16 Haziran 2024

Babalar Günü: Çocukluk cennetimin mimarının yokluğunda...

Bugün Babalar Günü, üstelik bayram ve biliyorum ki önümüzdeki ay yine bir Olimpiyat Oyunları var. Ama benim çocukluk cennetimin mimarının yokluğunda yılın en uzun günü gibi en uzun ayı da bir an önce gelip geçsin diye bakacağım

Rıza Özkan

Yaklaşık 1,5 yıl önce kaybettim ben babamı. O tarihten beri yılın en uzun günü benim için Babalar Günü.

Onu çocukluğunda gündüzleri çayırlarında koşturup akşamları gökyüzünü seyrettiği Hasköy Kulaksız'da bir Atlantik Fıstığı ağacının dibinde yatan babasının kucağına uzatırken, bize bu dünyada bıraktığı o kocaman yokluğuna alışmanın bu kadar zor, yasının bu kadar derin ve uzun olacağını bilememişim. Hayatta (doğru, yanlış) ne yön çizmiş ne karar almışsam hep arkamda durmuş, şefkat ve sağduyu sahibi güzel bir babanın yokluğu değil sadece yas sürecimi zorlaştıran. "Cennetim" bildiğim çocukluğumun asli mimarının yokluğunda o çocukluğumun öksüz kalmış olduğunu hissetmem de acıtıyor. Ama galiba en çok, "anne babaların çocuklarına verdiği en büyük yük, yaşanmamış hayatlarıdır" sözünün altındaki ezilmişlik hissi bu acıyı bu kadar katmerleyen.

Ciğerlerinde ona söylemediğimiz tenis topu büyüklüğünde bir kitle tespit edilmiş olmasına rağmen, büyük acılar çekmeden, kimselere yük olmadan, hatta "çok güzel öldü be" denilecek bir biçimde, kendisine çok yakışan bir tevazuyla ve sanki o hastalıktan değil de hızlandırılmış bir yaşlılıkla, deyim yerindeyse eceliyle gitmişti. Yaşamının son beş ayında ilaç niyetine en fazla 1 kutu Minoset almışlığı vardı, "sırtımda bir ağrı var sanki" diyerek.

Şükretmiştik elbette gidişin böylesine.

Ama giden sadece o olmamıştı. Dinç bir bünyeye sahip olmasına rağmen, onun ardından hem fiziksel hem de mental anlamda bir çöküş yaşayan annem, evi kapatıp çocuklarının yanında almıştı soluğu ve içine kapanmıştı. Sanki o da kocasıyla birlikte gitmişti. En az o kadar önemli olan bir başka kayıp da yaşamım boyunca en derin uykularımı uyuyup huzuruyla sarmalandığım, çokça sığındığım "baba evini" de yitirmiş olmamdı. Uzunca bir süre dirensem de sonunda eşyalarını dağıtıp, kapısını son kez çekerek anahtarını ev sahibine teslim edip hatıralarla dolu bir yuvayı ardımda bırakarak uzaklaşmış olmanın sızısı da babamın yokluğuna eklenivermişti hemen.

Kendime ait bir evim olsa dahi onlarınkine gittiğimde, mutfağa girip orayı burayı karıştırmanın, büyük bir rahatlıkla buzdolabının altını üstüne getirmenin, balkonlarına çıkıp ayak uzatmanın, salondaki kanepeye uzanarak saatlerinin sonsuz ve kararlı tik takları altında kendimi güvenli bir huzura teslim edip şekerleme yapmanın, uyandıktan sonra demli bir çay ve kek eşliğinde belki kesik kesik ama şefkatli bir sohbete uyanacağını bilmenin mümkün olmayacağı bir yer olmuştu artık yaşadığım dünya.

Hiçbir evin çocuğu olmayacaktım artık.

Mütevazı hayatında her adımını yorganına uygun uzatarak atmak durumunda kalsa da kendi dönemine mahsus bir şekilde, küçük şeylerle mutlu ve güler yüzlü olabilen, hayattan şefkatini esirgememiş bir insan, heykeli dikilmemiş bir sessiz fazilet idi benim babam, Rıza Özkan.

