11 Ekim 2021 13:50
*Yıldıray Oğur
Yetmez ama Evet tartışması durup durup tekrar patlak veriyor. Tartışmanın hararetinin bir türlü geçmemesinin sebepleri üzerinde düşünmek gerek.
Kabul etmek gerekir ki, 12 Eylül 2010 referandumu 26 maddelik sınırlı bir anayasa değişiklik paketinden ibaret değildi, gerçek bir karar anıydı.
28 Şubat’ta ordunun Erbakan hükümetini devirmesiyle başlayıp, AB reformları, Kıbrıs meselesi üzerinde süren asker-sivil iktidar gerginlikleri, Hrant Dink cinayeti, 2007 Cumhurbaşkanlığı krizi, 27 Nisan e-muhtırası, Cumhuriyet mitingleri, Anayasa Mahkemesi’nin 367 kararı, 22 Temmuz seçimleri, AK Parti’nin yeni anayasa taslağı, iktidarın YÖK ve üniversiteler ile yaşadığı başörtüsü tartışmaları, üniversitelerde başörtüsüne özgürlük getiren yasa değişikliği, bunun üzerine AK Parti’ye açılan kapatma davası, Ergenekon davaları ve bu davalar etrafında asker ve sivil bürokrasiyle hükümet arasında yaşanan tartışmalarla süren çetin bir kavganın finali 12 Eylül 2010 referandumu olmuştu.
Referandumda halk yüzde 58 gibi AK Partinin öncesi ve sonrasındaki hiçbir seçimde görmediği yüksek bir oy oranıyla 1961’de kurulmuş asker-sivil bürokratik statükoyu bitirdi.
Böylece 27 Mayıs’tan itibaren 50 yıldır demografik olarak kalabalık olan muhafazakarlar karşısında laiklerin lehine yönetimde dengeyi sağlayan ordu ve onun gözünün içine bakan yargı, resmen denklemden çıktı, bir nevi Türk usulü çarpık bir kuvvetler ayrılığı sistemi bozuldu.
Askeri vesayet olarak özetlenen “asker ne der” sorusu ortadan kalktı, AK Parti iktidarı zincirlerinden kurtuldu, laik kesim son güvencesini kaybetti.
50 yıllık bir kurulu düzenin, dengenin bozulması herkes için sarsıcı oldu.
AK Parti iktidarı önünden “asker ne der” engeli de kalkınca zincirlerinden boşalmış gibi oldu, ülkeyi iki yola sokabilirdi: Ya demokrasiye ya da otoriterliğe gidebilirdi.
İlk dört yıl bozulan dengeyi demokratik bir rejimle ikame etmek için adımlar attı. Yeni bir anayasa için muhalefetle masaya oturdu, başörtüsü ayrımcılığını bitirdi, çözüm sürecini başlattı. Dersim özrü, 1915 taziyesi, Andımızın kaldırılması gibi sembolik radikal hamleler yaptı.
Ama sonra Gezi, 17/25 Aralık gibi krizlerle demokrasi yolundan çıkıp otoriterleşme yoluna saptı.
İşte bunun faturası da 2010 referandumunda “Yetmez Ama Evet” diyenlere çıkarıldı ve hala çıkarılıyor.
Aslında özetle şöyle denmiş oluyor; “50 yıldır asker ve onun kontrolündeki yargı sivil iktidarları denetliyor, frenliyordu, siz o freni kaldırdınız, Türk usulü kuvvetler ayrılığı sistemini bozdunuz.”
Halbuki 2010’dan sonraki ilk dört yıl tam da o fren kaldırıldığı için çözüm süreci yapılabilmiş, Türkiye tarihinin en açık ayrımcılığı olan başörtüsü ayrımcılığı bitirilebilmişti.
Zaten 2010 referandumundan sonraki ilk dört yıl YAE’cilik suçlaması ortalıkta pek görünmedi.
Merkel’e oy veren sosyal demokratların “soziler” diye aşağılanması gibi marjinal bir entelektüel çevrede dönen bir suçlama olarak kaldı.
AK Parti referandumdan bir yıl sonraki seçimi yüzde 49 gibi tarihi bir oranla kazanmışken, 2011’de Meclis’te bütün partilere eşit sandalye vererek yeni anayasa çalışması başlatırken, 30 yıl boyunca hiç bir şey olmamış gibi yaşamış Kenan Evren göstermelik de olsa yargılanırken, ard arda açılım paketleri açılırken, İstanbul Sözleşmesi hazırlanıp imzalanırken, Dersim için özür dilenirken, 1915 için taziye yayınlanırken, başörtüsü yasağı kaldırılırken, cumhuriyet tarihinin en radikal barış hamlesi olan çözüm süreci başlatılırken kimse dönüp Yetmez Ama Evetçilere “bütün bunların sebebi sizsiniz” demedi.
