Kültür-Sanat

'Yiğidin kamçısı ve beş bin yıllık sorular'

'Özlemleri ile fırsatları arasındaki boşlukta kendi üzerine kapanıp kalmayı reddeden meraklılara, David Graeber’la uzun bir seans öneriyorum'

31 Mart 2012 22:49

Yasemin Çongar

(Taraf, 31 Mart 2012)

Başlangıçta şiddet vardı. Başlangıçta borç vardı. Bugünü kavrama çabasıyla başlangıca uzanan bir kitap okuyorum şimdi. Âdil bir küreselleşme ihtimali üzerine, “devlet” ve “piyasa” kavramlarının birer deli gömleği misali zihinlerimizi bağlamasına izin vermeden düşünmenin yolunu ararken, “Buraya nasıl vardık” sorusunu kendine kılavuz edinmiş bir kitap.
 
İlhamı “işgalciler” verdi. Şimdilik tek kelimeye, üstelik de “işgal” (occupy) gibi zorbalık çağrıştıran bir kelimeye sığdıklarına bakmayın siz. Onlardan öğrenebileceğimiz çok değerli bir şey var: Kuzey Amerika’da ve başka yerlerde, “Biz yüzde doksan dokuzuz” diyerek, parkları, meydanları, caddeleri tehditkâr olmayan bir kararlılıkla doldururken, kendi aralarındaki “siyasi anlaşmazlıkların berraklaşmaya, olgunlaşmaya ve yön bulmaya engel değil yardımcı olduğu” inancıyla hareket ediyorlar. 
 
Ertesi günümüzü bilemem ama yarınımız, geçen asırdaki nice siyasi hareketin bireyi mecbur kıldığı aynılaşmaya, tekilleşmeye hepten direnirken, özlemlerinin geniş ufku ile fırsatlarının dar sınırı itibarıyla “yüzde doksan dokuzun parçası” olduğunu da idrak etmiş olanlarımızın “bugünü” nasıl geçirdiğine göre şekillenecek bence.
 
1999’da Seattle’da sokakları keserek Dünya Ticaret Örgütü’nü protesto edenlerin başlattığı hareket, günlük haber dilinde “küreselleşme karşıtları” deyip geçilen eylemcilerden ve “yeniyi kurmaktan ziyade, mevcudu yıkmaya dönük” gibi algılanan eylemlerden oluşuyordu. Oysa, bugün yerküreye yayılmış olan “küresel adalet ve vicdan” taleplerinin harcında o eylemcilerin ve eylemlerin “dönüştürücü” etkisini görmemek imkânsız. Şimdi, aynı şekilde, hareketin bizatihî “mesaj” işlevini gördüğü bir süreçten geçiyoruz ve “işgalciler”in uçurumun tepesinden kendilerine bakan imtiyazlı “yüzde bir”e hatırlattığı gerçek de, her şeyden önce eşitsizlik keyfiyetinin kendisi ve bu keyfiyete itiraz etmenin ahlakî üstünlüğüdür.
 
 

İnsanlar arasındaki rabıta olarak para

 
 
İşgal Hareketi (Occupy Movement ), hepi topu altı aydır, o da aralıklarla sesini duyursa da, içinde yaşadığımız tarihsel ânın sahipleri arasına kendini katmayı başardı. Harekete, sadece günceli belirleyen bir dinamik olarak değil, “geleceğin harcına katkı sağlayan” bir disiplin gözüyle bakanlar giderek artıyor. Columbia Üniversitesi antropoloji profesörü Hannah Appel, mesela, bu sömestr, uygulamalı bir “Wall Street’i İşgal Et” dersi vermeye başladı. 
 
Dersin online olmasını çok isterdim doğrusu. Zira Occupy’ın bir fikirden ziyade, bir farkındalıktan yola çıkmasını ve dört başı mâmur devrimci bir program yerine dönüşüm imkânlarının araştırılmasına yönelik kuvvetli bir niyet beyanı sunmasını –benim gibi— önemseyenlerin, geçtiğimiz sonbahardaki Wall Street protestolarının kamp yeri olan Zuccotti Park’ın “gazilerinden” Appel’i dinlemeyi, onunla tartışmayı ve onunla anlaşmazlığa düşerek berraklaşmayı özellikle seveceklerini sanıyorum. Belki de yakında, Appel’in ders notları siberuzayda seyrüsefere başlar, kimbilir.
 
