Murat Türker
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamasında Yahudi bilim insanları, akademisyen ve sanatçıların katkısı yadsınamaz. Mustafa Kemal'in akılcı refleksiyle, yükselmekte olan Nazi zulmünden kaçan Avrupa'nın değerli beyinlerini Türkiye'ye davet etmesi aslında bir ilk değildi. Engizisyondan muzdarip Sefarad Yahudileri de yüzyıllar önce Osmanlı'ya sığınmış, coğrafyadaki mevcut mozaik daha da zenginleşmişti.
Günümüzde tek tip vatandaş yaratma hayalleri beslenedursun, yönetmenliğini Eren Önsöz'ün yaptığı Haymatloz adlı belgesel, karanlık bir geleceğe yönelmekte olan Hitler diktatörlüğünü zamanında fark edip hayatta kalmayı başaran ve aynı zamanda yeni yeni inşa edilmekte olan Türkiye projesine de temel oluşturan bir grup insana odaklanıyor. Coğrafyamızda üniversitelerin geldiği vahim durum, kazanılmış kadın haklarındaki gerileme, geleneksel sosyal ilişkileri altüst eden yapılaşma ve gittikçe kimliksizleşen şehirlerin beton ve asfalta boğulması da filmde irdelenen konulardan.
Kültür menteşesi
Hupe Film’in yapımcılığında gerçekleşen belgeselde, Yurtdışında Alman Bilim Adamlarının Acil Yardım Birliği'nin kurucusu Philip Schwartz'ın hikayesini kızından dinliyoruz. Binlerce Yahudi bilim insanını ve ailelerini mevzubahis örgüt sayesinde Almanya dışına çıkarmış olan Schwartz, Naziler’in kendinden saymadığı akademisyenleri bertaraf etme projesinden kıl payı kurtulmuştu. Sürgünün Türkiye'deki üniversite reformuyla aynı zamana denk gelmesi Atatürk ile yoğun bir işbirliğe gidilmesini sağladı. Böylece Türkiye'de arzulanan şekilde Avrupa'daki gibi üniversitelerin temeli atılmış oldu. "Yüksek düzeyde 1000 bilim insanın davet edilmesi Mustafa Kemal'in çok zekice bir satranç hamlesiydi" diyor İstanbul'daki Botanik Enstitüsü’nün kurucularından ordinaryüs profesör Alfred Heilbronn'un oğlu.
Bilim insanlarının yapılarından kaynaklanıyor olsa gerek, Yahudi diniyle mesafeli ilişkileri yüzünden İstanbul'da Noel'i kutladıklarını da hatırlıyor, kanında hem Türkiye hem Almanya'dan izler taşıyan filmin öne çıkan kahramanı. Belgeselin iki kültür arasında kolaylıkla gidip gelen anlatıcıları kendilerine "menteşe" sıfatını yakıştırıyor.
İlelebet Türkiye'de kalacaklarına inanıp problem yaşamamaları için çocuklarına Türk isimleri veren aileleri de tanıyoruz. Ankara'daki Yüksek Ziraat Enstitüsü’nün kurucusu Otto Gerngross'un başkentte doğup büyüyen torunu da melez bir evliliğin ürünü. Çok dilli ve çok kültürlü olmanın zenginliği bir yana, çocukluktaki mutluluk özellikle siyah beyaz fotoğraflardan fışkırıyor.
Cumhuriyetin temelleri atılırken Ernst E.Hirsch, İstanbul Üniversitesi’nde kurulmakta olan Ticaret Hukuku kürsüsünün başına geçip Türk Ticaret Kanunu’nun yanısıra Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu ve Üniversiteler Kanunu’nun da altına imzasını atacaktı.
Belgeselde Yahudi olmamasına rağmen Naziler'in yapıtlarını onaylamadığı ve "yozlaşmış sanatçı" yaftasını yapıştırdığı heykeltıraş Rudolf Belling'le de tanışıyoruz. Çağının ilerisinde eserler vermiş olan Belling'in Türkiye'de İsmet İnönü heykelleri ön plana çıkarılıyor. Azınlıklara ve özellikle Yahudiler’e yönelik icraatı gözönünde bulundurulduğunda, Haymatloz belgeselinde İsmet Paşa'ya ayrılan geniş süreyi filmin zaaflarından biri olarak görüyorum.
Gidişat kaygı verici
Günümüze bağlandığımızda ise Türkiye'de doğmuş olmalarına rağmen artık başka ülkelerde yaşayan filmin anlatıcılarının sık sık memleketlerini ziyarete geldiğini görüyoruz. Yerli olmalarına rağmen yabancı muamelesi görmeleri kaçınılmazdır. Kabul edilemez seviyelerde göç almış ve kimliğini yitirmiş İstanbul'da bir taksi şoförü, kent nüfusunun Yunanistan nüfusunu geçtiğini ifade ederken geçmişten kalma bir travmasını adeta dışa vuruyor, bir diğer şoförün "Duble yollar, Marmaray geçidi, metrolar…" listesiyle hükümet icraatından neyi anladığı ortaya çıkıyor.
Oysa bu memleketin kuruluş aşamasında büyük katkıları olan sürgünlerin çocukları ülkenin gidişatından kaygılı gibiler: "Türkiye'nin politik gelişimi mevcut yönde devam ederse babalarımızın kuşağınca savunulan fikir ve ilkelerin sonu olur". Kahramanlarımız değişim ve gelişmeden yana olsalar da, sayıları çoğaldıkça yozlaşan üniversiteler, kara yolu ve gökdelen terörü, haklarının bir kısmına Avrupa'dakine göre çok daha erken kavuşan kadınlara yönelik baskı gibi unsurlar tasalanmalarına sebep oluyor.
Zengin ve özenli bir prodüksiyonla kotarılmış belgeselde, yıllar önce Türkiye'den ayrılmaya karar verip ebeveyn memleketi Almanya'ya döndüklerinde "haymatloz"lara sanıldığının aksine kucak açılmadığı da ortaya çıkıyor. Çoğunluğa göre farklı olma durumu bir kez daha bir bedel olarak ödetilirken filmin sonunda, kurtardığı binlerce insana ve bilhassa Philip Schwartz'a itibarının Frankfurt Üniversitesi’nce bir anıt heykelle iade edildiğini görüyoruz.
Türkiye'yi oluşturan birbirinden farklı din, dil ve ırktan, bu "çok özel" bileşenleri tanıyıp "mermer" olmadığımızı bir kez daha teyit etmekte fayda var!