25 Kasım 2014 12:15
İslamcı sosyolog Süheyb Öğüt’ün “Alevilere özür borçluyuz” adlı yazısının okunmasını tavsiye eden Yeni Şafak yazarı İsmail Kılıçarslan, "Ben, bütün bu yaşananlardan sonra Alevilerin nasıl CHP’li olabildiklerine hep şaşmışımdır" diyen Başbakan Ahmet Davutoğlu'nu isim vermeden eleştirerek, “Süheyb Öğüt ‘ırkçı Sünni’ diye bir kavramsallaştırma yapıyor ve bu kavramsallaştırmada da son derece haklı. Haklı, zira Osmanlı’nın genelde Türkmenlere, özelde Alevilere reva gördüğü 400 yıllık muameleyi yok sayıp ‘Bu Aleviler niçin kendilerini Dersim’de öldüren CHP’ye oy verir ki?’ diye sormak cidden saçma” dedi.
Kılıçarslan, “Şunun adını şöylece koyalım. Alevilik, neredeyse 400 yıldır ‘öteki’ olarak konumlanmış ve bu konumlanmanın bütün acılarını yaşamış bir kimlik” görüşünü dile getirdi.
İsmail Kılıçarslan’ın Yeni Şafak gazetesinin bugünkü (25 Kasım 2014) nüshasında yayımlanan, “Açılım değil toplumsal barış” başlıklı yazısı şöyle:
Sevgili Süheyb Öğüt, ‘Alevilere özür borçluyuz’ isimli şahane bir yazı kaleme aldı. Tamamının okunmasında büyük yarar gördüğüm bu yazının en dikkat çekici paragraflarından birinde şunları söylüyordu Süheyb: ‘Irkçı Sünni'ye göre Alevi ‘mum söndü’ yapar; yediği yemeğe tükürür; pistir ve Müslüman olmadığı gibi Müslüman olması için de altındaki taşı eritene kadar gusül abdest alması gerekmektedir. Kısaca ırkçı Sünni için Alevi aşırı ‘keyif’ yüklü bir ‘keyif hırsızı’dır.’
Süheyb Öğüt ‘ırkçı Sünni’ diye bir kavramsallaştırma yapıyor ve bu kavramsallaştırmada da son derece haklı. Haklı, zira Osmanlı’nın genelde Türkmenlere, özelde Alevilere reva gördüğü 400 yıllık muameleyi yok sayıp ‘Bu Aleviler niçin kendilerini Dersim’de öldüren CHP’ye oy verir ki?’ diye sormak cidden saçma.
Şunun adını şöylece koyalım. Alevilik, neredeyse 400 yıldır ‘öteki’ olarak konumlanmış ve bu konumlanmanın bütün acılarını yaşamış bir kimlik.
Süheyb’in yazısını okumaya devam edelim: ‘Alevilerin mukîm olduklarını bildiğim pek çok Anadolu şehrinde Sünnilerin Ermeni, Yahudi ve Rumlarla şehir merkezinde uzun bir zaman boyunca bir arada yaşadıklarını ve fakat Alevileri, değil şehir merkezine kabul etmek onlara selam bile vermediklerini biliyorum. Bir Müslüman için bundan daha büyük bir utanç olabilir mi?! Ebu Cehil’in bile ayağına defâlarca giden bir Peygamber’in(sav) ümmeti olduğunu söyleyenler, İslam’ı muayyen noktalarda nakzettiklerini düşündükleri, o (‘eline, beline, diline hakim ol’ diyen) müeddep insanlarla nasıl irtibatlarını keserler?’
İşte geldik meselenin ek yerine. Osmanlı sonrası kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin ‘makbul vatandaş’ anlayışında Alevilerin Sünni gibi yaşayacağı, Sünnilerin de ‘seküler yaratıklara’ dönüştürüleceği bir düzlem öngörüldü. Güya Alevileri ‘vatandaş’ olarak gören idare-i cumhuriyet, bir yandan kendi resmi partisinin oy deposu olarak Alevileri gördü, bir yandan da Alevilerin ‘temsil ve hak sorunu’ için neredeyse hiçbir şey yapmadı. Cemevlerini kapatan, Diyanet teşkilatını bütünüyle Sünnileri temsil eden bir yapı olarak kurgulayan, Alevi dedelerini dikkate bile almayan Mustafa Kemal Atatürk’ün kendisi değil mi?
Demem o ki, Sünnilerle Alevilerin bir arada yaşamasını engelleyen, iki kimliği birbirine düşman olarak kurgulayan ve bunu da maalesef başaran o ‘kafa’ Osmanlı’dan bu yana hiçbir kesintiye uğramadan gelmiş bir kafadır.