Annem bizleri çocukların çok kolay mutlu ve tatmin olabildiği yıllarda doğurmuştu. Yeter ki koşturacak geniş arsalar, yuvarlanacak topraklar, tepesine çıkılacak ağaçlar olsundu. O toprakları da babam bulmuş, başarılı bir önseziyle bizi hemen okul öncesinde, planlı ve düzenli, çocuklar için geniş oyun alanlarının bulunduğu, boş alanlarda çok hoş sahil düzenlemelerinin yapıldığı, parkları ve geniş otoparkları olan, halkın kıyı ve denizden yararlanılmasına olanak sağlayacak projelerin geliştirildiği, kendine ait sade ama yeterli çarşıları, okulu, hatta deniz kulübü olan bir toplu konut merkezine, yani Ataköy'e taşımıştı. Eskiden "Barutçubaşı Ohannes Bey'in Meraları" olarak anılan bu belde, Türkiye'nin bu planlılık, mantalite ve ölçekteki, tarihi yapıların da korunduğu ilk ve belki de son toplu konut merkezi idi. Çocukların düzenli sokak, avlu ve çayırlarında tasasızca koşturarak, çığlık çığlığa heyecanlarla oynayabildiği.

Orada, bugünlerde tarihe karışmak üzere olan "1. Kısım Çarşısı"ndaki Türkiye Süt Endüstrisi Kurumu'nun satış noktasına o yıllarda kooperatifçilik yoluyla gelip kuyruklarla halka ulaşan sütten ve portakal aromalısı çıkana kadar midemizi bulandıracak olan balıkyağından medet umarak büyümüştük. Doğusunu Çavuşpaşa, batısını Ayamama derelerinin, kuzeyini bir zamanlar Reşadiye Süvari Kışlası olarak hizmet vermiş, Cumhuriyet döneminde ise bir ruh hastalıkları hastanesine çevrilmiş yapının merkezde olduğu geniş yeşil alanların, güneyini ise Baruthane Hudud-ı Memnuiyesi ile denizin çevrelediği bir coğrafyada geçmişti çocukluk ve ilk gençlik yıllarımız. 70'li yılların yaz aylarında bu bir çocuk için kocaman sayılabilecek coğrafyanın hemen her noktasında akşam ezanı okunana kadar oynuyor, koşturuyorduk.

70'ler televizyon denen mucizevi kutu sayesinde oturma odalarının da sokaklar kadar sosyalleşmede zirveyi tattığı yıllardı. Bir radyo/televizyon teknikeri olan babamın evimize tam da 1972 Olimpiyatları öncesinde getirip antenini çatıya kurarak cefayla doğrultu ve yönünü ayarladığı Indezit marka televizyon seti Münih'i oturma odamıza misafir getirdiğinde dünyalar bizim olmuştu. Babam ve erkek kardeşimle birlikte hayatımızın ilk ve en güzel olimpiyat coşkusunu o yaz tatmıştık. Siyah/beyaz, düşük çözünürlüklü ve de sadece 61 ekran (61 inç değil, 61 cm bu arada, yanlış anlaşılmasın, yani sadece 24 inç) boyutunda olsa da bir televizyon setinin içindeki PL504 lambasıyla dünya ufkumuzu nasıl genişlettiği, o mütevazı hayatlarımıza nasıl bir derinlik ve boyut kattığı unutulacak gibi değildi.

Hiç unutmadım o yüzden!

Zaten ne o Finli ne Amerikalı ne Kenyalı ne Alman ne Kübalı atletler unutulacak gibiydi! Ne de o Sovyet basket takımı!

Balkona açılan oturma odamızda o yaz arada kumlanan ya da dikine kayan ekran görüntüsünün arkasında Lasse Viren'in 5 bin ve 10 bin metre finallerindeki heyecan dolu zaferini izleyecektik babam ve erkek kardeşimle birlikte, ağzımız açık.

