Bazı kelimeleri kullanırken azami dikkat göstermemiz gerekiyor sanki. Çünkü dile, kaleme değdikleri anda kendimizle ve dünyayla yüzleşmeye hazırlıklı olmadığımız mecralar açıyorlar önümüze. Hele hukukun kişiden kişiye, semtten semtte, statüden statüye ve ahbaplık ettiğiniz insanlara bakılarak şekilden şekle sokulduğu kimi yerlerde…
2002 yılından bu yana Londra Üniversitesi’nde hukuk profesörü olarak görev yapan Philippe Sands QC, aynı zamanda Boston, Cambridge ve New York’ta dersler vermiş. Hâlâ avukatlık yapmayı sürdürüyor. Senatör Augusto Pinochet davası ile Guantanamo ve Belmarsh tutsakları davası da dâhil olmak üzere, hem İngiltere mahkemelerinde hem de uluslararası mahkemelerde daha sonra emsal niteliği taşıyan davalarda yer almış. 2017 yılında Alfa Yayınları tarafından Sands’ın Doğu Batı Sokağı - Soykırım ve İnsanlığa Karşı İşlenen Suçların Kökenleri Üzerine başlıklı kitabı Bilge Firuze Çallı tarafından Türkçe’ye çevrilmiş olarak yayımlandı.
Bu kitap Hitler Almanya’sından hikâyeler anlatıyor. Bu hikâyeler size bir yerlerden çok tanıdık geliyor. Yayımlanmasının üzerinden bir yıldan fazla zaman geçen bir kitap hakkında yazmak istememin nedeni, bu aşina hikâyelerin başkalarının da ilgisini çekebileceğini düşünmem. Sürgün, soykırım, zulüm, katletmek gibi kelimelerin hafızamızda ettiği yer kadar, yargılanmamak ya da cezasız bırakılması gibi kelimeler de öfke ile yer tutuyor zihnimizin içinde.
Hitler’i ne harekete geçirdi?
Soykırım kavramı ilk kez 1944 yılında Polonya Yahudi’si bir hukukçu olan Raphael Lemkin tarafından kullanılmış. Yunanca “ırk”, “soy” anlamına gelen génos ile Fransızcaya Latince “katletmek” anlamına gelen cidium kökünden geçmiş cide sözcüklerinin birleştirilmesiyle oluşturulmuş. Lemkin “Jenosit konusuna nasıl geldiniz?” sorusuna cevaben “Jenosit ile ilgilenmeye başladım, çünkü birçok kez gerçekleşti. Önce Ermenilerin başına geldi, ardından da Hitler harekete geçti” diye cevap vermiş.
Birleşmiş Milletler Soykırım Suçunun Engellenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nin yürürlüğe girmesi ile sözleşmenin uygulanmasıyla yapılan ilk yargılama arasında 40 yıl var. Sözleşme 1951 yılında ancak yürürlüğe girebiliyor ve bunun ardından bazı soykırım failleri yerel yasalarla yargılanıp suçlu bulunabiliyorlar.
Philips Sands’ın yazdığı Doğu – Batı Sokağı soykırım kavramının ilk kez kullanıldığı 1946’da Nürnberg Uluslararası Askeri Ceza Mahkemesi’nin salonunda olanları anlatıyor. Tarihte ilk kez ulusal liderler davranışlarından ötürü uluslararası bir mahkeme önünde yargılanıyorlar. ABD, Birleşik Krallık, Fransa ve Sovyetler Birliği’nin açtığı dava, Nazi liderlerini dört ayrı başlıkta suçluyor; barışa karşı suç, insanlığa karşı suç, savaş suçları ve bu üç maddenin “ortak bir plan ve komplo süreci ile gerçekleştirilmesi.”
‘Kutlu oda’ hücre
Okura yazılmış bir not ile başlıyor Doğu – Batı Sokağı. Ukrayna’nın küçük Paris’i olarak bilinen Lviv şehrinin isminin tarihini anlatıyor. Lemberg, Lviv, Lvov aslında hepsi aynı şehir. Savaşlar kaybedildikçe ya da kazanıldıkça ismi değişen şehirlerden sadece biri. Bir diğer yandan Sands’ın büyükbabasının çocukluğunun geçtiği şehir. Aslında kitap boyunca Lemberg adını kullanmak istiyor yazar ama buna kırılabilecek insanların olduğunu düşündüğü için yapmıyor. Sonra hikâyelerini anlatacağı başlıca karakterleri tanıtıyor. Hersch Lauterpacht, 1897 doğumlu uluslararası hukuk profesörü. Hans Frank, 1900 doğumlu hukukçu ve devlet bakanı. Rafael Lemkin, 1900 doğumlu savcı ve hukukçu. Leon Buchholz, Sands’ın büyükbabası, 1904 doğumlu.