Ben şimdilik, özlemleri ile fırsatları arasındaki boşlukta kendi üzerine kapanıp kalmayı reddeden meraklılara, David Graeber’la uzun bir seans öneriyorum. Elimdeki kitap bu iş için birebir; adı Debt: The First Five Thousand Years (Borç: İlk Beş Bin Yıl) ve adına uygun şekilde sizi İsa’dan üç bin küsur yıl öncesinden bugüne taşırken, öncelikle “bir soyutlama, bir ölçü, insanlar arasındaki bir rabıta” olarak ele aldığı parayı –daha doğrusu “sanal para”yı– takip ediyor.
 
Graeber’ın kişisel hikâyesini biliyor olabilirsiniz. 1961 New York doğumlu bu ünlü antropolog, Zuccotti Park eylemi vesilesiyle Batı’da uzun süre gündemde kaldı. Amerikan Tekstil İşçileri Sendikası’nda aktif olarak çalışmış işçi bir anne ile İspanya İç Savaşı’na katılmış ve ABD Komünist Partisi’nde görev almış, yine işçi bir babanın çocuğu olan Graeber, zekâsını ödüllendiren burslar sayesinde parlak bir eğitim ve akademik kariyer yapma şansına sahip olmuş, ancak daha sonra müesses nizama toslamış bir adam.
 
Graeber, Yale Üniversitesi’nde sekiz yıl ders vermiş, 2006’da doçentlik sırası geldiğinde ise sözleşmesinin yenilenmemesi üzerine büyük bir kavgaya girmişti. Üniversite siyasi mülahazlarla hareket ettiğini sonuna kadar reddetse de, on altı yaşından itibaren kendini “anarşist” olarak tanımlayan ve on yıldır Alter-Globalisation (alternatif küreselleşme) hareketinin öncüleri arasında yer alan Graeber’ın, Yale elitine “aykırı” düştüğü anlaşılıyor. 
 
Üniversitenin, Graeber’ı gönderme kararını 4500’den fazla akademisyen imza vererek protesto etti; Britanyalı tanınmış antropolog Maurice Bloch, Yale’e yazdığı mektupta, “Graeber’ın kendi kuşağının en iyi antropolojik teorisyeni olduğunu düşünüyorum” dedi. Sonuç değişmedi, ama Graeber ertesi yıl London School of Economics’te, prestijli Malinowski Konferansı’nı vermeye çağrıldı, şu anda da Londra Üniversitesi’nde hocalık yapıyor. Tabii, “Biz yüzde doksan dokuzuz” sloganının Graeber’a ait olduğunu da belirtmeliyim.
 
Debt ise bir aktivistin değil, bir akademisyenin kitabı; sloganlardan ziyade sorularla ilerliyor, tezlerini beşerî tarihe ilişkin fiziksel bulguların, saha çalışmalarının üzerine kuruyor. “Borcun ilk beş bin yılı” deyince akla küresel mali sistemin evriminin kuru bir kronolojisi gelmesin; Graeber geriye gittiği kadar derine de inerek, her türlü kavramı basitleştirerek yazıyor, onun bütün tariflerinde önce insanı görüyorsunuz. “Borç” kelimesini mesela, “Birbirini esas olarak çok farklı türden iki varlık olarak görmeyen, birbirinin en azından potansiyel düzeyde eşiti olan ve hâlihazırda bir eşitlik konumunda bulunmayan, ancak bu meseleyi çözüme kavuşturmalarının bir yolu olan iki insan arasındaki ilişki” diye tanımlıyor. 
 