Şapkalı atlet David Wotttle'ın Olimpiyat tarihinin en muhteşem geri dönüşü diyebileceğim 800 metredeki inanılmaz birinciliğine yine birlikte tanık olacaktık. Kip Keino'nun 3000 metre koşusundaki şampiyonluğunun, Ulrike Meyfarth'ın yüksek atlamadaki altın madalyasının, Teofilo Stevenson'un ağır siklet fiziğini tüy siklet bir süratle birleştirdiği olağanüstü tekniğinin beraber şahidiydik.

Milyonlarca, belki de milyarlarca insanla birlikte ve ailecek aynı sporcu ya da tarafları tutarak, ortak bir heyecan içinde izlemiştik Olimpiyatları. Sergey Belov ve Aleksandır Belov'lu Sovyetler Birliği basketbol takımının, olimpiyat tarihinin belki de en heyecan verici ve altın madalyanın birinden öbürüne gidip geldiği finalinde ABD'yi 51-50 mağlup ederek şampiyonluğa ulaşmasına da tanıklık etmiştik birlikte. Hiçbir ekran tazeleme hızının yetişemediği muhteşem reflekslere sahip boksör Lemechev'in maçlarda indirici yumruğu nasıl vurduğunu birlikte görememiştik.

Her gün bir başka mucize gerçekleşiyordu sanki Münih'te. Ve biz Ataköy'deki evimizin oturma odasından görebiliyorduk bu bir dünya şeyin hepsini.

Çok güzel otururduk eskiden. Bazı akşamlar annem daha altı aylık olmayan kız kardeşimi uyuttuktan sonra bir tas çilek, ya da bir kap elma veya birkaç dilim karpuz getiriyor, sportif heyecanlarımızı tatlı lezzetlerle buluşturuyorduk. Babam daha 36 yaşındaydı. Biz bir müsabakayı izlememiş, kaçırmışsak sonucunu ona soruyorduk. Genç adam hiçbir detayı kaçırmıyordu. Çok heyecan verici bir müsabaka yoksa televizyonda, babam bize daha önce okuduğu Jean de la Hire'nin "İki Çocuğun Devrialemi" kitabından aklında kalmış macera hikayelerini anlatıyordu, balkonda geceleri.

Bu arada, David Wottle sayesinde işler kötü gittiğinde ve ümitsizliğe kapıldığımızda dahi mücadeleyi bırakmamak gerektiğini öğrenmiştik.

Organizatörlerin Muhammed Ali ile dövüşmesi için kendisine teklif ettikleri 5 milyon doları "8 milyon Kübalının sevgisinin yanında milyon dolarların değeri nedir?" diye reddeden ve 1972'den sonra 1976 ve 1980 olimpiyatlarını da yine bizim oturma odamızdan altınla taçlandırarak kazanacak olan Stevenson bize amatör heyecanların güzelliğini aşılamıştı.

Sovyet basket takımından, ilerde "Soğuk Savaşın en uzun 3 saniyesi" olarak anılacak zaman aralığının bile bir gidişatı değiştirmek için yeter uzunlukta bir süre olduğunu öğrenmiştik.

Daha 23 yaşında, çiçeği burnunda bir polis memuru olan Lasse Viren'den bir yarışta beşinci sıradayken yere düşüp son sıraya çakılsan bile, altı metre farkla hem de yedi yıllık bir rekoru tarihin çöp sepetine göndererek zafere ulaşılabileceğini görmüştük.

Mark Spitz'in 7 altınla taçlandırdığı havuz zaferlerinden ise suda batmadan durabilme becerisinin yanında bir de "stilli yüzme" olduğunu öğrenmiştik. 1973 yazında plaja gittiğimizde ilk işimiz "kelebek" stilde sekiz-dokuz kulaç atmaya çalışmak olacaktı, boğulmadan.

Çok şey öğrenmiştik Münih Olimpiyatları sayesinde. En önemlisi de 1972 yılı Ağustos/Eylül aylarında 11 ve 10 yaşlarındaki iki erkek kardeş olarak, babamızla arkadaş olabileceğimizi görmüş, hatta birlikte güreşir, karşılıklı gard alır olmuştuk. Eski bir sporcu olduğundan bazı teknikler öğreniyorduk babamdan.