Ama ne zaman ki 17/25 Aralık oldu, cemaat paralel yapıya döndü, Fethullahçıların 2010 referandumundan sonraki HSYK seçimlerinde çoğunluğu elde etmesinin faturası Yetmez Ama Evetçiler’e kesildi.
Rövanş zamanı gelmişti.
2016 darbe girişimiyle bu suçlamanın dozajı arttı, daha geniş bir kesim, FETÖ’cülük suçlaması silahını da kuşanıp YAE demiş kanaat önderlerini, entelektüelleri susturma, tasfiye etme, damgalama fırsatını kaçırmadı.
FETÖ havasının dağılmasından sonra YAE’cilik suçlaması form değiştirdi, bu kez de 2017’den itibaren AK Parti iktidarının otoriterleşmesinin faturası YAE’cilere çıkarıldı.
“Yetmez ama Evet”çilerin kahir ekseriyetinin Gezi’den itibaren AK Parti muhalifi haline gelmesi, 2017 referandumunda hayır demeleri bile onları bu ilk günahtan kurtarmaya yetmedi.
Peki neydi bu kadar affedilmez olan ilk günah?
Neden o referandumda verilen o yüzde 58 Evet’in en az yüzde 90’ını oluşturan doğrudan “Evet” diyenler değil de “Yetmez ama Evet” diyenler hedefte?
Aslında basit bir cevabı var: Mürtedin cezası her zaman kafirden ağırdır.
Yetmez Ama Evetçiler, aslında ‘laik Evetçiler’di. Onlar 2010’daki tarihi kırılmada tercihlerini kendi laik cemaatlerinden yana değil, karşı taraftan yana kullanıp, dengeyi bozmuşlar yani ihanet etmişlerdi.
Yetmez Ama Evet diyenler sayesinde 2010 referandumu sadece siyasi ve hukuki bir yenilgi değil, entelektüel bir yenilgiye de dönmüştü.
Yetmez Ama Evet kampanyasının başını çeken liberaller ve özgürlükçü solcular zaten 90’lardan itibaren statükoya ve askere karşı muhafazakar halk kitlelerine ve siyasetçilerine entelektüel olarak destek veriyorlardı, adı konmamış bir ittifak ortaya çıkmıştı.
Ama 12 Eylül 2010 referandumundaki Yetmez Ama Evet pozisyonu ile bu destek ilk defa sandıkta verilmiş açık bir desteğe dönüştü.
O yüzden Yetmez Ama Evet cesur bir hamleydi, bu yüzden tepki çekmesi kaçınılmazdı.
Türkiye’deki solun bir bölümü bu tarihi tercihte atalarının dinini seçip, laik- devletçi- milliyetçi cephede kalmıştı.
Bir bölümü ise bu zor tercihi yapmayı reddedip, Kürt siyasetiyle birlikte boykot cephesinde yer almıştı.
Böylece kendisini her zaman devrimci, demokrat, darbe karşıtı olarak adlandıran sol-laik kesimler referandum kampanyasında statükonun yanına düşmüş oldular.
Kampanya boyunca Yetmez Ama Evetçiler tarafından askerle MHP’yle, Kenan Evren’le Kemalistlerle yan yana olmakla suçlandılar.
Bu yüzden de kendilerini ofsayta düşüren Yetmez Ama Evetçiler’i asla affetmediler.
Her fırsatta bu golü çıkarmak için topun ayaklarına gelmesini beklediler.
2010 referandumundan sonra uzun süre bekledikleri o top bir türlü ayaklarına gelmedi.
Ama önce FETÖ meselesi ardından AK Parti’nin otoriterleşmesiyle ele geçen “Biz size demiştik, bu dindarlar asla demokrat olamaz” gol fırsatı kaçırılmadı, o rövanş hala devam ediyor.
Bu suçlamanın özcülüğünü, anakronikizmini bir tarafa bırakıp, elle tutulur en somut iddiasına biraz daha yakından bakalım.
Yani 2010 referandumunda verilen Evet oylarıyla iktidarın yargıyı ele geçirdiği iddiasına.
Bu iddianın merkezinde 2010 referandumun ardından yapılan HSYK seçimi var.
2010 yılına geldiğimizde, mevcut Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, içinde “yüksek” kelimesi geçen pek çok diğer kurum gibi 12 Eylül’ün eseriydi.
12 Eylül darbecilerinin yargıyı kontrol altına almak için kurdukları yedi kişilik HSYK’da Adalet Bakanı, müsteşarı, Yargıtay’dan üç, Danıştay’dan iki üye vardı.
12 Eylülcülerin kurduğu sistemde yargı Ankara’da rejime sadık yüksek yargının kontrolüne teslim edilmişti.
Onların kendi aralarından yaptığı seçimlerde belirledikleri üç aday arasından seçimi de yine rejimin güvendiği bir insan olacağını düşündükleri Cumhurbaşkanı seçiyordu.
2007 yılında Abdullah Gül Cumhurbaşkanı seçilene kadar bu sistemden fazla şikayet duyulmamıştı.
