20 Mart 2015 18:33
Halil Emrah Macit
Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi’yi, vefatının 100. yılında anmak ve bu vesileyle Türk edebiyatına kazandırdığı başyapıtı “A’mak-ı Hayal” (Hayalin Derinlikleri) üzerine, -konusunun genişliği ve derinliği itibarı ile müsade ettiği oranda- yazabilmek fırsatını elde ettiğim için mutluyum. Daha önce Alengirli Mecmua’da giriş yaptığım bu konu hakkında yazmaya devam etmek gerektiğine inanıyorum.
Bilindiği gibi Filibeli Ahmed Hilmi, cesur bir fikir adamı, mutasavvuf ve önemli bir edebiyatçı olarak 49 yıllık ömrünün sadece 6 yıllık bir kesitinde bile gösterdiği üretkenlik ile takdir toplamış ve ardıllarını kendine hayran bırakmıştır. Galatasaray Lisesi’nde okumuş, bir süre Posta ve Telgraf ve Duyun-i Umumiye’de çalışmış, Darülfünun’da felsefe dersleri vermiş, dönemin önemli siyasi tartışmalarında aktif olarak yer almış ve bu gibi nedenlerden dolayı sonradan Fizan’a sürgün edilmiştir. Hayat hikayesi meçhullerle dolu Ahmed Hilmi 1908’de İstanbul’a dönüp, açtığı matbaasında, haftalık üç dergi, bir günlük gazete ve kırk kadarı kitaplaştırılmış irili ufaklı onlarca kitap yazmış ve basmıştır. Fakat ne var ki ölümünden sonra isminin etrafında garip bir suskunluk halesi oluşturulmuştur. Ve gerisinde bıraktığı, belki bugün onun adını anmamıza vesile olan başyapıtı “A’mak-ı Hayal” ise tüm yönleriyle derinlikli bir şekilde ele alınmayı hak ediyor. Fakat bu yazıda sadece içeriğinden bahsetmek ve kimi kısımlarını eleştirmekle yetineceğiz.
Türk edebiyatının şaheserleri arasında gösterilen mühim bir sufi eser olarak “A’mak-ı Hayal”, iki kitaptan oluşuyor. Birinci kitap önce, 1908’de Ahmed Hilmi’nin başyazar olduğu Necat gazetesinde sekiz sayı olarak yayımlanır. Gazete kapandıktan sonra çıkardığı Hikmet gazetesinde tamamını ek olarak yayımlar. Fakat ikinci kitabın 46. sayısından sonra araya giren Balkan Harbi dolayısıyla bir duraklama olur ve 173. sayı ile son bulur. İkinci kitap, birinci kitap ile birleştirilerek Ahmed Hilmi’nin vefatından on bir yıl sonra 1925’te kitapçı Abdülaziz tarafından yayımlanır. Fakat şöyle bir muamma var ki eseri bugün elimize tam metni ile ulaştıran yayıncısına göre Balkan Harbi sırasında yarım kalan bölümlerin örneklerine hiçbir yerde rastlanamamış ve kitapçı Abdülaziz’in ulaştığı sayfalara da bugün ulaşılamamaktadır. Sadece bununla sınırlı kalmayan yayım meselesinin içine bir de tahsis hataları girince bugün elimize ulaşan epey hırpalanmış bir kitap haline gelmiştir. Vefatının 100. yılı vesilesiyle “Kaknüs Yayınları” tarafından tam ve esas tahsisi ile düzenlenmiş bir şekilde özel ciltli olarak, çeşitli illüstrasyonlarla birlikte yayınlanan eser Latin harfleri ile Osmanlıca Türkçesi kullanılarak basılmıştır. Dolayısıyla mevcut hali esere gösterilen hürmet bakımından en özenli halidir diyebiliriz.
