Zeki Alasya, yaptığı kabare tiyatrosunda yıllarca başbakanları cumhurbaşkanları eleştirdiklerini ama yinede tahammül edildiklerini söyledi. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın şu an ‘sadece ben’ döneminde olduğunu söyleyerek, “Ben ‘Cumhurbaşkanı’ diye bir film çektim. Sıkılıp Anadolu kasabasına kaçan bir cumhurbaşkanını anlatıyordu. O film için Recep Tayyip Erdoğan beyefendi ile görüştüm çünkü resmi makamları kullanmaya ihtiyacımız vardı ve bana inanılmaz kucak açtı. Her türlü yardımı yaptı. “Ne istersiniz” dedi. “Benim odamı kullanın” dedi. Makam arabalarını kullandık korumaları bile kullandık. Düşünün. Müthiş ihtimam gösterdi. Aynı anda Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’den de yardım istedik ama hiçbir yardım görmedik mesela. Başbakanlığının ilk yıllarından bahsediyorum. O sırada özel kaleminde çalışan bir hanım bana “Çok iyidir. Çok yardımsever çok iyi kalplidir inşallah da değişmeyecek” dedi. Ama sonra böylesine bir oy çokluğu, böylesine bir parlamento gücü ile 10 yılı geçirdiğiniz zaman böyle sapmalar oluyor işte şimdi gördüğümüz bu. “Sadece ben” denilen bir dönem bu” dedi.
Zeki Alasya’nın Radikal’den Şirin Payzın’ın sorularını yanıtladığı söyleşi şöyle:
Soma’yı konuşalım önce. Ne düşünüyorsunuz? Ne hissediyorsunuz?
Bu yeni bir olay değil dolayısıyla beni hiç şaşırtmadı. Bunu söylerken de fevkalade üzülerek söylüyorum.. Ezilerek söylüyorum. Çünkü daha evvel de oldu. Bir garip duyarsızlık, bir garip umursamazlık. Önceden hiç uyarısı yapılamamış gibi sanki böyle şeyler olmuyormuş gibi bir tutum. Kabadayılık. Batı’da böyle bir şey olsa herkes çok şaşırırdı. Bizim artık hiç şaşırmamamız gerekiyor ya da şaşırmıyoruz çünkü sürekli bir şey oluyor. “Kim suçlu” diye soruluyor mesela şimdi. Bu böyle birkaç hafta sorulur, sonra unutulur gider. Değişmez biçimde bu böyle sürüp gidiyor. Şimdi 301 kişi öldü. 1 kişi ölse farklı mı? Sayı azaldığı zaman kabul edilir bir şey mi oluyor bu?
Sayılarla konuşmaya alıştık çünkü. Toplumsal vicdan köreldi sanki. Hayır, hiçbir şey fark etmemeye başladı. Değer verme ölçümüz kaçtı. Yani nerdeyse yönetenler şöyle diyecek: “50 kişi öldü. İyi fazla insan ölmeden kurtardık.” Hatta kasım kasım kasılacaktı birileri. Nitekim kasıldılar. Çözdük diyorlar. İçeride insan bırakmadık diyorlar. Sanki o içeride bırakmadıkları insanlar canlı çıkmış gibi. Oysa böyle durumlarda özür dileme, “Yahu bir halt ettik bir özür dileyelim, önlemini alalım” demek yerine kabadayılık tavrı daha da artıyor.
Eleştiriye de tahammül yok. Şunu yanlış yaptınız düzeltin dediniz mi darbecisiniz. Hep böyle miydi?
Yıllarca biz kabare tiyatrosu yaptık. Kabare tiyatrosu bir alay tiyatrosudur biliyorsunuz. Sivilceyi çıban yapma tiyatrosudur. Abartı tiyatrosudur. İktidarları hedef alarak tiyatro aldık. 20 küsur sene devam ettik bu tiyatroya. Onları eleştirdiğimiz için bize çok sıcak olmalarını hiçbir zaman beklemedik ama o kadar sert eleştirilerimize, taklitlerimize, alaylarımıza rağmen belirli bir tahammül vardı. Belki beğenmiyorlardı ama tahammül ediyorlardı.