Ama bunun sebebi yargının bağımsız ve tarafsız olarak çalışması değildi.
Temel ideolojik konulardaki fikir birliği, kimsenin rejimin kırmızı çizgilerini zorlamamasıydı.
Şimdi bazılarının özlemle andığı 2010 öncesi yargının en net fotoğrafını 2007 yılında TESEV için Prof. Dr. Mithat Sancar ve Eylem Ümit'in hazırladığı "Yargıda Algı ve Zihniyet Kalıpları" raporu çekmişti.
Rapor için konuşulan yargıç ve savcılar şöyle cümleler kurmuşlardı:
“Ben devletçi hukukçuyum", "Önce devlet gelir", "Bir kere biz devletçi bir ekolden geliyoruz", "Devlet olmazsa hukuk olmaz, biz de olmayız." "Benim ülkem söz konusu olduğunda hukuk mukuk dinlemem." "Devletim olmadıktan sonra benim bireysel özgürlüğüm hiçbir işe yaramaz." "Ben Cumhuriyet Savcısıyım. Cumhuriyeti korumak, kollamak benim anayasal görevim. Kanunlarla da bu şey. Yani şimdi cumhuriyet savcısı olarak Türkiye Cumhuriyeti'ni kollamak da benim görevim", "Ben rejimin savcısıyım", "Bizler görevimizi yaparsak devlet zayıflamaz".
Hakimler ve savcılar arasında "İnsan hakları devletin güvenliği açısından tehdit oluşturabilir mi" sorusuna "evet" diyenlerin oranı yüzde 51, "hayır" diyenlerin oranı ise sadece yüzde 28’di.
Yargılama faaliyeti sırasında ulusal çıkarlar dikkate alınmalı diyenlerin oranıysa yüzde 41’di.
Sadece 90’ların faili meçhul, köy baskını, köy katliamı soruşturmalarının başlarına gelenlerin hukuki hikayelerine, Türkiye’nin en çok şikayet edilen ülke listesinde 90’lardan itibaren birinciliği kaptırmadığı AİHM kararlarına bile bakınca yargının ne kadar ‘bağımsız ve tarafsız’ olduğu görülüyordu.
Nitekim 2010 yılında Anayasa Mahkemesi üyelerinin çoğunluğu 3 yıl önce, zamanının İstanbul seçimlerini iptal kararı olan, Meclis’teki Cumhurbaşkanlığı seçimini imkansız kılan absürt 367 kararını veren hakimlerden oluşuyordu.
HSYK üyelerinin ise tamamına yakını YARSAV üyesiydi.
Başkanvekili Kadir Özbek ve diğer bazı HSYK üyeleri, 28 Şubat’ta Genelkurmay’ın irtica brifinglerine katılmış eski Yargıtay ve Danıştay üyeleriydiler.
HSYK üyesi Ali Suat Ertosun, eski Cezaevleri Genel Müdürü’ydü ve onun genel müdürlüğü sırasında “Hayata Dönüş” operasyonu yapılmıştı.
2008 yılında, HSYK üyelerinin çoğunluğunun seçildiği Yargıtay’ın Cumhuriyet Başsavcısı, başörtüsü yasağını kaldıran ve Meclis’te 411 oyla kabul edilen kanun değişikliği yüzünden AK Parti hakkında kapatma davası açmış, dava sadece bir oy farkla AYM’den dönmüştü.
Bu kanun değişikliğine karşı 2008 yılında Ankara’da düzenlenen iktidar karşıtı laiklik mitingine HSYK üyelerinin çoğunluğunun üye olduğu YARSAV da tüm yönetim kuruluyla katılmıştı.
Yani ortada siyaseten nerede durduğu açık, iktidar partisini kapatmaya çalışan bir yargı vardı.
İktidarın değiştirmek istediği ve 2010 referandumunda “Hayır”cıların korumaya çalıştığı böyle bir yargıydı.
Peki, anayasa paketi ile bu HSYK’ya ne yapılıyordu?
Meclis’te kabul edilen değişiklikle HSYK, Ankara’daki üst yargının denetiminden çıkarılıyordu.
HSYK’nın üye sayısı 7’den 22’ye çıkarılmış, Yargıtay ve Danıştay’ın 5 üyesi korunmuş ama o ana kadar kurulda temsil edilmeyen kürsü hakimi ve savcılara yedisi adli, üçü idari yargıdan 10 üyeyi seçimle HSYK’ya gönderme hakkı verilmişti. Türkiye Adalet Akademisi Genel Kurulunun kendi üyeleri arasından seçtiği bir ve Cumhurbaşkanının hukukçu öğretim üyeleri ve avukatlar arasından seçtiği dört üyeyle kurulun 16 üyesi yargının kendi içinden seçimle seçtiği üyelerden oluşacaktı.
12 Eylülcülerin güvenilir Cumhurbaşkanı onaylı Ankara’daki yüksek yargı bürokrasisine emanet ettiği HSYK’dan daha çok sesli bir HSYK modeliydi bu.
