24 Şubat 2015 13:49
17-25 Aralık operasyonlarına Başsavcıvekili olarak nezaret ederken önce Bakırköy’e ardından da Bolu’ya düz savcı olarak atanan ve geçen yılın sonunda açığa alınan savcı Zekeriya Öz, "Rüşvet suçu tarihte hiç böyle tanımlanmamış ve açıklanmamıştır. İleride hukuk normale döndüğünde tüm kurumlar hukuk çerçevesinde işlemlerini yapmaya başladıklarında, bu metin hukuk fakültelerinde ibretlik bir karar olarak okutulacaktır" dedi.
Anıtlar Kurulu ve Fatih Belediyesi dosyasına bakan savcının dosya hakkında sarf ettiği sözlere de değinen Zekeriya Öz şunları söyledi:
"Bilahare kendisiyle görüştüğümde “Hayatımda, bu dosyadaki kadar rüşvetin alınıp verildiğini başka bir dosyada görmedim” diyerek çok sayıda delilin olduğunu ve rüşvetin ayağa düştüğünü belirtmişti."
Nazlı Ilıcak'ın Zekeriya Öz’le yaptığı (24 Şubat 2015) söyleşinin ikinci bölümü şöyle:
17 Aralık operasyonunun bir darbe olduğunu ileri sürenler, UYAP’a kaydedilmemesini de bunun delili olarak gösteriyorlar. Tabii ayrıca, Başsavcı Turan Çolakkadı’yı da haberdar etmediniz.
Bu konunun ayrıntısını, yani UYAP’a hangi evrakın ne zaman eklendiğini Savcı Celâl Bey bilir. Ancak bugün hâlâ UYAP’a girilmeden yapılan soruşturmalar mevcut. Bu bazen sistemden doğan sorunlardan, bazen şüpheli sayısının fazlalığından kaynaklanıyordu. Soruşturmanın gizliliğinin korunması amacıyla da yapılmış olması mümkün. Zaten bu konuda yasal bir zorunluluk da yok. Biz Beşiktaş’ta çalışırken, örgütlü veya organize suçlarda, evrak, UYAP’a, bir veya iki kişinin ismiyle kaydedilirdi. Emniyet’ten gelen fezleke doğrultusunda, operasyon öncesi şüphelilerin kimlik bilgileriyle UYAP’a kaydı gerçekleştirilirdi. Bu uygulama teamül haline gelmişti. Herkes böyle yapıyordu. Aksi durumda, her şüphelinin adını açık kimliğiyle UYAP’a kaydettiğinizde, soruşturmaların gizliliğini muhafaza edemezsiniz.
Peki niçin Başsavcı Turan Çolakkadı’yı haberdar etmediniz?
Operasyona ilişkin arama kararları ve ayrıntılı bilgi notu 16 Aralık akşamı mesaiden sonra elime geçince, hemen ertesi gün sabah saat 8’de, mesai başlangıcında, Başsavcımıza bilgi ve belgeleri verip kendisini operasyondan haberdar ettim. Böyle bir zorunluluk da bulunmuyordu. Çünkü İstanbul Adliyesi’nde binlerce soruşturma dosyası var; bunların hepsini Başsavcı’ya haber vermek mümkün değil. Başsavcı vekilleri, başsavcı adına yetki kullanırlar. Ben de bu konuda, Başsavcımızın bana verdiği yetkiyi kullandım ve sorumluluğu üzerime almış oldum.
Kendisine son güne kadar haber vermememe rağmen, operasyondan sonra, bu operasyona engel olamadığı için, Başsavcı Turan Çolakkadı’yı etkisiz bir göreve alarak cezalandırmış oldular. Operasyondan sonra, Başsavcı Turan Bey’e dosya arz edildiğinde, o da delillerin ne kadar sağlam olduğunu gördü. Bu hususu, yani delillerin ne kadar sağlam olduğunu, kendisine bu soruşturma hakkında soru soran etkili ve yetkili kişilere de söylediğini sanıyorum.
Fatih Belediyesi dosyası nasıl başladı? Nasıl gelişti? Zira, Rıza Sarraf dosyasıyla hiçbir ilgisi bulunmayan Fatih Belediyesi’ne yönelik operasyonun aynı anda yapılması da, darbe iddialarını delillendirmek için kullanıldı.
