“Kabataş saldırısı” tartışması, iddiaların savunucularından gazeteci Elif Çakır’ın avukatı Fidel Okan’ın “kurgu ve düzmece” açıklamalarıyla yeniden gündeme gelirken hükümete yakın 5 gazeteden 13 yazar, "Diliniz KABA, vicdanınız TAŞ" başlığıyla yayımladıkları yazıda, Elif Çakır ve saldırı iddiasını savunan diğer gazetecileri savundu.
Yeni Şafak yazarı İsmail Kılıçarslan, “Kabataş olayına inanıyor muyum? Elbette orada bir kadının taciz edildiğine inanıyorum. Fakat o tacizin kadıncağızın anlattığı şekilde gerçekleşmiş olduğuna da ihtimal vermiyorum. Ancak tabii, psikiyatri ilmini kimselere bırakmayan pek sayın Gezici arkadaşlarımızın ‘büyük travmalar sonrası gerçeklik algısının yok olması’ benzeri bir bahisten habersizmiş gibi davranmalarını da ibretlik buluyorum” dedi.
İsmail Kılıçarslan, “Kabataş olayının her iki taraf açısından da ‘siyaseten kullanmaya elverişli’ bir malzeme haline getirilmesineyse kızgınlıktan başka hiçbir duygu beslemiyorum” görüşünü dile getirdi.
İsmail Kılıçarslan’ın Yeni Şafak gazetesinin bugünkü (7 Mart 2015) nüshasında yayımlanan, “Kabataş’ı yazmak” başlıklı yazısı şöyle:
Gezi olaylarının ilk günüydü. Sosyal medyada bazılarını tanıdığım, bazılarının da kim olduklarını bildiğim birçok insan ‘Taksim meydanında ölüler var, yüzlerce yaralı söz konusu, tomalar üzerimize ne olduğunu anlamadığımız bir kimyasal sıkıyor’ yazdılar. Ben hiç duraksamadan dönemin İstanbul valisine, başbakanına ve cumhurbaşkanına çağrı yapıp ‘bu çılgınlığı durdurun, insanları öldürmeyi bırakın’ yazdım.
Polisin değil gerçek mermi, ‘aşırı’ olarak nitelenebilecek her türlü güç kullanmasını açık şekilde lanetledim.
Kabataş’ta bir grup eylemci camiye girdiklerinde bunu sert şekilde eleştiren mahalleme dönüp, her türlü riski de göze alarak, ‘orası Allah’ın evidir. İçeride ne yapmış olurlarsa olsunlar, zor durumda kalıp Allah’ın evine sığınan insanlara bu sözleri söyleyemeyiz’ dedim.
‘Dünyanın hiçbir ideolojisi komşumuzun hakkından üstün değil’ yazdığımı da hatırlıyorum, ‘birbirimize düşman gözlerle bakacağımız bir korku filminde rol almak istemiyorum’ yazdığımı da...
Aradan onca zaman geçti. Bana Gezi olayları her sorulduğunda duraksamadan ‘Gezi’yi anlamak için hiç çaba sarf etmedik/etmiyoruz. Oysa Gezi’yi anlamak ve anlamlandırmak Türkiye için çok önemli’ dedim. Gezi’yi sadece faiz lobisiyle ya da sadece dış mihraklar teorisiyle açıklamak meseleyi büyük oranda ıskalamaktır’ fikrini savundum. Bütün bunları da ‘yandaş’ diye kolayca nitelenen televizyon ekranlarından yaptım genellikle.
Tabii ki ne söylersem söyleyeyim, neredeyse bütün Geziciler için ‘yandaş, yalaka, satılmış’ kelimeleriyle damgalanmış durumdaydım. Diğer yandan da kendini ‘öz hakiki yandaş’ sayan bazıları açısından ismim ‘Gezici’ olarak kaydedilmişti bile. Hatta doğrudan hakkımda yazılar yazıldı, tweetler atıldı, hedef gösterildim.
Sonradan Gezi olayı ile ilgili olarak karşıma çıkarılan cümlelerim hep bağlamından koparılmış, söylediklerimi çarpıtmak üzere kurgulanan şeyler oldu. Eh, Türkiye’nin durumu artık bu galiba... Kimsenin ‘iyiliği görmek’ isimli bir derdi kalmadı. Herkes kötülüğün peşinde...
Peki, bütün bunları niçin böyle yaptım? Şu ‘yaranma çağı’nda, kimseye yaranamayacağım bu zorlu yolu niçin seçtim?