Meclis’ten geçen düzenlemeye göre hem Anayasa Mahkemesi üyeliği için yüksek yargıda yapılacak seçimlerde hem de HSYK’daki 10 üyelik için hakimler ve savcılar arasında yapılacak seçimde herkese sadece tek adaya oy verme hakkı tanınmıştı.
26 maddelik paketin 22. Maddesinin altıncı fıkrasında yer alan dört kelimelik kritik bir düzenlemeydi bu:
“Yargıtay, Danıştay ve Türkiye Adalet Akademisi genel kurullarından seçilecek Kurul üyeliği için her üyenin, birinci sınıf adlî ve idarî yargı hâkim ve savcıları arasından seçilecek Kurul üyeliği için her hâkim ve savcının; ancak bir aday için oy kullanacağı seçimlerde, en fazla oy alan adaylar sırasıyla asıl ve yedek üye seçilir. Bu seçimler her dönem için bir defada ve gizli oyla yapılır.”
Paketin Meclis’teki görüşmelerinde bunun amacının blok oyları, anahtar listeleri, grup halinde oy kullanımını, HSYK’nın bir grubun kontrolüne geçmesini engellemek olduğu açıkça ifade edilmişti.
Tabii ki burada iktidarın kastettiği grup; HSYK’ya hakim olan, hakimler ve savcılar arasında örgütlü en büyük yapı YARSAV’dı.
2000’e yakın üyesi olan YARSAV da kendisini yargıdaki en örgütlü ve güçlü grup olarak görüyordu.
CHP’nin anayasa paketinin iptali için Anayasa Mahkemesi’ne gönderdiği dilekçede bu dört kelimelik seçim usulüne itiraza uzun ve ayrı bir bölüm ayrılmıştı:
Tek oy sistemine itirazın gerekçesi şu iki paragrafta anlatılmıştı:
“Böyle bir yöntemin, bu seçimin seçmenlerinin, seçilecek tüm üyelikler için tercihlerini ortaya koymasını engellediği ortadadır. Seçmenlerin tercihlerini kullandıkları oya tam anlamıyla yansıtamadığı ve seçme imkanlarının sınırlandırıldığı bir yöntemin ise, demokratik olduğu kabul edilemez ve bu yöntem, Anayasanın 2 nci maddesinde Cumhuriyetin nitelikleri arasında gösterilen “demokratiklik” ile bağdaştırılamaz.
Diğer yandan böyle bir yöntem, kurumunda veya meslektaşları arasında yeteri ölçüde desteği bulunmayanların da aday listelerine girmelerini ve dolayısı ile Kurula üye olarak taşınmalarını sağlayarak, adil olmayan bir seçim sonucunun ortaya çıkmasına neden olabilecek bir özellik taşımaktadır.”
Peki, CHP neden hakim ve savcıların blok oy kullanmasını engelleyecek bu seçim usulüne karşıydı, neden dilekçesinde buna özel bir yer ayırmıştı ve neden herkesin tek bir adaya oy vermesiyle “kurumunda veya meslektaşları arasında yeteri ölçüde desteği bulunmayanların da aday listelerine girmelerini ve dolayısı ile Kurula üye olarak taşınmalarını sağlamasından” endişe ediyordu?
Bunun sırrı bir fotoğraf karesinde gizli.
14 Mayıs 2010 günü Milliyet gazetesinde “İşte başvurunun hazırlandığı CHP’nin kozmik odası” başlıklı bir haber yayınlandı.
https://www.milliyet.com.tr/siyaset/iste-basvurunun-hazirlandigi-chp-nin-kozmik-odasi-1237692
Haberdeki fotoğrafta Meclis’teki CHP grup odasında grup başkanvekili Hakkı Süha Okay ile birlikte itiraz dilekçesi üzerinde çalışan dört kişi daha görünüyordu.
CHP’li yöneticilerle birlikte itiraz dilekçesi üzerinde çalışırken görünenlerden biri Anayasa Mahkemesi’nin eski raportörü ve YARSAV Yönetim Kurulu Üyesi Ali Rıza Aydın’dı.
Paketin geçmesiyle yargının siyasallaşacağını iddia eden YARSAV, pakete karşı CHP’yle birlikte ortak itiraz dilekçesi hazırlamıştı.
(“Meslektaşları arasında yeteri ölçüde desteği bulunmayanların da aday listelerine girmelerini” engellediği için tek oy sistemini iptal ettiren dilekçeyi yazanlardan YARSAV yöneticisi Ali Rıza Aydın, daha sonra yüzde Türkiye Komünist Partisi’ne katıldı, bu partiden Ankara’da bağımsız aday olup, birkaç bin oy aldı. Halen solhaber sitesinin yazarı.
Peki YARSAV neden tek oy sistemine bu kadar karşıydı?
Ve CHP neden buna destek vermişti?
Çünkü yargıdaki en örgütlü, büyük kitlenin YARSAV olduğunu düşünüyorlardı.
