten her şeyi baştan biliyordum” manasına gelen bu şımarıkça tutum, birçok yönden ele alınıp yerden yere vurulmalı. Vurulmuyor, çünkü her cenahtan bu furyaya kapılmış insan çok.
Herhalde en rahatsız edici tarafı, bu her şeyi baştan bilen ve hiçbir şeye şaşırmayanların hayatta her türlü sorumluluktan muaf olduğunu bildirmesi. Her şeyi baştan biliyordun, öyle oturup izledin mi, hıyarağası, niye kıçını kıpırdatmadın? (Hıyarağası’nın üniseks versiyonu ne yazık ki yok ya da ben bilmiyorum; bu hıyarlığın sırf erkeklerle sınırlı olduğunu imâ ediyorum veya farkında olmadan cinsiyetçilik yapıyorum sanılmasın.)
Sahibine sözümona nihilistçe bir konfor sağlıyor bu jest. Şaşırdık mı? Şaşırmadık. Ee? Belli ki gayet boktan bir şey olmuş; biz de zaten baştan biliyormuşuz; şimdi de şaşırmamışız; yani her şey bildiğimiz o boktan haliyle olup bitiyormuş. Ee? ne olacak bu durumda? Hiç. Bir şey yapmamız gerekmiyor. Hem kendimizi de övmüş olalım o arada.
Şaşıracaksın, kardeşim. Her defasında, “olmaz bu!” diyeceksin. Şaşıracaksın ve merak edeceksin. Bildiklerinle değil bilmediklerinle meşgul olacaksın.
Yani olan bitende bütün o bildiklerin ve bilmediklerinle senin hiçbir katkın, hiçbir rolün, hiçbir kabahatin yok, öyle mi? Şaşırdık mı? Şaşırmadık, biz hep şahaneydik. Hı hı, tabiî, şahaneydin, bu yüzden hep baştan bildiğin ve şaşırmadığın şeyler oluyor.
Şu anda Nobel durduk yerde icat ödülüne aday bir akıl-fikir faaliyetine tanıklık ediyor olabilirsiniz, değerli okurlar. Zira size sosyal ve bireysel bilim alanlarında uzun araştırmalar sonucu ulaştığım muazzam sonucu takdim ediyorum: Şaşırma kapasitesinin genişliği ve merak duygusunun dallı budaklılığıyla insanın birşeyleri değiştirebilme kapasitesi arasında doğru orantı bulunduğunu tesbit ettim. Formülü oluşturuyorum, Dünya İslâm Medeniyeti sabık potansiyel bânisi Ahmet Davutoğlu’nun başeserindeki muhteşem formülden daha fiyakalı ve manalı olacak.
“Şaşırdık mı” virüsünün insanda görme bozukluğu, zihin bulanıklığı ve hafıza kaybına yolaçtığı doğrultusundaki deneylerim de sonuç vermek üzere. Bu virüsün bulaştığı insanların hayatta değişim denen şeyi inkâra meyilli olması ihtimali üzerinde duruyorum. Bir canlı baştan neyse onca yaşadıklarından sonra da odur, değişmez, demek istemelerinin gerisinde çarpık bir algı edinme-işleme mekanizmasının yanısıra bir tür kimlik ispatı ihtiyacının yattığını ispat edeceğim. Bu kimseler için sözkonusu kimlik ibrazı ve ispatının her türlü yaratıcı, kültürel veya siyasal faaliyet yerine geçtiğine dair iddiaları bir sonraki aşamada ele alacağım.
Sanmayın ki bilimsel çalışmalarım bunlarla sınırlı. Şaşırma ve merak duygusu ile hak-adalet duygusu arasındaki orantı üzerinde de çalışıyorum ve ilk ikisi zayıfsa insanların haksızlık-adaletsizlik karşısındaki direniş kabiliyetinin de zayıf kalacağını kanıtlamak üzereyim. Taksim Meydanı’ndaki düzenleme bitene kadar bu çalışmamı da tamamlamayı umuyorum.
Şaşırmamış, paralel polis Birgün’ün kankasıymış!
“Şaşırdık mı” jesti ile haksızlık-adaletsizlik arasındaki ilişki üzerine ters yönden gelerek, sağlama mahiyetinde yeniden düşünmemi sağlayan, Birgün’e cevaben yazılmış bir tweet oldu. Gazete, “Suruç polisi o gün bomba patlayacağını biliyordu” haberini Twitter’dan duyurmuş, Osmanlı amblemli bir hesabı kullanan şahıs, altına şu mide bulandırıcı sözleri döşemişti:
“hiç şaşırmadık, bomba patlayacağını bilen polis paralelcidir yani sizin kankanız”.
On altı takipçili “www.1453.www” hesabı elbette bir “vazifeli”ye ait olabilir. Sahibini utandırması gereken o sözleri oraya yazabilecek milyonla insan olduğunu bildiğimizden, bunu önemsemiyorum.
Sık sık görüyoruz ki, “şaşırdık mı” jesti asla sadece küstahlığı statü zeminine dayananlara veya hayatı çözmüşlük madalyaları şımarıklık kupaları arasında kaybolmuşlara veya düşünmeden modaya kapılanlara özgü değil.
Şimdi bir adım daha atayım ve meseleyi “şaşırdık mı” bayağılığından öteye taşıyayım.