Bir kez söylemiş idim, yine de söyleyeyim: ‘Bana ne kimin neye inandığından?’
Alevilerin kendilerini nasıl ve ne olarak tanımladıkları benim için sadece bir entelektüel merak konusudur, bir gram fazlası değil. İster ‘İslam’ın bir yorumudur’ desinler, ister ‘mezhep’ desinler, ister ‘tarikat’ desinler. Bana ne?
Doğrusu, bir Sünni olarak Alevilerle ilgili beni ilgilendiren tek şey, bir ‘vatandaş’ olarak Alevilerin bir Sünni ile eşit şartlarda konumlandırılmasıdır. Hepsi bu.
Bu bakımdan, Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun Tunceli ziyaretinde yaptığı konuşmaları o denli yerli yerinde, o denli önemli buldum ki. Çok net bir mesaj verdi orada Davutoğlu. Dedi ki: ‘Tek taraflı bir empoze değil... ‘Benim dünyamın, benim düşüncelerimin, benim iddialarımın farkındaysan sana saygı duyarım’ değil. Yeni bir kültürel alan inşa edelim. Ya ayrıştırıcı olacağız, ‘biz ve siz’ diyeceğiz ya da içselleştirici bir dil kullanacağız.’
Bu meselenin halli için psikolojik eşiğin aşılması, zihni faaliyetlerin çoğaltılması ve eşit vatandaşlık bilinci adımlarını önemsediğini söyleyen Başbakan, anlaşılan o ki Alevilerin sorunlarının aşılması için ciddi bir sorumluluk yüklenecek. Bu durumda biz Sünnilere düşense ‘kendin için istediğini Müslüman kardeşin için de istemezsen...’ hükmünden hareketle Alevilerin haklarının verilmesi için Ahmet Davutoğlu başta olmak üzere bu meseleyi kendine dert edinmiş herkese kesintisiz destek vermektir.
Ben, Aleviler için kullanılan ‘açılım’ kavramı yerine ‘toplumsal barış’ kavramını tercih ediyorum. Zira bu toplumsal barışı sağlayamadan ‘hedefleri, idealleri, amaçları’ olan bir ülke haline gelemeyeceğimizi ta yüreğimde hissediyorum.
Ne diyordu Süheyb Öğüt: ‘Ve artık Alevi’nin karşısına geçtiğimizde ilk işimiz Alevi’nin bizim gözümüzdeki ontolojik ve epistemolojik tutarsızlıklarını kendisine haykırmaya çalışmak olmamalıdır. Bunun yerine evvela hakkında kurulmuş olan kadim ırkçı fantezilerden ne kadar utandığımızı, kendisine ne kadar mahcup hissettiğimizi anlatmak mecburiyetindeyiz. Şayet tebliğ ve temsil edeceksen; ve Alevi’nin de kendisini tebliğ ve temsil etmesine müsaade edeceksen Müslüman kardeşim, bunun tek yolu budur!’
İsmail Kılıçarslan’ın yazısında sözünü ettiği, Süheyb Öğüt’ün kişisel bloğunda yayınladığı ‘Alevilere özür borçluyuz’ başlıklı yazı şöyle:
Irkçılık meselesini çalışmış olanlar bilir: Modern-öncesi dönemde misalleri olmakla beraber ırkçılık, genel olarak modern bir ideolojidir. Zira ırkçılık, modern dönemle beraber diğer bütün ideolojilerin temel referanslarını belirleyen bir paradigma; bütün bir siyasi alanı hegemonize eden nihai bir Hüküm; şehir teşkilatlanmasından bilim ve sanata, günlük siyasi söylemlerden beden siyasalarına kadar hayatın en merkezi unsurlarını neredeyse tek bir mantık etrafında örgütleyen bir dispozitif haline gelmiştir. Yani modernite (ya da bizim Kemalistlerin ifadesiyle “çağdaşlık”) demek ırkçılık demektir.
Fakat söz konusu olan Alevilik olduğu zaman Sünnilerin Alevilere bakışının tâ modern-öncesi dönemden beri ırkçıklıkla mâlûl olduğunu, Sünnilerin Alevilerle olan ideolojik ilişkilerinin paradigmasının hep ırkçılık tarafından teşkil edildiğini görüyoruz!
