MHP lideri Devlet Bahçeli’nin Öcalan’a yönelik “Gel Meclis’te konuşup silah bıraktır” çağrısında somutlaşan “devlet aklı"nın bir açılım tasarlamakta olduğu olasılığı ile hemen ardından gelen TUSAŞ saldırısı hemen herkese “neler oluyor” sorusunu sorduruyor. Bu soruya verilen cevaplarlar muhtelif. Gelişmeleri,
-Türkiye’nin yurt içi barışını hazmedemeyecek olan emperyalist güçlerin, “ben istersem terör örgütünü nokta atışı yapacak şekilde kullanırım, hatta terörle mücadelede en çok kullandığın SİHA ve helikopterleri üreten sembol tesislerini bile vurabilirim” mesajı olarak gören de var...
-Erdoğan’ın “ortak devlet” statüsü aldığı Rusya’nın Kazan şehrindeki BRICS Zirvesi ziyaretine NATO cephesinin cevabı olarak gören de...
-Açılımın ve akabindeki saldırının Türkiye’yi Suriye Kürtlerine karşı pozisyon değiştirmeye zorlayan bir CIA projesinin bir parçası olduğuna inanan da…
Neyin hesabı güdülüyor?
Çok uzatmadan önce kendi kanaatimi özetleyeyim, sonra temellendirmesine ve “yeni dönemin” tarihi kodlarını ayıklamayı denerim. Öncelikle belirteyim; somut, herhangi bir veriye dayanan bir hüküm sahibi değilim bu soru karşısında. Ancak spekülatif de olsa bazı olasılıklar yelpazesine yaslanıyorum. Kanımca, Ankara tüm hesaplarını 2026’da Irak’tan çekileceği açıklanan ABD’nin yeni dönemde (İsrail ile birlikte) İran’ı istikrarsızlaştırmayı deneyeceği ve bunu yaparken de İran merkezli Kürdistan Özgür Yaşam Partisi'ni (PJAK) destekleyeceği, hatta Suriye ve Irak’taki silahlı Kürt unsurları da devreye sokabileceği hesabı üzerine yapıyor. (Her ne kadar PJAK, bugün Washington’un terör örgütü listesindeyse de Tel Aviv’in de arzusunun bunun değişmesi yönünde olduğunu biliyoruz.)
Ama… Ama kanımca ortada birilerinin öngördüğü gibi, Ankara ile Washington arasında Türkiye’nin bir “Kürt açılımına” yönelmesi ve Suriye ile Irak’ın kuzeyindeki silahlı Kürt grupların İran’ın istikrarsızlaştırılması doğrultusunda kullanımını kolaylaştırması yönünde (henüz) varılmış bir mutabakat yok. Kanımca, ortada sadece, İran’ı hedef tahtasına oturtacağı düşünülen ABD ile olası işbirliği senaryoları için - elindeki tüm kozlarla şartlarını müzakere etmeye hazır, ön alıcı bir pozisyon peşinde, hatta amiyane tabiriyle- “bedelini belirlemiş” bir Ankara söz konusu.
Ankara’nın oynayabileceği rol
Ankara çok iyi biliyor ki, Washington İran’ı hedefe koyacaksa, önce Tahran’ın Bağdat – Halep – Şam üzerinden Akdeniz’e ulaşmasını engellemek, İran’ın bölgedeki nüfuzunu kırmak, en azından Şii grupları bölgede izole etmek isteyecek. ABD İran’ı fiziksel olarak tecrit etmek için girişeceği operasyonlarda YPG/YPJ gibi Kürt grupların ağırlıkta olduğu Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) bölgede rahat hareket edebilmesine ihtiyaç duyacak. 100 bin kişilik bir orduya sahip olduğu söylenen SDG’nin bölgenin hem kuzeyinde hem güneyinde TSK’nın engellemelerine takılmadan rahatça hareket edebilmesine, Şii milis güçlerine karşı etkin olmasına, hatta belki PJAK sahasına transferine ihtiyaç duyacak. Ancak bunun için de Ankara’nın SDG ile, yani Suriye PKK’sı olarak gördüğü gruplarla bir tür barış/çatışmasızlık içinde pozisyon alabiliyor olması, onlar üzerindeki baskıyı kaldırması gerekiyor. Yani, Suriye ile 911 km, Irak (ya da Irak Kürdistan Bölgesel yönetimi) ile 378 km ve İran ile de 534 km’lik sınıra sahip Ankara, İran’ın yalıtılmasına giden yolda Washington’un kendisine büyük ihtiyaç duyacağını düşünüyor.
Ankara işte tam bu noktada isterse ABD nezdinde “eligible partner” olabileceğini göstermek üzere kendi Kürtleriyle Washington’un da arzuladığı barışı sergileyecek iradeye sahip olduğunu, hatta örgütün cezaevindeki liderine Meclis’ten (militanlarına silah bıraktırmayı hedefleyen) bir konuşma yaptırmaya hazır bile olduğunu göstermek istemiş olabilir. “Başarılı olursak Washington’u arzuladığımız şartlarda işbirliğine ikna ederiz, başarısız olursak en azından bölgede kıyamet kopmadan fırtınayı az hasarla atlatacak ölçüde içeriyi tahkim etmiş ve yola diğer seçeneklerle devam ederiz, onu da yapamıyorsak havucu neyle ikame edeceğimizi biliyoruz” diye düşünmüş olması da muhtemel.