Eğer 2000’e yakın üyesini ve onlara destek verecek diğer ulusalcı-milliyetçi-sol hakim ve yargıçları örgütleyebilirse seçimden blok halinde kendi adaylarını çıkartabilirlerdi.
Nitekim Anayasa Mahkemesi, YARSAV’ın desteğiyle CHP tarafından hazırlanan anayasa paketinin iptali başvurusunda 26 maddeye yapılan itirazları oy çokluğuyla reddederken, Anayasa Mahkemesi ve HSYK üye seçimlerini düzenleyen maddelerde geçen “ancak bir aday için” tümcelerini oybirliğiyle iptal etti.
Tuhaf bir durumdu bu. Mahkeme maddelerin esasına girmekle kalmamış, cümle içerisinde kelimeleri iptal etmişti.
2012 yılında TESEV’in düzenlediği “Referandumdan sonra HSYK” başlıklı oturumda konuşan ve o sırada Ankara Hukuk Fakültesi profesörü olan Mithat Sancar, bu iptalin tuhaflığına dikkat çekmişti:
“Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararını incelediğinizde inanılmaz bir mühendislik çalışmasıyla karşı karşıya olduğumuzu anlarsınız. Bugüne kadar pek çok iptal kararı okudum, inceledim. Bu karardaki kadar ince mühendislik hesapları görmedim. Bu maddenin bir fıkrası, bir cümlesi değil, bir kelimesi iptal edildi. Bu kadar çok üstüne düşünülmüş bir müdahale ki...”
Paket, “tek oy” cümleleri çıkarılarak referanduma gitti ve yüzde 58 ile kabul edildi.
Anayasa Mahkemesi’nin iptal ettiği tek oy düzenlemesi nedeniyle hakimler ve savcılar arasında bir ay sonra yapılan HSYK seçimlerinde listeler yarıştı.
Ortada üç liste vardı: YARSAV’ın listesi, Demokrat Yargı’nın listesi ve Adalet Bakanlığı’nın desteklediği liste. Bir de bağımsızlar.
17 Ekim 2010 günü yapılan ve 201 adayın yarıştığı seçimde daha önce basına sızan Adalet Bakanlığı listesi 10 üyeliği de kazandı.
Adli yargıda 10 bin 222 hakim ve savcının oy kullandığı seçimde en çok oyu 6181 ile Adalet Bakanlığı müsteşar yardımcısı İbrahim Okur aldı.
YARSAV’ın en çok oy alan adayı savcı Abbas Özden’e ise 2356 oy çıkmış, Adalet Bakanlığı listesindeki asil ve yedek üyelerin ardından ancak 12. olabilmişti.
İdari yargıda yapılan seçimde de bakanlık listesindeki isimler HSYK üyesi seçildiler.
YARSAV ve ulusalcıların listesi karşısında, bakanlık listesi Adalet Bakanlığı bürokratları ve yargıda etkili muhafazakar grupların ve dini cemaatlerin bir ittifakıyla oluşturulmuştu.
Bu ittifakın en güçlü ortağı da yargıçlar ve hakimler arasındaki gücü bilinen Fethullahçılardı.
2016 darbe girişimi sonrası yürütülen soruşturmalarda verilen ifadelerle Adalet Bakanlığı müsteşarı Ahmet Kahraman’ın koordinasyonunda yapılan görüşmelerin bütün ayrıntıları ortaya çıktı.
Fethullahçılara 10 kişilik listede üç kontenjan ayrılmıştı.
Fakat seçim günü Fethullahçılar, bakanlık bürokrasisine bir oyun oynamışlardı.
Bunu da dönemin Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in Ruşen Çakır’a yaptığı açıklamalarından okuyalım:
“Blok listeler halinde gidildiği için, YARSAV ve ekibinin hazırladığı liste üye çıkartamadı. 10 üyenin hepsi bir listeden çıkmış oldu. Ama bu listenin içerisinde, bizim öngördüğümüz, “Bu gruba ait iki veya üç üye olacak” diye düşündüğümüz bir yapıydı. Yargıtay’daki beyanımda da söylüyorum, esas zorluk şuradaydı: Onlar seni beni iyi tanıyorlar; istihbarat birimlerinde varlar, kimdir nedir iyi biliyorlar. Ama biz onları çok iyi tanımıyoruz. Yedek diye listeye konan isimler, organize bir hareketle asil listeye geliyor ve asilden seçilmesi gerekenlerin önünü kapatıyor. Yedekleri asil listeye, asillerden yedeğe kaydırmalar yapmışlar. Ama biz bunu 7 Şubat MİT Krizi’ne kadar anlayamıyoruz. O yedeklerden gelenleri “Herhalde iyi çalıştılar” diye algılıyoruz. Ama MİT Krizi’nde olay çok ciddileşiyor ve bunların HSYK’daki tutumları netleşerek ortaya çıkıyor. O zaman, yedeklerden taşıdıkları isimlerin de bunlarla beraber hareket ettiklerini anlıyoruz.”