Burada Aleviler hakkında üretilen ırkçı söylemleri yazacağım için kendimi çok kötü hissediyorum. Ama bazılarının “Sünnilerin ne alakası var ırkçılıkla?” diye soracaklarından eminim ve bu yüzden istiyorum ki Aleviler üzerine asırlardır kurulan söylemlerin dibine kadar ırkçı oldukları tescil edilsin de bu kişiler böyle sorular sormaktan hayâ etsinler artık. Alevi kardeşimlerden şimdiden özür diliyor, affımı istirham ediyorum.
Irkçı Sünniye göre Alevi “mum söndü” yapar; yediği yemeğe tükürür; pistir; ve Müslüman olmadığı gibi Müslüman olması için de altındaki taşı eritene kadar gusül abdest alması gerekmektedir. Kısaca ırkçı Sünni için Alevi aşırı “keyif” yüklü bir “keyif hırsızı”dır.
“Keyif”ten neyi kastettiğimizi izah etmeden önce belirtelim ki Umberto Eco'dan öğrendiğimiz kadarıyla Orta Çağ Avrupasında Katoliklerce heretik (sapkın) ilan edilen gizli (kalmaya zorlanan) tarikatların mensupları hakkında da başta “mum söndü” olmak üzere aynı türden ırkçı söylemler üretilmiştir.
Gelelim “keyif” meselesine. Lacan'a göre “keyif” “haz”dan farklıdır, “haz ilkesi”nin ötesindedir ve bu sebeple acıyla karışık imkansız bir hazza tevafuk etmektedir. Frued'un mefhumlaştırdığı “haz ilkesi” ise kısaca “acıyı asgarileştirme ve hazzı âzamileştirme” ilkesidir diyebiliriz. Mesela yemek yediğimizde haz alırız. Daha çok yersek daha çok haz alırız. Lâkin bu, ne kadar çok yersek o kadar çok haz alacağımız mânâsına gelmez. Bir noktadan sonra çatlayacak hale gelir, acı çekmeye başlarız. Dolayısıyla “normal” insanlar acı çekmeyecekleri ve hazzı da âzami seviyede yaşayacakları ölçüde yemek yer ve böylece muayyen bir hazdan feragat edip muayyen bir acıdan da kendilerini muhafaza ederler.
“Patolojik” olan insanlar ise haz ilkesinin ötesine geçmeye çalışırlar. Haz ilkesi; dinin, hukukun ve örfün temel direğidir; Yasa'nın temel işlevi, haz ilkesini tesis etmek ve insanın her istediğini yapmasına mâni olmaktır. Halbuki insan istese de her istediğini yapamaz. Zaten-imkansız-olanın yasaklanması insanda nevrotik bir yanılsamaya sebep olur: Madem ki haz ilkesinin ötesine geçmek yasaktır, o zaman bu, onun gerçekten bir ötesinin olduğu, haz ilkesinde elde edemediğimiz mutlak hazzın bu ötede mevcut olduğuna delalet etmektedir. Halbuki haz ilkesinin ötesinde hiçbir Şey yoktur. Ya da haz ilkesinin ötesinde var olan tam da bir Şey'dir; simgeselleştirilemeyen, aklileştirilemeyen, nufüz edilemeyen, yasalaştırılamayan, karar verilemeyen, şartlandırılamayan (hiç)bir Şey.
Şey'in ontolojik statüsü böyle olduğu için kendisi, muayyen bir tekinsizlik ihsas ederek hem insanlarda korku, hem de haz ilkesinin ötesinde olduğu varsayıldığı için mutlak bir keyfi ihsas ederek tutkulu bir arzu husule getirir. İşte Lacan'ın “keyif” adını verdiği şey, tam da Şey'in kendisidir; içi acı ve haz dolu bir Gerçek çekirdeğidir. Ona hiçbir zaman ulaşamayız. Ne zaman haz ilkesinin ötesine geçip muayyen kısmî bir keyif elde etsek, biz hep bu kısmî keyifin ötesinde (mutlak) bir keyif olduğu vehmine kapılır ve de patolojikleştiğimiz nispette daha öteye gitmeye çalışırız.
Haz ilkesinin ötesine geçmek (dinî, ahlakî, hukukî ve örfî) Yasa'yla yasaklandığı ve yasağın kendisi yasaklananın (“keyif”in) mümkün olduğuna dair muayyen bir yanılsama husule getirdiği için, biz Yasa'nın ötesine geçenlerin keyfe ulaştıkları fantezisini kurarız. Peki kimler Yasa'nın ötesine geçerler? Sadece katiller, hayat kadınları, uyuşturucu kullanıcıları, egemen iktidarlar değil, aynı zamanda bizim örfümüzün (inanışımız, cemaatimizin vs.) dışında kalıp bizim Yasamıza tâbi olmayanlar.