Bu bakışla, “borçlanmak” deyince bir para alışverişi yerine, alışverişin temelindeki ilişkiyi düşünmeye başlıyorsunuz; özdeki eşitliğe rağmen oluşmuş fiilî eşitsizliğin ve bunun aşılma ihtimalinin belirlediği bir ilişki bu; insanî, yani ahlakî ve siyasi bir ilişki. Bu tür bir tanım, zihinsel huzurunuzu kaçırabiliyor ama, en konforlu görünen fikirleriniz birden yerlerinde kıpraşmaya başlıyor; mesela, borcu “namus” saymama, bankaları “olmazsa olmaz” kurumlar olarak görmeme, giderek, ekonomiyi “tamamen bireysel ve bencil güdülerle yapılan bir işlemler dizisi” gibi algılamama ihtimalini düşünürken yakalıyorsunuz kendinizi.
 
 

Borç imparatorluğunun çocuklarıyız biz

 
 
Graeber, paranın tarihini “ilk ziraî imparatorluklar” saydığı Mezopotamya uygarlığı, Firavunlar Mısır’ı ve Bronz Çağ Çin’i (İ.Ö. 3500-İ.Ö.800): ardından Hindistan’ın parçalandığı, Çin’in kendi içinde savaştığı, Roma İmparatorluğu’nun yükselip çöktüğü, bütün büyük modern dinlerin doğduğu Eksen Çağı (İ.Ö. 800- İ.S. 600): Ortaçağ Avrupası (600- 1500): sonrasında, “Avrupa’da imparatorluklar çağı” dediği dört küsur asırlık dönem (1500-1971): ve nihayet, eski ABD Başkanı Richard Nixon’ın doların altına çevrilebilirliğine resmen son vererek, mevcut dalgalı kur sistemini fiilen başlattığı 15 Ağustos 1971’den beri devam eden dönemi kapsayacak şekilde beş fasılda inceliyor. Son döneme, “borç imparatorluğu” adını veriyor Graeber, hâlâ ilk demlerini yaşayan bu imparatorluğun çocuklarıyız bizler.
 
Farklı fasıllara damgasını vuran ilişkileri ve değişimin yönünü izleyen Graeber’ın temel çıkarımı şu cümlelerde özetini buluyor: “İktisadî tarihi incelerken şiddetin rolünü; savaşın ve köleliğin bugün ‘ekonomi’ adını verdiğimiz temel kurumların yaratılmasında ve şekillendirilmesinde oynadığı mutlak sûrette belirleyici rolü sistematik olarak gözden ırak tutuyoruz... Çıkış noktaları önemlidir. Şiddet, gözle görünmez olabilir, ancak hâlihazırda iktisadî sağduyumuzun özündeki mantığa, ve çağdaş devletin sürdürdüğü şiddet tekeli –aynı zamanda sistematik şiddet tehdidi– olmaksızın asla ve kat’â varolamayacak olan kurumların tabiatına kazınmış halde duruyor.”
 
Graeber’a göre para ve borç, genel kabulün aksine, malların değiş-tokuşunu kolaylaştırmak için ortaya çıkmadı; “ilkel para” doğrudan insanlar arasındaki aidiyet ilişkisinin bir ürünü. Savaştığı düşman karşısında teslim olan ilk insan, hayatını teslim ediyordu aslında; ya öldürülecekti ya da düşmanı onu esirgerse, hayatını borçlu olacaktı ona; “mutlak, sonsuz ve ödenmesi imkânsız bir borç!” Düşman, öldürmemeyi seçtiği insanın canının, ömrünün ve sahip olduğu herşeyin sahibiydi artık. 
 
Mülkiyet başlamıştı, savaş köleliği doğurmuştu. İşin ironik yanı, mülkiyetle birlikte borç ilişkisinin de nitelik değiştirmesi... Bir köle alınıp satılabildiğine göre, kölenin sahibine olan borcu da “mutlak, sonsuz ve ödenemez” değildi artık; yeni sahibin ona biçeceği fiyatla eşdeğerdi. Graeber’a göre, bizim bildiğimiz anlamda paranın ve borç ilişkisinin kökeni de, el değiştiren ilk köleye kadar uzanıyor.
 