Etkin pişmanlıktan yararlanan eski HSYK Başkanvekili Ahmet Hamsici, seçimlerde oynanan oyunu şöyle anlattı:
“O dönem ben seçim çalışmaları için Karadeniz Bölgesi’ne gittim. Bu bölgeye ben, İbrahim Okur, Mustafa Kemal Özçelik ve Mustafa Küçük ile gittim. Geziler sırasında hep İbrahim Okur konuştu. Okur, konuşmalarında o dönem bakanlık listesi olarak belirtilen 11 adayın tümüne oy verilmesini, adaylar arasında ayrım yapılmamasını hâkim ve savcı arkadaşlardan istedi. Seçim olduktan sonra o akşam Hâkimevi’nde bir araya geldik. İdari yargıda yedek kalan Halil Koç bize dönerek, ‘Bazı şahıslar burada oyun oynamış, o nedenle yedek kaldık’ dedi. Bu konuşmadan sonra Fetullah Gülen cemaati mensupları olduğunu açıkça bildiğim seçilen arkadaşlar bu durumu kabullenmedi. Ancak sonuca bakınca ben de cemaatin bir oyun oynadığını anladım. Halil Koç, burada Gülen cemaati mensuplarının cemaat mensubu olmayan, kendisi dahil olmak üzere, idari yargıda İbrahim Topuz ile yedekte bırakılmasının gerçekleştirildiğini ve bu şekilde oy kullanılmasının sağlandığını belirtti. Fetullah Gülen cemaati, Adli Yargı’da da cemaat mensubu olmayan Harun Kodalak, Hayrettin Türe ve Celal Avar’ın bilerek yedek kalmasını sağlamışlardır. Seçilen diğer üyelerin İsmail Aydın dışında kendilerinden olduğu anlaşılmıştır.”
Bakanlık listesi böylece Fethullahçılar tarafından delinmişti.
Adli Yargı’da bakanlık asil listesinde olan üç ismin (Harun Kodalak, Celal Avar ve Hayrettin Türe) yerine yedek listedeki üç isme, idari yargı asil üyeliği listesindeki iki isim yerine de (Halil Koç ve İbrahim Topuz) yedeklerdeki iki isme oy veren Fethulahçı hakim ve savcılar listede çoğunluğu ele geçirmişti.
Daha sonra yeni atamalar yapılan Yargıtay, Danıştay’dan gelen üyelerle birlikte bu HSYK’da bakanlık çoğunluğu kaybetti.
Fakat 2012 MİT krizine kadar bakanlık yedek listeden seçilenlerin cemaat mensubu olduğunu anlayamadı.
2010’dan seçilen cemaatçi HSYK üyeleri, 7 Şubat 2012’de MİT müsteşarının tutuklanması, 17/25 Aralık’taki operasyonlar gibi hükümete karşı adli operasyonlar yapılırken gerçek renklerine büründüler.
Yani günün sonunda 2010’da yargıyı siyaset ele geçiremedi.
2010’da seçilen HSYK, AK Parti hükümetine karşı en sert yargısal soruşturmaların yürütülmesini sağladı.
Daha da ilginci, 2010’da Yetmez Ama Evetçileri doğrudan hiçbir ilgileri olmayan HSYK seçimlerinde cemaatçilerin HSYK’yı ele geçirmesinden sorumlu tutanlar, apaçık cemaatçi savcıların yürüttüğü ve dönemin HSYK’sının yayınladığı bildiriyle destek verdiği 17/25 Aralık soruşturmalarını hararetle desteklediler.
Bu uzun hikayenin henüz finaline gelmedik.
Aydınlığa kavuşturulması gereken bir nokta daha var.
Bugün, 2010 HSYK seçimlerinde seçilen 10 HSYK üyesinden sekizi FETÖ soruşturmalarından tutuklu.
Ama daha ilginç bir bilgi daha var.
2010 HSYK seçimleri sırasında rakip liste YARSAV’ın yöneticilerinden bir kısmı da bugün FETÖ’den tutuklu.
YARSAV, FETÖ ile iltisakı nedeniyle 2016’da kapatıldı.
Tutuklulardan en önemlisi de YARSAV’ın kurucularından, referandum sırasındaki başkanvekili ve 2011 yılından itibaren başkanı Murat Arslan.
Arslan, 2011’den tutuklandığı 2016’ya kadar medyada YARSAV’ın bilinen görüşlerinin sözcüsüydü.
Sık sık Birgün, solhaber gibi sitelerde “yargı bağımsızlığı elden gitti” konulu yazıları ve röportajları yayınlanıyordu. 2010’da Yetmez Ama Evetçilerin referandum paketine verdiği desteği de eleştirmişti.
2016’da tutuklandığında ise telefonunda Bylock olduğu ortaya çıktı. Örgüt yöneticiliğinden 10 yıl hapis cezası aldı.
Bu tuhaf durumu anlamak için 2009 yılına geri dönmeliyiz.