Benim açımdan cevabı pek basit bu soruların: Çünkü hayatımda bir süredir en çok önemsediğim şey ‘ahlaken durduğum yerin sıhhatinden emin olmak’ da ondan. Ahlaken durduğunuz yerin sıhhatinden emin olmak sizi aynı zamanda ‘siyaseten durduğunuz yerin sıhhatinden kuşku duymaya’ da götürür, götürmelidir. Gerçi, laf aramızda, siyaseten durulan yerin sıhhatinden emin olmanın insana sağladığı kafa konforunu da zaman zaman arzu etmiyor değilim. Muazzam bir ‘güçlülük duygusu’ sağlıyor çünkü. Sonra hemen geçiyor ama bu isteğim. Zira bu dünyaya güçlü olarak ölmeye değil haklı olarak can verebilmeye geldim. İnşallah buna gücüm yeter.
Bir süredir ‘Kabataş’ta saldırıya uğrayan kadın’ meselesi üzerinden olan biteni hayretle izliyorum. Tartışmayı sadece ‘olayın videosu var mı’ sersemliğine indirgemeyi de, ‘hazır elimize fırsat geçmişken şu Gezicilerin ne kötü insanlar olduklarını yüzlerine vuralım’ kolaycılığını da anlayamıyorum. Hele ‘yangını bulduk, şu körüğü verin bakayım’ diyen birilerinin varlığını artık tiksindirici buluyorum.
Peki, şimdi o kritik soruyu sorun hadi bakalım bana. ‘Onu bunu bırak da sence bu Kabataş olayı gerçek mi değil mi, onu söyle’ deyin.
Gezi’nin en hızlı günlerinde eşim ve çocuğumla taksideydim. Acıbadem’de bir grup yol kesmiş, eylem yapıyorlardı. Mustafa Kemal’in askerleriydiler. Gruptan birileri, bir başörtülü kadının arabasını sallamaya, ona hakaretler yağdırmaya başladı. Bir an taksiden inmeyi, olaya müdahale etmeyi düşündüm. Ardından gruptan birilerinin uyarısıyla kadıncağızın arabasını sallamayı bıraktılar. Yol açıldı ve evimize ulaşabildik.
O günün akşamında Ankara’da yaşayan bir arkadaşıma olayı anlatınca o da bana anlattığım olayın aynısını o gün kız kardeşine de yaptıklarını, hatta arabasının camını kırdıklarını anlattı.
6 Temmuz 2013 gününün Hürriyet gazetesinde okuduğumuz Ayşe Arman imzalı söyleşiden de şunu öğrendik mesela: Maltepe’de Yeşim Sönmez isimli bir başörtülü kadının ve 9 yaşındaki kızının etrafı çevrilmiş ve kafalarına tavalarla vurulmuştu. Tava, kafa, 9 yaşında kız... Nasıl? Yan yana pek güzel durdular değil mi?
Soru neydi bu arada? Hah. Kabataş olayına inanıyor muyum? Elbette orada bir kadının taciz edildiğine inanıyorum. Fakat o tacizin kadıncağızın anlattığı şekilde gerçekleşmiş olduğuna da ihtimal vermiyorum. Ancak tabii, psikiyatri ilmini kimselere bırakmayan pek sayın Gezici arkadaşlarımızın ‘büyük travmalar sonrası gerçeklik algısının yok olması’ benzeri bir bahisten habersizmiş gibi davranmalarını da ibretlik buluyorum.
İbretlik bulduğum bir başka grup ise, Elif Çakır, Halime Kökçe, Balçiçek İlter gibi isimleri ‘elinde adli tıp raporu bulunan ve uğradığı tacizi anlatan’ bir kadını dinleyip haber yapmak suçundan yargılayan medya mensupları. Hele nerdeyse pornografik bir şehvetle ‘video var mı video’ demiyorlar mı, ‘pes artık’ diyorum.
Kabataş olayının her iki taraf açısından da ‘siyaseten kullanmaya elverişli’ bir malzeme haline getirilmesineyse kızgınlıktan başka hiçbir duygu beslemiyorum.
Yeri geldi, söyleyeyim. Kabataş olayının, Özgecan olayının, Berkin olayının, Burak Can olayının ‘olabileceğini’ düşünmeyen neredeyse hiç kimse yaşamıyor artık Türkiye’de. Asıl büyük çaresizliğimiz bu.
Ne diyordu Kazancakis: ‘Seni gidi Allah’ın garibi seni. Yine kimseye yaranamadın di mi? Öğrenemeyeceksin bu işleri. Kafanı yastığa değil ideolojiye gömsene evladım. Daha kolay olacak her şey.’