Kölelik bir borç ilişkisi. Öte yandan, borç da köleliğe yol açıyor. Bir Babil köylüsü mesela, karısı olarak aldığı kadının ailesine, izdivaca resmîyet kazandırmak üzere bir avuç gümüş veriyor. Başlık parası, köylünün karısını “alıp satabileceği” anlamına gelmiyor ama. Ne zaman ki köylü, bir başka köylüye borçlanıyor ve aldığı iki inekle, iki atın bedelini gümüş olarak ödeyemiyor; o zaman alacaklısı, önce köylünün tavuklarına, sonra eşyalarına, sonra kulübesine, sonra gerekirse karısına ve çocuklarına el koyabiliyor. 
 
Adına “para” dediğimiz rabıta biçiminin bugünkü işlevini kazanması “borç” sayesinde oluyor; aynı şekilde, Graeber’ın “her şeyin alınıp satılabildiği, bütün nesnelerin (tıpkı köleler gibi) eski sosyal rabıtalarından kurtuldukları ve sadece para ile ilişkileri dahilinde var oldukları bir alan” olarak tarif ettiği “piyasa” da yine borçlanma ânında oluşmaya başlıyor.
 
Tabii, köle ile efendi arasındaki parasal bağın ilerki aşamalarını; kralla tebâ, devletle vatandaş arasında buluyoruz. Öz, pek değişmiyor. Savaşın ve istilanın – hâsılı şiddetin– sağladığı mülkiyet hakkıyla, diyelim ki altın ve gümüş madenlerinin zaten sahibi olan hükümdarın, bunlardan sikke yaptırıp, üzerlerine kendi resmini bastırmasının, sonra da onları halka dağıtıp, ardından vergi olarak geri almasının ilk andaki mantıksızlığı, hükümdarla tebâ, devletle vatandaş, toplumla birey arasındaki ilişkiyi “sınırsız bir borç” gibi algılayınca açıklanabilir bir hal alıyor.
 
Graeber’ın lafı nereye getirdiği aşikâr: “Bugün hepimiz, bizi yetiştiren, besleyip büyüten, giydiren topluma, dilimizi ve geleneklerimizi icat eden çoktan ölmüş atalarımıza, bizim varolmamızı mümkün kılan herkese karşı sınırsız bir borçla dünyaya geliyoruz.” Tek alacaklının Tanrı olduğunu sandığımız günler geride kaldı artık; onun rolünü kutsal devlet üstlendi, devlete kurban kesmek yerine vergi veriyor, hayat borcumuzu askerlik yaparak ödüyoruz. 
 
Para dediğimiz şey de, kökendeki şiddeti unutup, kendimizi adeta kutsayarak söylediğimiz “vatan borcu ödüyorum” nev’înden cümlelerde ifadesini bulan toplumsal yükümlülüğün cisimleşmiş halinden ibaret!
 
Graeber, paranın şiddete dayalı kökeninin “tesadüf” olmadığını, devletlerin de piyasaların da bugün hâlâ “sürekli şiddet tehdidi” sayesinde ayakta kaldıklarını sık sık vurguluyor. Ve tabii soruyor: “Bunun bir alternatifi yok mu, olamaz mı?”
 
Sizi, küresel adalet arayışının göbeğine taşıyabileceği gibi, yeni anarşizmin kıyısına da bırakabilecek olan bu soruyla başbaşa bırakmak istiyorum. Zira ihtimaller üzerine düşünmeye başlamak, cevaplarda karar kılmaktan daha önemli bence. Graeber’ın kitabında yaptığı en hayırlı iş de zaten, bu soruyu binbir ayrı şekilde sorabileceğimizi hatırlatması: 
 
Mesela, insanın birine borçlu olması niye dünyanın en kötü şeyi olsun? “Tabii ki, sosyal hizmetleri sınırlamak iyi bir şey değil ama ne yapalım çok borcumuz var” diyen devlete niye hak verelim? Bir diktatörün uluslararası bir bankadan aldığı borçları geri ödemek, niye o diktatörün ezdiği masum halkın masum çocuklarına düşsün? Alacağını tahsil etmek adına, bir ailenin evine zorla el koyan muktedir bankayı hangi ahlak kolluyor? Ya tarihin ve toplumun, bize en “doğal” seçenekmiş gibi bellettiği bir davranış biçimi o kadar da “doğal” değilse? Çağlar boyu kendini yeniden üreten şiddetin şartladığı toplumsal reflekslerimizin neresi kutsal?