Kiminle en çok uğraştınız?
Bütün tiyatro olarak biz siyasi eleştiri yapan bir tavrı benimsedik ama ben şahsen özellikle Süleyman Demirel’le çok uğraştım. Alay ettim, taklidini yaptım. Ama her Ankara’ya gidişimizde de kendisini tiyatromuza davet ettik.
Sizi sansürledi mi? Dava açtı mı? Tiyatro kapatıldı mı? Ödeneğiniz kesildi mi?
Demirel’e yakın başka birisi bize şu hikâyeyi anlattı. Demirel’in etrafındaki bazı yardakçıları, her devirde olan yaranmaya çalışanlar bir toplantıda bizi kötülemişler. Demirel susturmuş onları “Bir dakika onlardan böyle bahsedemezsiniz. Onlar bu ülkede güldürü dünyasının imparatorlarıdır” demiş. Böyle bir adamdan böyle bir tavırdan böyle yaklaşımlardan bugünkü halimize geldik. Bir zamanlar böyle insanlar vardı karşımızda.
Sadece Demirel değil sizin eleştirilerinizden, tiyatronuzdan pay alan.
Necmettin Erbakan’la da mesela çok alay ettik. Kabare olduğumuz için abartıyoruz ya. En fazla ne yaptı biliyor musunuz bana? Ankara-İstanbul uçağında karşılaştık ve yan yana düştük. İktidarda olmadığı dönem. Beni gördü ve yüzünü cama döndü, bir saat 15 dakika dışarıya baktı. Çünkü benimle göz göze gelse bir şey demek zorunda kalacak. Onun dışında en ufak bir müdahalesi, tavrı, sözü, mesajı olmadı. Böyle devlet adamları gördük biz.
Özal kızmaz mıydı size?
Turgut Bey bana siyaseti başka partide yaptım diye kızdı yoksa oyunlarıma hiç kızmadı. Ben Bedrettin Dalan’ın partisinde 7 ay kadar siyaset yaptım. Bir delilik yaptım aslında. Ne yapacaktım politika yaparak? Türkiye’yi mi kurtaracaktım? Hayır ama doğru iki laf edecektim.
Pişman mısınız?
Evet, pişmanım çünkü dışarıdan gördüğüm gibi değilmiş. Çok garip ilişkiler vardı.
Gezi eylemleri sırasında iktidar tarafından çok eleştirildi sanatçılar. Sanatçılar siyaset de yapabilirler mi?
Fikirlerini muhakkak söylemeliler. Baskı grubu oluşturmalılar ama politikaya girince dejenere olunuyor.
Peki, Başbakan Erdoğan?
Ben ‘Cumhurbaşkanı’ diye bir film çektim. Sıkılıp Anadolu kasabasına kaçan bir cumhurbaşkanını anlatıyordu. O film için Recep Tayyip Erdoğan beyefendi ile görüştüm çünkü resmi makamları kullanmaya ihtiyacımız vardı ve bana inanılmaz kucak açtı. Her türlü yardımı yaptı. “Ne istersiniz” dedi. “Benim odamı kullanın” dedi. Makam arabalarını kullandık korumaları bile kullandık. Düşünün. Müthiş ihtimam gösterdi. Aynı anda Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’den de yardım istedik ama hiçbir yardım görmedik mesela. Başbakanlığının ilk yıllarından bahsediyorum. O sırada özel kaleminde çalışan bir hanım bana “Çok iyidir. Çok yardımsever çok iyi kalplidir inşallah da değişmeyecek” dedi. Ama sonra böylesine bir oy çokluğu, böylesine bir parlamento gücü ile 10 yılı geçirdiğiniz zaman böyle sapmalar oluyor işte şimdi gördüğümüz bu. “Sadece ben” denilen bir dönem bu.
Güçten başı dönmek diyebiliriz kibarca.
Devleti Âliye’de bile kaydı hayat şartı ile kalmamış hiçbir padişah. Günün birinde siyaseti bırakırsa ve bir sohbette karşılaşırsak kendisi de aynı şeyleri söyleyecektir diye düşünüyorum. Bu içinde yaşadığımız döneme dair. “Keşke o şekilde tepkiler vermeseydim, öyle konuşmasaydım, öyle yapmasaydım” diyecektir. Bu dönem öyle denmesi gereken bir dönem.