Fatih Belediyesi dosyasındaki ayrıntıları ben net olarak bilemiyorum, ama yaptığım araştırmalarda, bu soruşturmanın, önce sıradan bir silah kaçakçılığı dosyasıyken, bazı itfaiyecilerin rüşvet olayına karışmaları sonucu, dosyanın tefrik edildiğini, dosya savcısının bu dosyayı memur bürosuna göndermek istediğini, memur bürosuna gönderilen dosyanın tekrar aynı savcıya gelmesi sonucu, bu meslekte çok tecrübeli ve emekliliği yaklaşmış o savcımızın tayinini isteyip başka adliyeye gittiğini biliyorum. Anlatmak istediğim şu: O savcı bu dosyaya bakmayı arzu etmedi. Bilahare kendisiyle görüştüğümde “Hayatımda, bu dosyadaki kadar rüşvetin alınıp verildiğini başka bir dosyada görmedim” diyerek çok sayıda delilin olduğunu ve rüşvetin ayağa düştüğünü belirtmişti.
İtfaiyeciler dosyasının takibi sırasında, Anıtlar Kurulu üyelerinin de itfaiyecilerle kanunsuz işler yaptıkları tespit edilince, Anıtlar Kurulu’yla ilgili iddialar tefrik edilip ayrı bir soruşturma haline getirilmiştir. Bu dosyada, teknik takiplerin devam ettiği süre içinde, Fatih Belediyesi yetkililerinin de bazı şüpheli görüşmeleri dinlemeye takılmış, yapılan takiplerin genişletilmesiyle, belediye başkanı ve diğer kişiler soruşturma kapsamına kendiliğinden girmiştir.
Yoksa Fatih Belediyesi diye bir dosya mevcut değil. Anıtlar Kurulu takip edilirken, ortaya çıkan delillerden o şüphelilere ulaşılıyor.
İddia edildiği gibi, Anıtlar Kurulu ya da belediye yetkilileri için doğrudan soruşturma açılmamıştır. İlişkiler, tesadüfi delil olarak ortaya çıkmıştır.
İlk gün, “itfaiyeciler dosyası”na yönelik operasyon engellenmiş, savcılar değiştirilmiş, savcıların değişmesine rağmen, ileriki bir tarihte gerçekleşen operasyonda gene de birçok kişi tutuklanmıştır. İtfaiyeciler, Anıtlar Kurulu ve Fatih Belediyesi, -hepsinin imzaları zorunlu olduğundan- eski eserlerin onarım ve bakım işlerinde birbiriyle bağlantılı bir faaliyet içerisinde olduğu görülmüştür.
Ciddi deliller var denilen dosyalarda savcı Ekrem Aydıner takipsizlik kararı verdi. Bu kararı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Baştan sona hukuki hatalarla dolu ve bilimsel ciddiyetten uzak bir metin. O kadar çok yanlışlık var ki, hangisini dile getireyim? “Delillerin hukuka aykırı olduğuna ilişkin” açıklamaları mı, yoksa suçlara ilişkin yapılan hatalı tanımlamaları mı? Rüşvet suçu tarihte hiç böyle tanımlanmamış ve açıklanmamıştır. İleride hukuk normale döndüğünde ve bu ülkede hukukun üstünlüğü herkes tarafından kabul edildiğinde ve tüm kurumlar hukuk çerçevesinde eylem ve işlemlerini yapmaya başladıklarında, bu metin herhalde hukuk fakültelerinde ibretlik bir karar olarak okutulacaktır. Zaten söz konusu takipsizlik kararı, şüpheli müdafilerinin yazdığı bir savunmayı andırıyor üslûp olarak.
Bakanları soruşturmaya dahil ettiğiniz için, delillerin hukuka aykırı olduğu sonucuna vardı Ekrem Aydıner.
Söyleşinin başında, bu konuyu uzun uzun anlattım. Bakanlar hakkında ele geçen delillerin nasıl ve ne zaman tefrik edilerek TBMM’ye gönderileceğini açıkladım.
“17 ve 25 Aralık Cemaat darbesi” denildiğine göre, sizin de Cemaat’le bir ilginiz olmalı. Cemaat okulunda mı okudunuz? Yurtlarında mı kaldınız? Zaman Gazetesi’ne mi abonesiniz? Samanyolu mu seyrediyorsunuz? Size ne zaman “Cemaatçi” denilmeye başlandı ve kim ilk defa bu iddiayı dile getirdi?
Cemaat okulunda okumadım, yurdunda da kalmadım. Hatta üniversitede Yalova’da dükkânımız vardı ve onu işleterek hem okudum hem çalıştım. Bursa- İstanbul -Yalova arasında mekik dokudum.