Kendi cemaatini/cemiyetini ve hayat tarzını takdis edip, kendi cemaatinin dışında kalan (menfi) ötekisini zelilleştiren ırkçı, ötekisini içtimai nizamı tesis eden Yasa'yı ihlal eden tekinsiz bir figür olarak telakki eder. Bu tekinsiz istisna, içtimai ahengi her daim tehdit eden zaptedilemez mülhak, elbette ki keyif içinde yüzmektedir, zira kendisi Yasa'nın, cemaatin ve dolayısıyla haz ilkesinin ötesindedir.
Böylece ırkçı, kendi ötekisinin sürekli olarak Yasayı ihlal etmek suretiyle keyifle iştigal ettiğine dair fantezi kurmaya başlar: Evvela zelil ötekinin, temel Yasa(k) olan ensest yasağını ihlal ettiğini ve bu suretle keyfe ulaştığını tahayyül eder; “Aleviler babalarının kızlarıyla bile ilişkiye girebildikleri mum söndü orjileri yapıyorlar” der. Sonra da iş, Alevilerin yedikleri yemeğe tükürmelerine kadar gider.
Böylesi tekinsiz figürlerle beraber olmak, ırkçı Sünni için katiyen mümkün değildir. Sünni, Alevi'yle beraber yaşamadığı müddetçe, Alevi hakkında daha fazla ırkçı fanteziler kurma imkanına sahip olmaktadır. Ne kadar Alevi'yi tanımazsa o kadar Alevi hakkında fikir (!) sahibi olmakta, onun hakkında o nispette fantezi kurmaktadır. Hele bir de Yavuz döneminden beri Alevilerin tahakkuk eden zalim siyasalar neticesinde en uç dağ köylerinde gözlerden ırak yaşadığı düşünülürse, Sünni'nin neden bu kadar uzun süre rahat rahat Aleviyi aşırı keyif yüklü, zelil ve tekinsiz bir öteki olarak tahayyül ettiğini anlamak hiç de güç olmayacaktır.
Alevilerin mukîm olduklarını bildiğim pek çok Anadolu şehrinde Sünnilerin Ermeni, Yahudi ve Rumlarla şehir merkezinde uzun bir zaman boyunca bir arada yaşadıklarını ve fakat Alevileri, değil şehir merkezine kabul etmek onlara selam bile vermediklerini biliyorum. Bir Müslüman için bundan daha büyük bir utanç olabilir mi?! Ebu Cehil'in bile ayağına defâlarca giden bir Peygamber'in (sav) ümmeti olduğunu söyleyenler, İslam'ı muayyen noktalarda nakzettiklerini düşündükleri, o (“Eline, beline, diline hakim ol” diyen) müeddep insanlarla nasıl irtibatlarını keserler?
Şehirleşmeyle beraber Alevilerle Sünniler -çok yakın olmasa da- bir arada yaşamak mecburiyetinde kaldılar da ırkçı fanteziler yavaş yavaş yok olmaya başladı elhamdülillah. Peki tamamen bitti mi? Maalesef hayır! Şimdilerde hiçbir Sünni'nin ağzından böyle iğrenç ırkçı fantezi söylemleri duyamazsınız. Çünkü kendileri bilhassa büyük Öteki'den (siyasi/simgesel düzenden) utanırlar. Bunun yerine Aleviler hakkında “Stockholm Sendromu” gibi ırkçı söylemler kurmayı tercih ederler.
Alevilerin kahir ekseriyetinin CHP seçmeni olduğu herkesin mâlumu. CHP'nin de Alevileri Dersim'de çoluk çocuk demeden katlettiği, Sünnilerle beraber onların tekkelerini de kapattığı ve onları artık İslam'la bir alakası kalmamış olan yeni devlet (diyanet) dininin içinde asimile etmeye çalıştığı da herkesin mâlumu. Şayet bu mâlûmattan hareketle Alevilerin Stockholm Sendromu yaşadıklarını söylerseniz pek çok “aydın” gibi, -istediğiniz kadar yırtının “Aleviler kardeşimdir” diye- bu, sizin hâlâ kendinizi ırkçılıktan kurtarmadığınız mânâsına gelmektedir.