1 Ekim 1946 Salı günü, Nürnberg Adalet Sarayı’ndan anlatmaya başlıyor Sands. O gün orada “soykırım” kelimesinin artık bir suç olarak tarif edilişini, Hans Frank’ın bu suçla itham edilişini anlatıyor. Yıllar sonra, 2014 yılında Samds ve Frank’ın oğlu Niklas ile adalet sarayını ve 600 numaralı mahkeme salonunu yeniden ziyaret ediyorlar. Niklas, babasının hücresine giriyor ve “Burası kutlu bir oda, hem benim için hem de dünya için” diyor. Hans Frank, Hitler’in eski kişisel hukuk danışmanı, 1933-1945 yılları arasında Nazi Almanya’sında hukuk liderliği ve 1939 yılında işgal edilen Polonya hükümetinde hem generallik hem valilik yapmış.
Sands 2014 yılında, Nürnberg Adalet Sarayı’na bir konferans için çağrılıyor. Konu elbette insanlığa karşı suçlar ve bireylerin kitlesel ölçekli katli. Yıllarca soykırım davalarında yer alan profesör için bu konferans büyükbabasının yaşadığı yeri yeniden görmek ve ona dair araştırmalar yapmak için bir fırsat sunuyor. Ve kitabın sonraki bölümlerinde öyküleri anlatılan karakterler bu araştırmayla derinleştiriliyor.
Nürnberg Davalarından önce, herhangi bir ülke liderinin eylemlerine karşılık verebilmek için uluslararası bir mahkeme kurulmamış. Philippe Sands ailesinin ve kendisinin hikâyesini bir tarihi anlatmak için sadece bir fon olarak kullanıyor. Nürnberg Davaları’nın derinden ve kişisel bir ifadesini anlatıyor bir yanıyla. Tarihler ve karakterler açısından oldukça kalabalık ve yoğun bir kitap, o yüzden okurken aklınız zaman zaman karışabilir. Lakin ne tarihçi ne hukukçu olarak yazıyor bu kitabı Sands; insanlığa karşı işlenen suçların en küçükten en büyüğe bütün taşları nasıl etkilediğini anlatmak, herkesi tek tek ve bütün ayrıntılarıyla kaydetmek için yazıyor.
İnsanlığa karşı işlenen suçlar ile soykırım arasındaki farkı da irdeliyor ve açıklıyor. “İnsanlığa karşı işlenen suçlar” bireylerin hakları fikrinden ortaya çıkarken, “soykırım” grup hakları kavramına dayanıyor. Uluslararası insan hakları hukukunun temellerini atan Yahudi avukatların, doğrudan zulüm tecrübesine sahip erkekler olduğunu da vurguluyor.
Adeta sahici bir polisiye
Sands, iki Yahudi düşünürün paralel hayatlarına, bu paralel suçlardan yola çıkarak bakıyor. İnsanlığa karşı işlenen suçlar kavramını Hersch Lauterpacht, soykırım kavramını ise Rafael Lemkin aracılığıyla öykülendiriyor. Lauterpacht ve Lemkin, aynı sokakta birbirlerini tanımadan büyüyen iki avukat. Bu iki insanın hayatına bakarak iki önemli hukuk kavramının çıkış noktasını da öğrenmiş oluyoruz “Doğu Batı Sokağı” ile. Yazarın ailesinin bu iki ayrı aile ile birebir bağlantılarının olması ise konuyu ilginçleştiriyor tabii. Bu bağlantı ile “Doğu Batı Sokağı” hem tarih hem hukuk alanında yazılmış bir kitap olmaktan çıkıp, sahici bir polisiye havasına bürünüyor. Sands diğer akrabaları, fotoğrafları, kurbanları, arkadaşları, yani o zamandan bugüne geriye kalan her şeyi bir şekilde bulmaya uğraşıyor. Bulduklarıyla konuşuyor ve hikâyeleri birleştiriyor.
Kitap boyunca, hikâyeler birleştikçe işler karışıyor, karıştıkça bugüne benzerliği iyice belirginleşmeye başlıyor. Hafıza ile soykırım ilişkisini dünya tarihi açısından bir irdeleme olarak da bakılabilir bu kitaba. “Doğu Batı Sokağı”nda unutmak, unutturmak ile tarihin tekerrürden ibaret olması, bir yankılanma olmaktan öteye taşınması mümkün olabilecek mi? Dediğim gibi, insanın aklı karışıyor, bilinen bir hikâyeyi bir de Sands’ın kurgusuyla okumak, olmadık sorular getiriyor akla...
(Yazarın Türkçe’ye çevrilen diğer kitapları: Nürnberg’ten Lahey’e – Uluslararası Ceza Adaletinin Geleceği, Hukuksuz Dünya – Küresel Kuralları Koymak ve Yıkmak.)