Her insan gibi, her hâkim ve savcı gibi benim de dini, siyasi, felsefi inanç ve düşüncelerim mevcut. Bunları, ben iç dünyamda yaşıyorum; bunlar benim özelim. Herkes gibi ben de seçimde sandığa giderek oy kullanıyorum. Ancak bir hâkim, savcı için bence önemli olan mesele, dini, siyasi, felsefi düşüncelerini mesleğine yansıtmaması ve sadece hukuku referans alarak mesleğini icra etmesidir. O nedenle, ben bugüne kadar kimsenin inancı ya da yaşama tarzıyla ilgilenmedim. Kimsenin benim iç dünyamdaki hususlarla ilgilenmesini de doğru bulmuyorum. Ben de böyle davranmayı kendime şiar edindim. Ancak yine de şu kadarını söyleyeyim. Gülen Cemaati ile hiçbir ilgim ya da bağlantım yok. Zaten olsaydı, devletin imkânları da dahil her türlü yoldan tüm hayatımı didik didik edenler, bu konuda bir şeyler bulup çoktan yayınlarlardı.
Türkiye’de “Çamur at izi kalsın” sözünü maalesef kendilerine rehber edinen insanlar çok.
Şu an Zaman Gazetesi de dahil hiçbir gazeteyi takip etmiyorum; TV seyretmiyorum. Hiçbir kanalı da izlemiyorum. İnternetten, basın özetlerini kısaca takip ediyorum. Malum, hukuken nesebi gayrisahih olan ve kamuoyunda “Havuz medyası” denilen medyanın bir kesimi bana her vesileyle saldırıyor. Galiba böyle bir görevleri var. Onlarla ilgili, gerek kendim, gerek avukatım vasıtasıyla hukuki yollara başvurduğum için takip etmem gerekiyor.
Geçmişte ve savcılık günlerimde önüme gelen, adliyelere gelen gazeteleri ayırım gözetmeden tamamını okurdum. TV’de haberleri ve zaman zaman da dizileri seyrettiğim olmuştur. Kanal ayrımı yapmam; hangi kanalda sevdiğim şey varsa onu izlerim. Kanal taassubum yoktur.
Sadece 17 ve 25 Aralık yolsuzluk dosyalarında değil, irili ufaklı çok sayıda soruşturmada da operasyon engellendi. Bunlardan biri, 16 Ocak 2014’te ortaya çıkan İtfaiye dosyasıydı. 17 Ocak tarihli gazetelerde, haber, “3. operasyon polis engeline takıldı” şeklinde verildi. Gerçekten de hükümet, yolsuzluğu takip eden polisleri görevlerinden almış, sözünü dinleyecek olanları atamıştı.
Zaten, arkadaşlarının akıbetini görenlerin adli kolluk vazifesini yapma mecali kalmamıştı. 16 Ocak 2014’te engellenen itfaiye operasyonu, zülfiyare dokunmayacak şekilde, 2 Ekim 2014’te gerçekleşti. 28 kişi gözaltına alındı; 5 kişi tutuklandı. Savcı Zekeriya Öz’ün beyanına göre, Anıtlar Kurulu soruşturması, işte bu itfaiye soruşturmasından, deliller tefrik edilerek açılmıştı. Fatih Belediye Başkanı ve diğer kişiler teknik takiplerde rüşvet alışverişi içinde görülmüşlerdi.
Hem Rıza Sarraf hem de Anıtlar Kurulu dosyası, Savcı Celâl Kara’da idi. Ve 17 Aralık’ta birlikte operasyon yapıldı. Bu 2 dosyayı Celâl Kara’ya siz mi verdiniz? Konu darbe olduğuna göre, kumpas, dosyaların Celâl Kara’ya intikal etmesiyle başlıyor olmalı.
Celâl Kara, soruşturmalar başladığında benim sorumlu olduğum büroda çalışmıyordu. 2013 yılı yaz sonunda benim büromda görevlendirildi. Böylece, kendisinden önce bu dosyada çalışan savcının bütün dosyaları Celâl Bey’e geçti. 300-400 kadar dosyadan söz edebiliriz. Bu 2 dosya özellikle Celâl Bey’e verilmiş değildir.
Celâl Kara’yı kim görevlendirerek sizin sorumlu oldu- ğunuz büroya gönderdi? Bir savcının hangi başsavcı vekiline bağlı büroda çalışacağına kim karar veriyor?
Başsavcı belirliyor. Bu durumda, Başsavcı Turan Çolakkadı, Celâl Kara’yı benim büroma gönderdi. Nitekim hatırlatayım: Turan Çolakkadı’dan sonra onun yerine gelen Hadi Salihoğlu, savcıların görev yaptıkları büroları değiştirmek suretiyle, ellerinden malum dosyaları almıştı.