Tahammülsüzlük dönemi diyebiliriz galiba.
Mesela ‘Muhteşem Yüzyıl’, Türkiye’deki dizi tarihinin en muhteşem işidir kesinlikle. Daha hiçbirisiyle karşılaşmadım ama o ekibin içinde olan hangisi olursa olsun birisiyle karşılaşırsam önce selam vereceğim hazır ol vaziyetine geçip, sonra sohbet edeceğim.
Başbakan tarihin çarpıtıldığını düşünüyordu.
Osmanlı’da meşveret adabı vardı. Aynı zamanda halife olan padişah her konuda danışır. Herkese danışır. Sadrazamlara, hocalara, ulemaya danışır nabız yoklardı her şeyi ben biliyorum demezdi. Padişah bile danışırdı. Atatürk de danışırdı. Atatürk’ün sofralarını şimdi ‘rakı içip sarhoş olurlardı’ diye çarpıtmaya çalışıyorlar ama o uzun geceler danışma, fikir alma toplantılarıydı. Şimdi bu hükümet hiçbir şeyi dinlemiyor. Başbakan dinlemiyor. Her şeyi ben bilirim tavrı. Cami yapılacak ben en iyisini yaparım. Diziyi de ben en iyi bilirim. Tarihi de en iyi ben bilirim. Kimseye hiçbir şey sorulmuyor. Sen Osmanlı’nın devamıyım tavrındasın madem en azından meşveret etmek durumu yok mu yani?
Belki ona doğrular söylenmiyor.
Ben zaten Başbakan’daki bu değişimi, olmayan olayları değişik yansıtmasını, eskisinden çok farklı tavrı olmasını etrafındaki danışmanlarına bağlıyorum. Size bir hikâye daha anlatayım, dedim ya “Süleyman Demirel oyunlarımıza gelmiyordu” diye yıllar sonra İstanbul Caddebostan’da Maksim Gazinosu’nda Metin’le yine sahneye çıkıyoruz “Gece on gibi Süleyman Demirel gelmek istiyor” dediler. Çok şaşırdım. Hanımefendiyle geldi ben de ona sahneden “Sayın başbakanım on buçukta gelmek istiyorum deseydiniz Ankara’da da o saatte sahneye çıkardık” dedim ve çok ahbap olduk sonra. Bizi Metin’le Ankara’ya çağırdı. Uzun sohbetler yaptık. Türkiye’yi konuştuk.
Gezi eylemleriyle ortaya çıkan müthiş bir mizah ve yaratıcılık var. Yıllarını siyasi hicivle geçirmiş bir sanatçı olarak takip ediyor musunuz?
Bizim eleştirimizi, bizim mizahımızı, bizim gülmecemizi, Deve Kuşu Kabare’yi fersah fersah geçtiler. Bir de “Yok artık direnme gücü” derken var olduğunu gördük. Gülmece çok önemli silahtır.
Muhafazakârlaşıyor muyuz?
Türkiye’yi muhafazakâr ya da değil diye belli kalıplara sokamazsınız. Bu ülkede oturmamışlıklar var diyebiliriz. Sistemde yanlışlıklar var.
Siz Küçük Ağa’da Urfalı Mehmet Ağa’yı oynuyorsunuz ama ilk defa bir ağa mafya babası gibi gösterilmiyor.
Bu bana daha önce de söylendi. Bazı tabuları yıkmak lazım. Dizilerdeki İçki meselesi de böyle. Algıları kırmak lazım. Otosansür en kötüsü.
Tiyatroya dönmek istiyor musunuz?
Evet, düşünüyoruz bazı projeler. Bir de bir kitap yazmak istiyorum İstanbul üzerine. Başlığı da “Benim doğduğum kent bu kent değil” olacak. Anılarımı yazmak istemiyorum çünkü samimi olamıyor anılar. İnsanlar alınıyor. Belki de müzikal yaparız Metin’le.