Bu keyifli oturma odası paydaşlığımız, ilkin 1974 Dünya Kupası'na, oradan 1976 Olimpiyatları'na uzanacak, arada Muhammed Ali'nin çoğunlukla Türkiye'de gece ya da sabaha karşı iken yaptığı boks karşılaşmalarında da sürecekti. Babam "maç saatinde bizi mutlaka kaldırın" şeklindeki ısrarlı talebimize rağmen çocuk uykularımızın derinliğinden zorlukla ve "isterseniz yatmaya devam edin yavrum" diyerek uyandıran adamdı, aynı zamanda.

"Kelebek gibi uçup arı gibi dans eden" Ali'nin 1972'de New York'taki karşılaşmada yumrukları sıralayıp sıralayıp sonra sarıldığı Joe Frazier'i 15 raunt sonunda sayıyla mağlup edişini görmüş, 1974'te bu kez Filipinler'in Manila kentinde karşılaştığı rakibini attığı onca yumruğa rağmen bir türlü deviremese de 15'nci raunda çıkamayacak hale getirene kadar hırpalayışını yine hep birlikte izlemiştik.

Zaire'nin Kinşasa kentinde 1974 yılında gerçekleştirilen müsabakada George Foreman'ı 8. rauntta nakavt edişini, adam adeta ağır çekimde yere yığılırken "Ali neden son bir yumruk daha atmadı" diye hayıflanarak yine beraber seyretmiştik.

Bir taraftan da büyüyorduk. 1980 olimpiyatlarından sonra 1982 Dünya Kupası'nda da kurulduysak yine aynı mucizevi kutunun karşısına dünyanın belki de gelmiş geçmiş en iyi milli takım ekibi olarak gördüğüm (Socrates, Zico, Falcao, Junior, Eder gibi isimlerin yer aldığı) Brezilya milli takımının daha gruplarda İtalya'ya 3-2 yenilerek elenmesi ile dünya gibi futbolun da adaletinin olmadığını birlikte üzülerek öğrenmiştik.

İlerleyen yıllarda bir daha aynı keyfin aynı odadaki paydaşı olamamıştık babamla. Hayat kardeşleri kendi yaşamlarını kurmaya itekleyince babam Olimpiyat ve Dünya Kupalarında artık yalnız başına geçer olmuştu ekran karşısına. Onu spor müsabakalarını izlemekten kopartmak mümkün değildi. Bense zaman gelmiş artık baba olmuştum. İnsanlık için "küçük" benim için "büyük" denilecek bir meşguliyetim, benim de emek verecek bir yavrum ve öğreteceklerim vardı yani.

Kardeşler olarak sonraki yıllarda Olimpiyat ve Dünya Kupası finallerinde ailelerimizle baba evine gitmiş, uğramışsak bile bir maçın sonunu birlikte getiremediğimiz olabiliyordu. Oysa babam tüm spor müsabakalarını tıpkı o yıllardaki açık oturum ve tartışma programları gibi kendini vererek uzun uzun izleyebiliyordu. En sıkıcı çekiç atma finalini bile pürdikkat izleyebilirdi benim babam.

Onunla son, uzun oturma odası paydaşlığım, ölümünden 2 ay kadar önce Katar'da düzenlenen 2022 FIFA Dünya Kupası finalleri oldu. Hastaydı babam ve bu kez benim evimdeydi. "Aaa Dünya Kupası'nı beraber izlemiycez mi?" diyerek onları yaşadıkları Edremit'ten alıp İstanbul'a getirmiştim. Muazzam dripling ve gollerini, oyunu güzelleştiren katkısını hayranlıkla izlediğimiz Arjantin kaptanı Lionel Messi'nin en büyük rüyasını gerçekleştirdiğine babamla birlikte tanık olduk o günler boyunca. Şampiyonanın nefes kesen finallerini evde bir oksijen konsantratörüne bağlı halde izlemişse de heyecanı eskisi gibiydi. Birlikte konuşarak, yorum yaparak, kâh üzülüp kah sevinerek izledik maçları. Onunla oturma odası paydaşlığımızın bu son etabında ezeli bir şey yapıyor gibi hissettiğim için olsa gerek yakın bir tarihte öleceği düşüncesi aklımdan uzaklaşmıştı. Bir Dünya Kupası oturma odası paydaşlığıyla ölümsüzleşivermişti gözümde babam o koltukta o günlerde.