İki satırda pek çok ülke gerçeği
Birgün’deki haber özetle şuydu: Urfa İl Emniyet Müdürlüğü, Suruç İlçe Emniyet Müdürlüğü’ne bombalı saldırı ihtimalini bildirmiş, “önleme araması” yapılmasını istemişti. Bunlar yapılmayıp, otuz üç insan bombayla paramparça edilince, önlem almayan Suruç İlçe Emniyet Müdürü Mehmet Yapalıal hakkında soruşturma açılmış, iddianame yazılmıştı ve ilçe emniyet müdürü açıkça, “Amara Kültür Merkezi'nin önünde toplananlara yönelik dışarıdan gelmesi muhtemel saldırılara karşı her türlü patlayıcı madde veya eşyanın tespiti amacıyla kişilerin üstlerinde ve eşyalarında önleme araması yaptırmadığı ve böylece yeterli güvenlik tedbirini almadığı” gerekçesiyle suçlanıyordu.
1453’lü iktidar destekçisi (sözcüsü?) hesabın sahibi, aynı anda birçok Türkiye gerçeğini birden ete kemiğe büründürme başarısından ötürü ödüllendirilmeli.
İlki, her şeyi bilen ve hiçbir şeye şaşırmayanların pişkinliği, sevimsizliği. Kabul edelim ki bu, bana henüz ihdas edilmemiş dalda Nobel kazandırmasa dahi, birilerinin ciddî ciddî üzerinde çalışması gereken bir vaka (tıbbî anlamda).
Fakat burada ortaya dökülen çirkinlik maalesef bundan ibaret değil. Ve maalesef bu şahsa özgü değil.
Adam bir iktidarı destekliyor. Bu iktidarın sorumluluğu altında insanlar bombayla parçalanıyor. Fail gösterilen örgüt eylemi üstlenmiyor. Bu iktidarla o örgütün ilişkisinde pek çok karanlık yan, açıklanmamış temaslar var. İktidar düpedüz töhmet altında. Fakat bu şahsın sorumluluğu, üzerine düşünmesi, izah etmesi gereken hiçbir şey yok. “Şaşırdık mı” kültürüne ne kadar uygun!
Suruç kurbanlarına iktidar destekçisi kitlenin gösterdiği insanlık dışı umursamazlık, aldırışsızlık, yer yer düşmanlık ve hattâ “oh olsun” tepkisi ve bunun Ankara’daki -daha da büyük- katliamla açıkça ifade edilir oluşu, Konya Stadı’ndaki saygı duruşu ıslıklama rezaleti, Osmanlı amblemli yiğitin dünyasında olgudan sayılmıyor. Belki o da küfretti ölenlerin arkasından, bilmiyoruz. Bu da iki satırlık bir mesajın apaçık gösterebildiği bir başka karanlık yüzü, Türkiye’nin.
Suruç’taki “paralel polis”, bu koşullarda, üstlerinden, Ankara’dan habersiz bomba patlattırmış, insanları katlettirmiş! Bu, kolayca inanılabilecek bir iddia mıdır? “İl emniyeti yazdı, ilçe emniyeti dinlemedi” türünden hikâyeler, yüzde doksan dokuz, en gelişmiş ve karmaşık örneği Hrant Dink Suikastı Davası denen müsamerede ortaya çıkan devlet oyunlarıdır. “Tahir Elçi’yi kimin vurduğu tesbit edilemez”lere varan oyunlar. Gerçeklikle ilişkinin çıkar icabı iptali, yine, iki satırda pek bariz ortaya dökülebilen ülke gerçeği. O da sığmış bu defaki “şaşırdık mı”nın içine. 1453’lü şahıs pek hünerli.
Son olarak, sanal Osmanlı paşasının Birgün’e “paralelci sizin kankanız” deyişi var ki, bu da www.1453.www hesabı sahibini çakallıkta üst basamağa taşıyor. (Kendi adını kullanmadan, aslında kendisini hiç ilgilendirmeyen Birgün’ü izleyerek bu alanda bir puan almış zaten.) Ancak bu ifadeyi sadece çakallık puanı açısından değerlendirmek resmen haksızlık olur. “Düşmanlarımız” kategorisinin bu veciz ifadesi, yani şu mahut “dahilî ve haricî bedhahlar”, Türkiye’de asa gibi, taht gibi, taç gibi bir iktidar nişanesidir; o kimin ağzındaysa iktidar odur. Tarif etme yetkisi.
Tıpkı değişimi dışlayan, her şeyi baştan bilme iddiasının sağcılık, tutuculuk alâmeti oluşu gibi.
Birbirine selam dahi vermeyen kesimlerin, bunca çeşitli eşyayı tangır tungur peşinden sürükleyen “şaşırdık mı” elarabasını aynı anda kulplarından kavramış oluşu, acaba her şeye rağmen paylaşılan yerli ve millî değerlerin varolduğunu mu gösteriyor?
Şunu eklemek isterim ki, merak duygusunun memleketimizde yaygın şekilde yeşerememiş olmasında, “zaten”cilikte, genel cehaletimizin ve özellikle Türk Millî Eğitimi’nin yanısıra, her dönemde değişik efendilere hizmetkâr edilen, alet edilen, deforme edilen gazeteciliğimizin de payı var. Gazetecilik, merak duygusunu geliştirme ve yayma bakımından eşsiz bir faaliyet. Yapan için de, yararlanan için de. Gazeteciliğin, gereken özgür ortamında, aynı zamanda doğru dürüst yapılamayışı, elbette, insanları doğrudan temas edemedikleri geniş ve büyük “hayat”ı izleme şansından yoksun bırakıyor.
Bu sadece bir seyirci koltuğu kaybetmek demek değil. Sahanın görünmediği yerde ebediyen seyirci kalmak ve hayatı kendinden ibaret sanmak demek. Birey olarak, topluluk olarak, fark etmiyor.
Bu yazı P24'te yayımlanmıştır