Sabahın Ucu (2011) isimli bir öykü kitabı bulunan yazar Sibel Ünal'ın ilk romanı 'Dar-ı Sır', Peri Yayınları tarafından yayımlandı. Ünal, Dar-ı Sır ve ve yazma sürecine dair Aytun Aktan'ın sorularını yanıtladı. Ünal, yazma üzerine yaptığı değerlendirmede "Yazmaya yeni başladığım zamanlar çok severek okuduğum yazarlar vardı ve bütün o konuları nereden bulduklarını merak ederdim. Ancak sonradan gördüm ki -bir yazarın da dediği gibi- her şey bize bir şeyler yazdırır. Kişisel deneyim ve gözlem bunun en iyi yanıtı. Nitekim her ağacın öyküsü onun kıymığında gizlidir, hücresine kodlanmıştır. Yaratıcının deneyimi ile içten içe bağıntılıdır yazı. Albert Camus'un dediği gibi iyi elenirlerse samimiyet tohumlarıdır bunlar. Köklerimin dilini konuşurum böylece. Bu beni cezbediyor. Kişisel deneyimim, gözlemim hep bu yönde" dedi.
Dar-ı Sır sizin ikinci kitabınız. İlk kitabınız Sabahın Ucu'ndan bugüne yazma serüveniniz nereye evrildi?
Sabahın Ucu (2011) kısa öykülerden oluşan bir öykü kitabıydı. Tema ağırlıklı olarak kadınlardı. Dünyaya kadınların gözlerinden bakan öykülerdi diyebiliriz. Onların kişisel yaşamlarını donatan şeylerle ilgiliydi; sevinçleri, heyecanları, aşkları, acıları… Kısaca kadınların varoluş sancılarıydı.
Dar-ı Sır, hem bir kadın hikâyesi hem de Rahan'ın köklerini bulma, yani bir kimlik arayışı hikâyesidir. Annesinin ölümünden sonra onun izinden, onun geçmişine -içinden çıktığı inanç topluluğuna- doğru bir yolculuk. Bu geriye yürüyüşte annesi onun hafızası olduğu kadar rehberidir de.
Romanınızda günlükler dikkat çekiyor, romanın kurgusunda günlüklerin işlevi nedir?
Metin, bugünle geçmiş arasındaki bağlantıyı günlükler üzerinden kurar. Annesi yani Sakine'nin ayak izlerine basarak köklerine tutunmaya çalışır Rahan. Yolu Seyyid Baba ve Naciye Ana'yla kesişir. Kendisini bulma, köklerine tutunma çabasında bu iki yaşlı/bilge ona yol (Reya Hakk)gösterici olurlar
Rahan, Seyyid Baba, Gözcü, Peyk, Naciye Ana isimleri sır kapısının gerisinde bizi bekleyen bir dünyayı imler gibi… Bu isimler bilinçli bir seçim mi?
Ait olduğumuz coğrafyayı ismimizde taşırız, mühürlenmiştir o bize. İsimle içinden geçtiğimiz öğretinin uzantısı oluruz. Dar-ı Sır'daki isimler de 'Ocak kültü' ne ait isimlerdir, onun timsalleri ve sözcüleridir. Ayrıca, anlatıda dili ve sözcükleri kudretli, büyülü bir ses olarak görürüm.
Büyülü bir dünyanın kapısı mı Dar-ı Sır?
Dar-ı Sır, sır kapısı anlamına gelir. Büyüsü ise bugünkü mevcut düzenden bambaşka bir kültürü, ortaklaşmacı/paylaşmacı kültürü anlatmasında. Ayrıksı olduğu için de sırlıdır.
Sır deyince, daha ilk sayfalarda okuyucuyu lâbirente benzer bir koridora sokuyorsunuz. "Nasıl olup da böylesine hızla gözden kaybolmuştu. Gizli geçitler, dehlizler, bilinmedik kapılar mı vardı?" s. 10 Yarattığınız bu atmosferin gerçeklikle bağlantısı var mı?
Alevi inancı yüzyıllarca baskı ve yok edilme tehdidiyle karşı karşıya kalmış ve topluluk yüksek, sarp dağlara sığınarak varlığını sürdürebilmiştir. Bu, bir yönüyle ocak geleneğinin orijin-has hali olan 'ortaklaşmacı' geleneği yani 'Ocak kültü'nü korumuş, ancak öte yandan Alevi bireyinin psikolojisinde daimi bir korkuya neden olmuş kanımca. Sonuç olarak, egemen/merkeziyetçi zihniyetin yayılmacı, pervasız, vahşi söylemi giderek güçlenmiş ve kontrolsüz bir saldırganlığa bürünmüştür.
'Ocak Kültü'nden biraz söz edebilir misiniz?
Her ne kadar bu konuda yetkin değilsem de şunu söyleyebilirim: Ocak kültü ya da sistemi dediğimiz, Alevi/Kızılbaş inancın sosyal örgütlülüğüdür. İskeletini böyle örmüştür. Her inançta olduğu gibi kendi sistematiği vardır pek tabi. Hem yatay hem de dikey bir örgütlülükten söz ediyorum. Hiyerarşisi, en üstte Pir, Mürşid, Rayber ve alta doğru yolun takipçisi olan Talipler yer alır. Her ne kadar yukarıdan aşağıya gibi gözükse de sosyal hayatta ilişkiler daha çok yataydır. Kimsenin kimseden üstünlüğü yoktur. Her şey saygı ve hoşgörü düzleminde ilerler. Bu da onu demokratik ve özgürlükçü kılar.
Marx, Kapital'de, "Anlatılan senin hikâyendir" der. Rahan'ın hikâyesi sizin ne kadar hikâyeniz?