A’mak-ı Hayal, otobiyografik öğeler taşıyan, Türk edebiyat tarihinin fantastik ve bilimkurgu yansımaları içeren belki ilk eseridir. Felsefe, Doğu ve Batı mistisizmi, Yunan mitolojisi, Budizm, Hinduizm, Zerdüştlük ve ezoterizmin sınırlarında dolaşarak, tasavvuftaki “seyr-i süluk” (Tarikatta takip edilen usül) benzeri bir ilerleme ile bir zihin karmaşasından bilgeliğe doğru adım adım ilerlemeyi sembolizmin, ironinin, mecazın vasıtası ile bir hakikat arayışı olarak resmetmiştir. Jules Verne’de karşımıza çıkan astronomik öğelere bu eserde de daha ileri boyutları ile rastlamak mümkün. Hatta bir iddiaya göre Paul Coelho’nun ünlü Simyacı adlı eseri de A’mak-ı Hayal’den esinlenmiştir. Zaten Coelho’nun kendisi de eserini tasavvufi eserlerden esinlenerek yazdığını çok sonraları itiraf etmiştir.
Bu haliyle, içerdiği sembolizm tıpkı diğer tasavvufi eserlerde de olduğu gibi tasavvufi bir bakış açısıyla açımlanmaya ve tefsir edilmeye muhtaçtır. Romanda geçen 23 hikayenin her biri, başka bir romana konu olacak kadar alt-metin içermekte. Bu konu ile ilgili olarak da zaten Ahmed Hilmi’nin şu sözleri tespitimi haklı çıkarmaktadır: “Okuyucularımıza sunduğumuz bu hikâyeler (bunların hikâye olup olmadığı iyi düşünülmelidir) eğer beğenilirse kendimizi bahtiyar sayacağız. Zira, bu kitaba rağbet edilmesi, insanların ciddi meselelerle ilgilendiğini göstermesi bakımından çok önemli.”
Olaylar, Batı tedrisatından geçmiş şüpheci ve kafası hayli karışık bir öğrenci olan Raci’nin, bir gün arkadaşlarıyla bir kasabanın güzel bir bahçesine dinlenmeye ve keyif yapmaya gitmesi ile başlar. Orada bulunan iki tane meczubun konuşmasını dinlerken aralarında geçen felsefi diyaloğa kulak misafiri olur. Buradaki iki meczup, romanın ilerleyen sayfalarındaki birkaç hikayede de karşımıza çıkacak olan bir tür delilik vehmi giydirilmiş filozoflar olarak eserde kendine yer edinir. Zaten ikinci kitabın tümünün geçtiği mekan olan Manisa Tımarhanesi’nden de anlaşılacağı üzere, bu deliler bazı hakikatleri çıplak ve yalın bir saf dillilikle ifade edebilen ama yolları takip edilmesi mümkün olmayan, bazı hakikatleri fısıldayabilen ama sıradışılıklarıyla takip edilmeleri mümkün olmayan biraz tekinsiz ama veli insanları temsil etmektedir. Tıpkı bu iki meczubun varlık yokluk tartışmasına dayanamayarak dahil olup Kartezyen bir ifade ile “Varla yok müsavi olur mu? Mesela ben şimdi varım, yarın yok olacağım; bu iki hal arasında fark yok mu?” diye söze giren Raci’ye kahkahalarla gülerek ona “Vay! Sen varsın ha! Acaba var mısın?” diye cevap veren bu iki meczup, Raci’nin kuvvetle muhtemel mantık teranesini sarsan ilk diyaloğun da kahramanlarıdır.
Romanın ilerleyen bölümlerinde bir tesadüf eseri mekanına denk geldiği, yine bir meczubu andıran görüntüsüyle bir sufi olan Aynalı Baba ile karşılaşması, bu kâmil zatın da veciz ifadelerle kendini ona açması ve bu mürşide bende olarak ondan ney eşliğinde hikayeler dinleyerek hakiki anlamda bir seyr-i süluk yaşayan Raci’nin, bu mürşidin vasıtası ile varlığın mertebelerinde yavaş yavaş yükselişi ve rüya/mana alemindeki semboller ve mecazlarla dolu yolculuğu da başlamış olur.