Zira siz bunu söylediğinizde zımnen “Bu Aleviler öyle kötü, öyle salak ki kendi katillerine âşık oluyorlar” demiş oluyorsunuz. Halbuki bu yaklaşımın kendisi, tam da bu ırkçılığın esasını teşkil etmektedir! Zira Alevi'nin bütün zulmüne rağmen hâlâ CHP'ye oy vermesinin asıl sebebi, onun kötü olması değil, bilakis onun denize düşüp yılana sarılmayı tercih etmesidir. Alevilerin maruz kaldıkları ırkçı nefreti nazar-ı itibara alacak olursanız, aslında bunun o kadar da absürt bir durum olmadığını idrak edersiniz. Alevi -doğru ya da yanlış- Sünni'nin CHP'den daha fazla zalim olduğunu düşünüyor ve tam da bu yüzden CHP'ye oy vermeye devam ediyor. Başka bir ifadeyle Alevilerin Kemalistleşmesinin yegâne müsebbibi Sünnilerdir!
Alevi'nin bu algısını değiştirecek olan da ancak Sünnilerdir. Sünni'nin yapması gereken ilk şey de Alevi'yle muhabbet ilişkisi tesis etmektir (Ramazan'da ve Muharrem'de Alevi kardeşimlerimizle iftar programları tertip eden STK'lardan Allah razı olsun). Yani Sünni, Alevi'nin ötekisi olan bir “Sünni” gibi değil, Sünnet-i Seniyye'ye uygun amel eden ve zalimden başkasını (menfi) öteki olarak kabûl etmeyen bir Müslüman gibi davranmalıdır. Alevi'ye karşı üretilen bütün ırkçı söylem ve fantezileri tescil ve tel'in etmelidir. Bunu Alevilerin oyunu alıp siyasette başarılı olmak için değil, sadece ve sadece Allah'ın rızasını kazanmak için yapmalıdır!
Hükümetin konu ettiğimiz ırkçılığın panzehirlerinden biri olan Alevi açılımını (bu açılımda büyük pay sahibi olan muhterem hocam, dostum, ağabeyim Doç. Dr Necdet Subaşı'ndan Allah razı olsun) sonuna kadar destekliyorum. Büyük bir tecdid niteliğindedir. “Diyanet kalkmadan Aleviler özgürleşmez” deyip bu güzel açılımın kürtajını yapmaya kalkanları da şiddetle ve hiddetle kınıyorum. Bununla beraber hükümetin ve AK Parti seçmenin bilmesi gerekiyor ki Alevilerle sırf bu türden açılımlar vasıtasıyla barışmak mümkün değil. Diyorum ya evvela muhabbeti tesis etmemiz lazım.
Ve artık Alevi'nin karşısına geçtiğimizde ilk işimiz Alevi'nin bizim gözümüzdeki ontolojik ve epistemolojik tutarsızlıklarını kendisine haykırmaya çalışmak olmamalıdır. Bunun yerine evvela hakkında kurulmuş olan kadim ırkçı fantezilerden ne kadar utandığımızı, kendisine ne kadar mahcup hissettiğimizi anlatmak mecburiyetindeyiz. Şayet tebliğ ve temsil edeceksen, ve Alevi'nin de kendisini tebliğ ve temsil etmesine müsaade edeceksen Müslüman kardeşim, bunun tek yolu budur!
Bir sürü kişinin “Alevilerde hiç mi Sünni ırkçılığı yok?”, “Aleviler bilhassa cumhuriyet döneminde hiç mi Sünnilere o eklemlendikleri devlet iktidarıyla zulmetmedi?” dediğini duyar gibiyim. Birincisi, hegemon/majör bir kitlenin ırkçılığından bahsedildiğinde, bu kitlenin ırkçı nefretlerinin nesnesi olan madun/minör cemaatin de ırkçı olup olmadığı sorulmaz. Nitekim, hegemon Kemalistlerin Müslüman ırkçılıkları mevzubahis edildiğinde “Peki Müslümanlarda hiç mi ırkçılık yok?” diye sormak da caiz değildir. Zira bu türden sorular mezkur cemaatler arasında simetrik ilişkiler varmış intibâı yaratır. İkincisi, Alevilerin de ırkçı olması Sünnilerin kahir ekseriyetinde asırlaca sürmüş bir Alevi ırkçılığı olduğu gerçeğini değiştirmez. Üçüncüsü, bu meseleyle asıl ilgilenmesi gerekenler Alevi entelektüellerdir. Son beş asırın ve belki de daha fazlasının toz duman ettiği bir ortamda Alevi kardeşime şimdilik bu hususta söyleyecek hiçbir sözüm yok.
Allah hepimizi Şeytan'ın mirası olan ırkçılıktan muhafaza eylesin.
© Tüm hakları saklıdır.