Bilemiyorum, ama çocukluğumda hep merak ettiğim bir şey vardı. Neden sokakta, okulda ya da arkadaşlarımın ailelerinin söyledikleri, yapıp ettikleri, anlattıkları -Allah korkusu/günah/sevap/ oruç/namaz vb. bizim evdekinden farklıydı. Dışarısı ile içerisi arasındaki bu koca boşluk nereden kaynaklanıyordu? Bu ve benzeri pek çok sorum vardı çocukluğumda. Kapının önü ile gerisindeki bu şeyler neden örtüşmüyordu? İlk kez yakınlarımızdan birinin cenazesinde duyduğum ağıtla en keskin şekilde fark etmiştim bunu. Büyüklerimizin çok da dile getirmediği saklı/gizli bir şey olduğuna o zaman kesin olarak inanmıştım. Dışa vurulmayan, ancak çocuk algımızla sezgisel olarak hissedebildiğimiz bir şeydi bu. Büyüdükçe kazmaya başladığımda o sırlı kapıdan da girmiş oldum, o da kısmen. Çünkü ciddi bir asimilasyon, bulandırılmış bir gerçeklik vardı.
Roman, Re' ve Haq olarak iki bölümden oluşuyor. Alevilik'teki insan-doğa ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bence insanoğlu köşeye sıkışmış durumda. Bir yandan hızla ekosistemini bozuyor ve ürettiği/üretmediği ne varsa tüketiyor; öte yandan ruhsal-içsel olarak değer sisteminin içini boşaltıyor. Ama dediğiniz anlamda -en yaşanılır model- gibi bir amaç gütmedim. Şu da var ki; Alevi/Kızılbaş felsefesindeki insan/doğa ilişkisi karşılıklı ve hürmetli bir ilişkidir ve bence esas alınsa iyi bir örnekleme, iyi bir model olur. Doğanın ve insanın nefesiyle örülen bütünsel bir varoluş bu. Ama bize yapıldığı gibi başkalarının inancının karşısına dikilmeyi de abes sayarım. Böyle bir çaba içine girmem asla.
Kökleri çok eskilere giden kadim bir öğretidir Alevi inancı. Özellikle son zamanlarda alttan alta farklı kanallar kullanılarak açık/gizli bir asimilasyondan sıkça bahsedilir oldu. Sizin bu konudaki düşünceniz nedir?
Bu konularda çokça yazılıp çiziliyor. Şunu söyleyebilirim; Alevi/Kızılbaş öğretisinin iki yönü var kanımca. Bir yönüyle 'ocak kültüne' dayanan, sistematiği olan bir inanç; öte yandan onunla tutarlı ve bütünsellik içinde olan yaşama akseden bir felsefeye sahip. Ve bu felsefe özgürlükçüdür. Böyle olduğu içindir ki mevcut düzenle örtüşmez ve onun hegemonyasına girmez. Radikal bir özü, bir çekirdeği vardır kısaca. Yolu takip eden bireyin öz değerini korur ve onu düşüncede olsun, eylemde olsun kendi kendisinin hâkimi, sorumlusu kılar. Bireye inanılmaz bir özgürlük alanı yaratır böylece ve onu inancın değerleriyle örerek kontrol eder. Bir tür özdenetim sağlar yani.
Bütün bunlar ister istemez yazdıklarınıza akıyordur. Biraz da yazma/yaratma sürecinize gelelim. Bir hikâyeyi yazmaya nasıl karar veriyorsunuz?
Yazmaya yeni başladığım zamanlar çok severek okuduğum yazarlar vardı ve bütün o konuları nereden bulduklarını merak ederdim. Ancak sonradan gördüm ki -bir yazarın da dediği gibi- her şey bize bir şeyler yazdırır. Kişisel deneyim ve gözlem bunun en iyi yanıtı. Nitekim her ağacın öyküsü onun kıymığında gizlidir, hücresine kodlanmıştır. Yaratıcının deneyimi ile içten içe bağıntılıdır yazı. Albert Camus'un dediği gibi iyi elenirlerse samimiyet tohumlarıdır bunlar. Köklerimin dilini konuşurum böylece. Bu beni cezbediyor. Kişisel deneyimim, gözlemim hep bu yönde. Oraya gözümü dikerim. Hafızamda iz bırakan tecrübeleri, olayları kazı kazar gibi kazırım. Çocukken merak ettiğim bütün o şeyleri bir yumağın, bir ipin ucunu tutarcasına tutmaya çalışırım. Bir çekirdek belirir ilkten. Ve zihnim onun etrafında döner de döner. Çağırışımlar başlar ve derinleşir, sonrasında kâğıda düşer. Hikâye bu.
Dar-ı Sır'ı size yazdıran kişisel deneyim ve ailedeki gözlemleriniz mi?
Daha önce de dediğim gibi çocukluğumda -ada hayatında- içerisiyle dışarısı arasında bir sınır vardı. Kapının sınırı ya da sırrı. Her iki tarafta yaşam başka başka akıyor ve algılanıyordu. Gündelik hayatta dini, kültürel vb. bakımdan örtüşmeyen çok şey vardı. Ve bu hâl ergenliğimdeki sancıyı öylesine derinleştirdi ki bitmek bilmeyen bir 'ergenlik çağı' travmasına dönüştü. Ben kimim, neyim soruları uzun süre dönüp durmuştu zihnimde.
Bu dönemi geçtiğimde şunu gördüm; benden saklanan, açık edilmeyen-belki de beni korumak için- çok şey vardı. Ve bunlar gördüğümün ötesinde şeylerdi. Başka bir yere ait şeylerdi.
Şunu da ekleyeyim; insan ruhunun gizemli ve incelikli arayışları olmadan ne yazı yazılabilir ne de başka her hangi bir sanat yapılabilir.