Peki dosyaların hangi savcıya verileceği nasıl tayin ediliyor?
İlk başta, hangi dosyanın hangi savcıya gideceğini UYAP belirliyor. Şahsımın baktığı büroya yıllık 22.500 dosya gelmiş ve tamamı UYAP sisteminden, o anda görevli bulunan savcılara otomatik olarak tevzi edilmiştir. Benim görevim, aslında bu dosyaları tevzi edip, sonuçlanınca da “görüldü” diye paraf atmaktır. Dosyaları seçerek verseniz dahi, hangi savcının benim büromda ne kadar çalışacağını ben belirlemiyorum. 1,5 yılda, yaklaşık benim büroma, 10’dan fazla savcı gelip başka görevlere gitmiştir.
Dosya, Celâl Bey’den önce de, en az iki savcı değiştirmiş olabilir. Yani başsavcı vekili, dosyaların tevziini yapar; o dosya bir de biterken önümüze gelir. Aradaki işlemlerden Başsavcı vekilinin pek haberi olmaz. İddianame veya takipsizlik kararının “görüldü”sünü yaparız. Savcı Celâl Kara, nezaketen, operasyondan bir gün önce bana soruşturma hakkındaki bilgileri vermişti.
Sizi seven de var, sevmeyen de. Eleştirenler hangi noktalardan dolayı aleyhinizdeler?
Sevenimizin ve sevmeyenimizin olması, sonuçta bir tarafın lehine, bir tarafın da aleyhine karar veren bir meslek mensubu için, doğal bir durum. İşlediği suçlardan dolayı hakkında soruşturma yürüttüğüm, hakkında iddianame düzenleyerek cezalandırılmasına sebeb olduğum kişilerin beni sevmemesi normal, ama haklı değil. Çünkü ben olmasam, başka bir Cumhuriyet savcısı da aynı şeyi yapacaktı. Bir kısım insanlara yasaları uyguladığınız için, ortaya çıkan sonuçlardan dolayı o kişiler ve yakınları size sevgi duymayabilir. Bazen de tersi olur; mağdur ve yakınları size sempati duyabilir. Ama bir Cumhuriyet savcısı, işini yaparken sevilmeyi ya da sevilmemeyi kendisine ölçü alamaz. Ölçü daima hukuk olmalıdır.
Hiçbir soruşturmayı şöhret kazanma duygusu içinde yapmadım. Yaptığım en küçük soruşturmadan en büyüğüne kadar, adaletin tecellisi için çalışan bir insanım. Ama bazı soruşturmalar, dosyadaki şüphelilerin unvanları ya da toplumdaki yerinin farklı olmasına göre, kamuoyunun daha çok ilgisini çekiyor ve bu yüzden medyadaki alâka yoğunlaşıyor. Bundan çok memnun olduğum söylenemez. Tam aksine tanınmaktan rahatsızım.
Nasıl bir aileden geliyorsunuz?
Balkan göçmeni bir ailenin çocuğuyum. Benim annem ve babam 1951 yılında, Bulgaristan’dan göç etmişler. 6 kız, 1 erkek, 7 kardeşiz. Babam uzun yıllar ticaret yaptı; şu anda emeklidir. Ben de, üniversiteye kadar babamla birlikte ticaret yapıyordum; üniversitede de ticarete devam ettim. Kısa bir süre, Bursa’da avukatlık yapıp, 1993 yılında Adalet Bakanlığı’nın açtığı sınavı kazanıp hâkim/savcı adayı olarak başladığım stajımı tamamladım. Kuradan sonra, 1995 yılında Cumhuriyet savcısı olarak mesleğime başladım.
Demek, Seyfi Oktay Adalet Bakanı’yken yargıya sızdınız! Daha sonra CHP’li Mehmet Moğoltay döneminde de, sızma harekatını sürdürdünüz! Tabii bu işin lâtifesi… Neden hukukçu oldunuz? Babanız mı size yol gösterdi yoksa şartlar mı bu noktaya getirdi?
Babam aslında ticaret yapmamı istiyordu. Ailenin tek erkek çocuğuydum. Ancak hukuk fakültesini bitirdikten sonra hâkim/savcılık mesleğine duyduğum sempatiden ve adalet dağıtmak, haksızlıklara engel olmak gibi nedenlerle bu mesleği seçtim.