Ancak Messi'nin "mutlu son" ile kupayı kaldırışı bizim için başka bir dönemin habercisiydi. Final ve ödül töreninin ardından yatmaya gittiğimde, babamla bir daha böyle bir oturma odası maratonu ve arkadaşlığı yapamayacağımın farkındalığıyla yaşaran gözlerimi yorgana sıkı sıkı gömdüğümü hatırlıyorum. Birlikte izlediğimiz ve tuttuğumuz kişi veya takımın zafere uzandığı bir şampiyonanın bitiminde ilk kez çok üzgündüm. İşte tam o günlerde bir ara onun gözlerinde artık bir katara tek başına binmiş olduğunun ve yalnız bir yolculuğa çıkmış olmanın dehşetli farkındalığını görmüştüm. Koyu bir çaresizlik, beyhudelik kaplamıştı benliğimi.

Onun yere göğe sığdıramadığı yavrusunun bile gücü yetmiyordu durdurmaya o katarın terminal yolculuğunu.

Bugün Babalar Günü, üstelik bayram ve biliyorum ki önümüzdeki ay yine bir Olimpiyat Oyunları var. Bu kez Paris'te. Onun yokluğunda, özlemi hiç dinmemişken o artık renkli, yüksek çözünürlüklü ve kocaman da olsa ekranın karşısına oturup yarışları, maçları, karşılaşmaları izleyebileceğimi hiç sanmıyorum. Benim çocukluk cennetimin mimarının, yani gerçek şampiyonumun yokluğunda yılın en uzun günü gibi en uzun ayı da bir an önce gelip geçsin diye bakacağım, sanıyorum. Yokluğu daha hâlâ keskin bir sızıyken hiç niyetim yok Olimpiyat pistlerini onsuz takip etmeye.

Belki ileriki yıllarda farklı hisseder, onu hatırlama ve anısını yaşatma vesilesi olarak kabul etme serinkanlılığını yakalayabilirim. Bundan birkaç ay önce kimi karakteristik özelliklerinin ve değerlerinin bende yaşamayı sürdürdüğünü fark ettiğim için olabilir de. Zira o gün, babamın bir anlamda ona benzeyen yönlerimle bende de yaşadığının, dolayısıyla onun mutlak bir yokluğunun söz konusu olmadığının ayırdına vardığım bir gün oldu. Yas sürecinde belki de en büyük avuntu buydu benim için. O halde babam yok sayılmazdı, tam olarak. Dolayısıyla o serinkanlılığa yaklaşıyorum belki de. Kim bilir!

Yine de bugün babama sarılmam, güzel temennilerini duymam mümkün olamıyorsa, ondan kalanlar bir bavula sığdığı halde duygusal bagajını dünyaya sığdıramıyorsam, n'apayım ben böyle bayramı, böyle babalar gününü!

Yazarın Diğer Yazıları

“İnsanlık nükleer bıçak sırtında”

Amerikalılar Marshall Adaları yakınlarında Minuteman III kıtalararası nükleer balistik füze testi yaparken, BM Şefi Guterres “nükleer silahların kullanılması riskinin Soğuk Savaş'tan bu yana görülmemiş boyutlara ulaştığı,” uyarısını yaptı

Kutup İpek Yolu, Süveyş’in tahtına göz dikti

Orta Doğu'daki sorunlar, Süveyş Kanalı’ndan 8 bin kilometre daha kısa olan ve buz katmanları hızla eriyen Kuzey Denizi Rotası’nı giderek daha çekici hale getiriyor. Ancak “küçük” bir sorun var: Batı’nın, güzergahın yüzde 70'ini kontrolü altında tutan Rusya ile ihtilaflı hali!

Avrupa savaşa sürükleniyor

Bir kış uykusundan uyanmış ama kendisini hakikatin çölünde içtimaya çağırılırken bulmuş gibi bir tutum içindeki Avrupa’da III. Dünya Savaşı hazırlığı olarak görülecek çok şey oluyor