Buda, Brahma, Dalay Lama, Hürmüz, Ehrimen, Pisagor, Platon gibi kişi, karakter ve isimlerin sık işlendiği hikayelerde göze çarpan en önemli unsurlar; “Nirvana” düşüncesi, nefsin teskin edilerek alt edilmesi ve nefsin mertebelerinde yükselinmesi, iyilik ile kötülük arasındaki savaşta iki tarafın da hangi görüntülerde ortaya çıkıp birbirilerine nasıl üstün gelebildikleri ve ilahi aşkın nazarında beşeri duyguların sönümlenmesi olarak göze çarpıyor.
Özellikle benlik, delilik, aşk, bilgi ve Allah sıralamasına doğru bir sorgu zemini yaratan hikayeler, maddi ve pozitivist akılcılığın acziyeti karşısında esaslı bir hakikat soruşturması olarak felsefi öykücülüğün de sınırlarını zorluyor.
Tam da bu noktada şu kısa metin belki bu yönüne dair bir muhteviyat sunabilir: “Ey avare yolcu! Yürü! Durma, yürü! Bu geçici alemin zevkleri seni Allah’a kavuşmaktan alıkoymasın. Bu eşsiz manzaraların, bu güzelliklerin hepsi yalnızca bir rüya ve hayaldir. Ey zavallı ziyaretçi! Yürü! Durma, yürü! Yürü, kendi aslına kavuş. Kemalin dereceleri bunlardır. Geçici süs ve gösterişi terk edip, yürü ki Allah’a kavuşma kadehinden içesin. Yürü ki, yokluk meydanında Allah’ın kudretini ve sırrını göresin.”
Hermetizm öğretisinin (Corpus Hermeticum) son basamağında Hermes’in, müridini kuleye çıkararak ona astronomik ve metafizik ilahi sırları ifşa etmesi gibi eserin bir yerinde de sırtına bindiği Zümrüdü Anka kuşunun Raci’yi uzayın derinliklerinde dolaştırması da özneyi tüm öğretilerin eşiğinde dolaştırarak onu hakikate hazırlamak ve en sonunda da bu ağır kesif yükü omuzlarına yüklemek kısaca özetlemek gerekirse göstermek, işaret etmek gayesi taşıyor. Tabi ki bu tür ezoterik öğretilerde her zaman bir rehbere ihtiyaç duyulduğu unutulmadan, ezoterizmin ve hakikat arayışının tamamen Tanrı bilincine varmak ve Allah’a ulaşmak, O’nu bilmek olduğu bilgisinin en başta kişilere verilmesi gerekir. Bu yönüyle tasavvuf tamamen ‘nefsi yenme, kendini bulma ve ölmeden ölerek’ dünyevilikten uzaklaşarak Allah’a ulaşmayı esas alır dersek yanlış olmaz ve haddimizi aşmış olmayız.
Birçok diyalogta geçen materyalist mantık ve akıl yürütme ile sarf edilen sözlerin gnostik yaklaşım ve İslam’daki “irfan” doktrini karşısında kendine çıkış bulamaması, maddi aklın sadece maddenin taşıdığı özellikleri açıklamakla sınırlı kalabileceğini göstermesi açısından önemlidir. Burada şöyle bir hatırlatma yapmamız gerekecektir ki İslam tasavvufunu bilim ve pozitivizmin karşıtı olarak görmek bir hata olabilir. Çünkü tasavvufi akıl, tüm bilimsel yargılara ve pozitivizme karşı çıkmamakla beraber sadece bilimsel ve pozitivist bulgulardan varılan bazı sonuçlara karşı bir duruş sergiler.