Kendinizi tarif ederseniz muhafazakâr mısınız? Milliyetçi misiniz? Ülkücü müsünüz?
Ben milliyetçi muhafazakâr dokunun hâkim olduğu bir çevrede yetiştim. Ama hiçbir partiye ve siyasi düşünceye sempati duymadım. Ailem, sıradan Anadolu insanının yaşantısı tarzında, İslâm dinini, geleneksel olarak yaşayan bir ailedir.
Aslında, bağımsız ve tarafsız bir şekilde bu mesleği yapması ve insanlara da güven vermesi gereken bir hâkim ya da savcının, kamuoyu önünde siyasi ve dini düşüncelerini açıklamasını çok doğru bulmuyorum. Bizim mesleğimizde tarafsız olmak kadar, tarafsız görünmek de önemli. Adalet aramak için adliyeye gelen bir kişi, kendi düşüncesinin tam aksi düşüncede olduğunu ilân eden bir hâkim veya savcıya nasıl güvenebilir?
Her insan gibi hâkim ve savcıların da siyasi, dini veya felsefi düşüncesinin olması doğaldır. Ancak bunların aleni olarak dile getirilmesini çok doğru bulmuyorum. Bunun mahsurları, şu anda, 12 Ekim 2014 seçimlerinden sonra şekillenen HSYK’da açıkça görülmüyor mu? Bugün artık neredeyse en küçük adliyelerde bile, hangi hâkim ve savcının, hangi siyasi ve dini düşünceye sahip olduğu herkes tarafından biliniyor. Alevi bir vatandaşımızın, “Ülkücü” ya da “tarikat mensubu” olduğunu alenen söyleyen ve hissettiren bir hâkim veya savcıya güvenmesi mümkün mü? Ya da bir ilçede, örneğin, milliyetçi bir partinin yönetiminde yer alan bir vatandaş, sol düşünceye sahip olduğunu ilân eden bir hâkim ve savcıya itimat edebilir mi? Örnekleri çoğaltabiliriz. Hatta Yargıtay üyeliği seçiminde bile, çeşitli görüşten hâkim ve savcıların, liyakate göre değil de, kontenjana göre seçildiği basına yansımıştı. Burada siyasi ve dini düşüncelerini ilân eden meslektaşlarımızın mutlaka taraflı davranacağından bahsetmiyorum. Sadece, bu durumun, adalet hizmetinden yaralanan vatandaşlar tarafından nasıl algılanabileceğini söylüyorum. Yoksa, ben, aksine bir delil bulunmadığı takdirde, meslektaşlarımızın, hak ve adalet neyse ona göre hareket edeceğine ve karar vereceğine inanırım.
Mesleğe başladığım andan bu yana, bütün düşüncelere eşit uzaklıkta bir konumdayım. Bu şekilde yaşamaya çalışıyorum. Bir gün birkaç siyasetçinin bulunduğu bir ortamda, tesadüfen ben de yer almıştım. Siyasetçilerle görüşme âdetim olmadığını söyledim. “Savcıyım, tarafsız davranmak zorundayım ama, aynı zamanda tarafsız da görünmek mecburiyetindeyim” dedim. Halen devletin üst düzeyinde olan bir siyasetçi, bu cümlemi duyunca bana hatırlattı: “Bitaraf olan, bertaraf olur.”
Kim bu siyasetçi?
Müsaade ederseniz adı bende saklı kalsın. Anılarımı yazıyorum, belki orada bahsederim.
“Bana ilk defa, Ergenekon soruşturmasında bir şüpheli tarafından “Cemaatçi” iftirası atıldı ve HSYK’ya şikâyet ettiler. Böyle bir iddia ciddi bulunmadı. Dolayısıyla kapandı gitti. Bu olaydan yaklaşık 6 ay kadar önce de, henüz Ergenekon soruşturması başlamadan, AK Partili bir belediye başkanının kardeşi ile ilgili bir soruşturmadan ötürü “AKP düşmanı” diye şikâyet edilmiştim. Ergenekon soruşturmasının başında ise, bu kez “AK Partili olarak şikâyet edildiğimi” o tarihte Başsavcılık görevini yürüten Aykut Engin Cengiz bana söylemişti. Anlayacağınız aynı yıl içinde hem “AKP’li” hem “AKP düşmanı” hem de “Cemaatçi” diye şikâyet edildim.
El Kaide’nin İstanbul’daki bombalamalarını gerçekleştiren Lui Sakka soruşturmasını yürüttüğümde de, “CIA ajanı” olduğum ileri sürülmüştü.”
© Tüm hakları saklıdır.