7 Kasım 2009 günü Ankara’da YARSAV’ın 2. Genel Kurulu toplanmıştı.
YARSAV’ın başında Ömer Faruk Eminağaoğlu vardı. Kongrede de onun listesinin seçilmesine ve tekrar başkan olmasına kesin gözüyle bakılıyordu.
O gün Genel Kurul, 1213 delegeden yeterli sayıda katılım olmadığı için toplanamadı ve kongre 16 Kasım’a ertelendi.
16 Kasım günü geldiğinde salon tıklım tıklım doluydu.
O gün yaşananları 2014 yılında görüştüğümüz savcı Abbas Özden’in ağzından eski bir yazıdan okuyalım:
“O gün kongre salonuna gelen 300’e yakın genç üyeyi görünce YARSAV adına mutlu olduklarını anlatıyor Savcı Özden. Her şeyin rutin gittiği kongrede Başkan Ömer Faruk Eminağaoğlu’nun da aralarında olduğu 13 kişilik yönetim kurulu için tek listesiyle seçime gidilmek üzereyken, arkalardan bir el kalkar ve “ben de” aday olmak istiyorum der. Sonra bir el daha kalkar. Aday sayısı 15’e çıkmıştır. Müzakereler sonucunda çarşaf listeyle seçime gidilip, herkesten iki ismin üstünü çizmesi istenir. Sayım yapılırken büyük bir sürprizle karşılaşırlar. 441 delegeden 246’sı YARSAV’ın kurucusu, hakkında soruşturmalar açılmış olan başkan Ömer Faruk Eminağaoğlu’nun isminin üzerini çizmiştir. Eminağaoğlu rahat girdiği seçimde günün sonunda liste dışı kalır. İlk elini kaldıran Hasan Akgedik listeyi delip, onun yerine yönetime girer. 2010 Referandumu’na doğru adından çok söz ettirecek YARSAV’ın yeni başkanlığına ise yönetim kurulunda yapılan seçimle Emine Ülker Tarhan getirilir.”
Murat Arslan’ın davasında ilginç tanıklıklar yaşandı.
2009’daki genel kurulda devrilen Ömer Faruk Eminaoğlu ve CHP ile birlikte referandum paketine itiraz dilekçesini hazırlayan YARSAV üyesi Ali Rıza Aydın mahkemede tanıklık yaparak Arlsan’ın “asla FETÖ üyesi olamayacağına” şahitlik ettiler.
Dönemin iki Adalet Bakanlığı yöneticisi İbrahim Okur ve Birol Erdem ise Arslan’la 2010’daki HSYK seçimleri öncesinde yaptıkları bir toplantıyı anlattılar:
Dönemin Adalet Bakanlığı müsteşar yardımcısı ve HSYK üyesi İbrahim Okur, savcılığa verdiği ifadesinde şöyle dedi:
"Bu yargı derneği içinde Fetullah Gülen cemaat mensuplarının olmasının imkansız olduğunu düşünüyordum. Bu görüşmemizden sonra benimle Birol Erdem'i Murat Aslan ile görüştürdüler. Görüşmenin nerede yapıldığını ve yanımızda kimlerin olduğunu şimdi hatırlayamıyorum. Murat Aslan o dönem YARSAV'ın yönetimindeydi. Bize kendilerinin YARSAV içinde gücünün 350-400 civarında olduğunu belirtti. Ben bu konuşmalarda Murat Aslan'ın da Fetullah Gülen cemaat mensubu olduğunu anladım."
HSYK üyeliği ve Adalet Bakanlığı Müsteşarlığı da yapan Birol Erdem'in tanıklığı ise şöyle:
"Arslan bize YARSAV'ın içinde 300-400 arkadaşının olduğunu, YARSAV'daki en etkili grubun kendileri olduğunu, genel kurul toplantılarına 500-600 civarında hakim ve savcının geldiğini, bu sayının en fazla 700’e ulaştığını, üyelerin çoğunluğunun o zamanki kurula yakın gözükerek önemli görevlere gelmek veya yüksek mahkeme üyesi olmak için YARSAV’a katıldıklarını, genel kurul toplantılarına bile gelmediklerini, isterlerse YARSAV’da her türlü yönetim değişiklikliğini yapabileceklerini ancak YARSAV’ın kamuoyundaki imajının bozulmaması için bunu yapmadıklarını ifade etti. Bu söylediklerinin doğruluğunu kanıtlamak için de YARSAV eski başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu’nu nasıl tereyağından kıl çeker gibi yönetim kurulu dışında bıraktıklarını ve başkanlıktan uzaklaştırdıklarını anlattı. Bu açıklamalar bizi hem şaşırttı hem tedirgin etti hem de biraz içten içe sevindirdi sanki. Çünkü o zamana kadar YARSAV bize adeta kan kusturmuştu. Fakat yine de sosyal demokrat bir derneğin bu şekilde manipüle edilmesini içime sindiremedim. Evet, mücadele edilmeliydi ama siz de bunun karşısına bir dernek kurarsınız, doğrudan ve dürüstçe mücadele edersiniz. Ruhsat ve tedbir olarak başvurdukları bazı yöntemleri tasvip ve kabul etmesem de, metot ve yöntemleri farklı da olsa o güne kadar bu hareketin, bir hizmet hareketi olduğunu ve vatana millete imanlı dürüst insanlar yetiştirdiğini düşündüğüm bu yapıya mensup arkadaşlar hakkında esaslı soru işaretlerinden biri daha bu olay üzerine oluşmuş oldu."