İnsan aklı ve bilincinin bir karmaşadan kadir-i mutlaklığa, birliğe ve tekliğe doğru yolculuğu bu anlamda tasavvufun ana sütunlarından birini teşkil eder. Tasavvufta Şeriat, Tarikat, Marifet ve Hakikat kapılarından geçen ve nefsin mertebelerinde (Nefsi Emmare, Nefsi Levvame, Nefsi Mülhime, Nefsi Mutmainne, Nefsi Radiyye, Nefsi Marziyye, Nefsi Kamile.) ağır ağır ilerleyip yükselen Raci’nin yaşadığı bilişsel geçişler de ancak eserde olduğu gibi rüyalar ve şiirsel bir dil ve alegori aracılığı ile anlatılabilirdi. Bu anlamıyla eserde fantastikmiş gibi duran birçok öğenin yaşamla olan bağı düşünüldüğünde mecazlarının yaşama ne kadar temas ettiği de gayet iyi bir şekilde anlaşılacaktır.
Filibeli Ahmed Hilmi’nin yaşamında “Arusiyye” tarikatine intisap ettiği bilinmektedir. Ve eserde de Muhyiddin İbn Arabi etkileri de sıklıkla görülmektedir. Dolayısıyla eseri salt felsefi ve fantastik bir eser olarak görmek onun Kuran-ı Kerim ve İslam düşünceleri ile yoğurulmuş omurgasını görmezden gelmek anlamına gelir ki bu bağlamda tasavvuf da İslam’dan ayrıymış gibi düşünülemez.
Eserin, içeriğine göre en zengin hikayesi belki de şüphesiz kadim İran’ın Belh şehrinde bir sahrada geçen savaştır. İyiliği temsil eden Hürmüz ile kötülüğü simgeleyen Ehrimen’in orduları arasındaki savaşta Raci, rehberi ile birlikte Hürmüz’ün tarafındadır. Bu iki Zerdüştlük motifi arasında geçen ve hidayet, dalalet, hak, batıl, iyi, kötü gibi kavramların mahiyetini açıklayan konuşmaların ardından savaş başlar. Savaş tamamen bir alegori harikasıdır ve tam 40 gün sürer: Tıpkı tasavvuftaki “Çile’nin süresi”nde olduğu gibi. Her iki tarafa mensup savaşçıların teke tek karşılaşmalarıyla devam eden savaşı Hürmüz’ün ordusu kazanır. Nifak’ın karşısına Muhabbet çıkar ve onu öldürür. Gazab ise Muhabbet’i yok eder. Sahneye çıkan Raci, yani Hikmet (Bilgelik) savaşçısı Gazab’ı ortadan kaldırır. Emmare (Nefs’in herkeste bulunan ve bedensel arzuların, kötülüğün emrindeki ilk mertebesi) ise bir anda güzel bir kadına dönüşerek Hikmet’i büyüler ve esir alır. Meydana son olarak bir ejderhaya binmiş haliyle Aşk çıkagelir ve Emmare hiç savaşmadan Aşk’a teslim olur. Aşk da Emmare’ye boyun büktürdükten sonra Perî-i Nur’a yönelerek ona “Yalnız senin kulunum” diye hitab etmesi Aşk’ın mahiyetinin de Allah’a ulaşmak olduğu düşüncesini sabit kılar.
“Hep ikilik birlik için, bak iki göz bir görüyor! Birlik ise dirlik için, bak iki göz bir görüyor./Ruh u cesed, arş u felek, İns ü peri, cinn ü melek! Birlik için hep bu emek, bak iki göz bir görüyor!/Şirkten eyle hazer, vaktini boş eyleme güzer, aleme eyle bir nazar, bak iki göz bir görüyor!/Sende seni, sende seni! Bil ki budur “allamenî”, birleye gör cân u teni, bak iki göz bir görüyor!”
İlgili yayınevinden eserin Türkçe sadeleştirilmiş baskısını da edinmek mümkün. Tasavvufa dair fikir edinmek ve bir vesile olması anlamıyla okuyanlarda yeni bakış açıları oluşturmasını temenni ederiz.
© Tüm hakları saklıdır.