Murat Arslan 2011 yılında yapılan YARSAV genel kurulunun ardından YARSAV başkanlığına seçildi.
2016’dan sonra sadece Murat Arslan değil, YARSAV’ın başkan yardımcıları O.A. ve K. Ç’in ve saymanı M.S.’nin de cemaat mensubu olduğu ortaya çıktı.
2009’daki Eminağaoğlu’nun devrildiği YARSAV kongresinde adaylık için elini ilk kaldıran ve yönetime seçilen Hasan Akgedik de 2016’dan sonra KHK’yla meslekten ihraç edildi.
2016’dan sonra etkin pişmanlıktan yararlanan pek çok eski hakim ve savcı YARSAV’daki cemaat örgütlenmesini anlattı.
Yani 2010’dan önce HSYK’ya hakim olan ve 2010 referandumda “Hayır” cephesinin yargının ellerinde kalmasını desteklediği YARSAV’ın yöneticilerinin ve üyelerinin önemli bir kısmı da cemaatçi çıktı.
Bu noktada akla bir soru geliyor: 2010 referandum paketinden CHP’nin YARSAV ile işbirliği içinde hazırladığı itirazla Anayasa Mahkemesi tarafından çıkarılan tek oy sistemi günün sonunda cemaate yaradı. 2009’da cemaat YARSAV’da başkan düşürecek kadar güçlü olduğuna göre acaba tek oy sisteminin iptalinin arkasında da onların motivasyonu olabilir mi?
Bu sorunun cevabı şimdilik belirsiz.
Ama bilinen bir şey var: 2014 yılındaki HSYK seçimlerinde sayıları 6 bini bulan cemaatçi savcı ve yargıçlara karşı bu kez Adalet Bakanlığı, eski YARSAV yöneticilerinin de içinde olduğu Yargıda Birlik Platformu’nu kurarak seçimlere gitti.
Yargıda Birlik Platformu’nun sözcüsü 2010 HSYK seçimlerinde YARSAV listesinden aday olan savcı Abbas Özden’di.
Ve 2017 yılında HSYK’nın yapısı yeniden değiştirilip seçim sistemi kaldırılana kadar yargıyı bu ittifak yönetti.
O sırada kimse bunun “yargının siyasetin emrine” girmesi olduğunu söylemedi, bunun için YARSAV üyesi sosyal demokratları ve milliyetçileri iktidarla işbirliğiyle suçlamadı.
Nihayet HSYK’nın HSK’ya dönerek üye seçiminin doğrudan Cumhurbaşkanı’na bırakılması ise 2017 referandumuyla oldu.
Yani aslında kimsenin kimseye kullanılmışlıkla, naiflikle, iktidarın otoriterleşmesinin önünü açmakla suçlayabileceği bir hikaye yok ortada.
Herkesin hatalar yaptığı, karşılıklı hataların birbirini tetiklediği, kimsenin yüzde yüz haklı olmadığı, herkesin yüzde 50 haklı, yüzde 50 haksız olduğu bir hikaye var elimizde.
Bu hikayeden entelektüel ahlakın gereğini yerine getiren Paris’teki toplantıdaki entelektüeller gibi özeleştiri, dersler, soğukkanlı analizler çıkarmak de mümkün, kendi mutlak hakikatine iman edip “entelektüel suç” gibi entelektüel bile olmayan faşizan ahlaksızlıklara varmak da...
Bazılarına Yetmez Ama Evet tartışması eski ya da takıntı gibi geliyor.
Halbuki bu tartışma artık geçmiş hakkında değil, gelecek hakkında bir tartışma.
Ne kadar mutlak hakikatinin şehvetine kapılmış, kim farklı fikirleri susturmak, iptal etmek, tasfiye etmek için fırsat kolluyor, ne kadar geçmişten ders çıkardın, değiştin, kin ve intikam hislerini terk ettin, kendine mesafe aldın üzerine bir turnusol kağıdı...
Bu turnusola bakarak ortak bir gelecek kurup kuramayacağımız, birbirimize güvenip, bir kere daha “Yetmez Ama Evet” deyip diyemeyeceğimiz ortaya çıkacak.
Çünkü birbirine güvenip, zaman zaman demokrasi için uzlaşarak, risk alıp “Yetmez Ama Evet” diyemeyen toplumlar bir otoriterlikten diğerine geçip durur...
© Tüm hakları saklıdır.