Ankara’nın “Tahran etkisi” rahatsızlığı
Peki Ankara bu senaryoda neden “açılımı” İran karşıtlığı üzerinden tasarlamaya yatkın dursun ki, denebilir. Hatta, neden TRT Genel Müdürü TRT Farsça kanalının kurulacağını açıklarken “İran’ı rahatsız etmek zorundayız” gibi ifadelerle “lapsus yapıyor?” Yoksa mesaj mı veriyor?
Çünkü, Suriye Savaşı’nın başlangıcından bugüne kadar geçen zaman zarfında, Ankara’nın terör örgütü olarak görüp mücadele ettiği PKK/YPG unsurları güvenli alanlarını geniş bir coğrafyada tahkim edip, Türkiye’ye kafa tutabilecek pozisyon alırken, İran da nüfuzunu hem Suriye’de hem de Irak’ta iyice güçlendirdi. 2023 itibarıyla Türkiye’nin Suriye’de 125 askeri üs ve kontrol noktası varken İran özelinde bu rakam (büyük çoğunluğu Halep, Deyrizor ve Şam muhafazalarında olmak üzere) Suriye’de 55 ve Irak’ta 515 olmak üzere toplam 570 oldu.
Konu askeri üslerin yoğunluğuyla sınırlı da değil. Ankara, güçlü Osmanlı geçmişine sahip Halep, Musul ve Kerkük gibi şehirlerde İran nüfuzunun iyice güçlendiğini de görüyor. Türkmen kökenli bir şehir olarak bilinen Kerkük bile 2017 Ekim’inden bu yana Haşdi Şabi’nin, yani bir anlamda İran’ın etki sahasında. Kerkük Vilayet Meclisi’nde dahi çoğunluğu Tahran’ın perde arkasında bulunduğu bir koalisyon ele geçirmiş durumda. Türkmenler dahi Haşdi Şabi’ye yakınlıklarıyla öne çıkmaya başladılar. Ankara’nın Irak’ın kuzeyindeki pek çok hesabını İran’a yakınlığıyla bilinen Kürdistan Yurtseverler Birliği tıkıyor. Özetle, Ankara Tahran’ın bölgedeki artan nüfuzundan epeydir rahatsız. Dolayısıyla etnik ve mezhepsel farklılıklar üzerine oynamayı seven Washington için Ankara ile işbirliği yolunda ortada bir “fırsat penceresi” olduğunu kimse inkar edemez.
Ayrıca unutmayalım ki Ankara Washington ile benzer (kesinlikle aynı değil, sadece benzer) bir mutabakat arayışına aslında yıllar önce Suriye’de de hazırdı. Ancak hem o dönem bünyesinde CIA bağlantılı unsurları fazlaca taşıdığından olsa gerek hem de o tarihlerde bir vizyon çiğliği içinde olduğundan önden koştura koştura ve bedavaya (!) gitti. Ta ki tıpkı bahçede bir tırmığa basarsınız da sopa kısmı dikilip suratınıza yapışır, işte ona benzer bir darbeyle (belirli ölçülerde) ayılana kadar!
Şu kadarını söyleyeyim, onun ayıldığından bu yanaki haline Washington, “hasım ülke” diyor ve yaptırımlarla “terbiye” etme yoluna gidiyor.
Velhasıl uzatmadan bir kez daha tekrar edelim: Ankara ufukta yeni bir dönem görüyor ve riskleri minimize etmek, olası fırsatları kucaklamak için bir açılımla sağlayacağı “barış” üzerinden Amerika’ya imkanlar sunmak, karşılığında da bazı kazanımlar elde etmeyi umuyor. Tabii bu her şeyden önce bir arayış. Tarih ilerleyen dönemde önümüzdeki seçenekler yelpazesini elbette farklılaştırıp çeşitlendirecektir de. Ama meselenin kilit ve milat noktası, 5 Kasım ABD Başkanlık Seçimleri sonrasında önümüzde “yeni bir dönemin” uzanıyor olması.
Şimdi burada bir virgül atarak şunu söyleyeyim: Bazen “yeni” olan şeyleri tam olarak anlamlandırmada zorlanıyorsak, tarihe ve “eskiye” bakmakta fayda var. Tarih aslında geleceği de bünyesinde saklayabiliyor. Ona bakmayı unutabiliriz, ama bir kez baktık mı olgular arasındaki bazı bağlantılar ve paralellikler kurmanın, hatta benzemezlikler arasındaki paralellikleri görmenin kolaylığı karşısında şaşırabiliriz de.
10 yıl önce, 10 yıl sonra
O yüzden ABD’nin sırayı Ortadoğu’da İran’ı vurmaya getirdiğinin konuşulduğu şu günlerde gelin bundan yaklaşık 10 yıl öncesine gidelim ve bugünün sıranın Suriye’de olduğu günlerle nasıl bir paralelliği ve benzemezliği var, görmeye çalışalım.
Hatırlayalım…
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan 26 Haziran 2015’te, yaklaşan yeni dönemin şifrelerini veren bir konuşma yapmış ve şöyle demişti: “Bölgenin demografisini değiştirme operasyonunu tamamlamak istiyorlar. Suriye’nin kuzeyinde bir devlet kurulmasına asla müsaade etmeyeceğiz. Bedeli ne olursa olsun mücadelemizi sürdüreceğiz!”
Sonrasında neler olduğunu ve nasıl kanlı ve çalkantılı bir dönem yaşadığımızı büyük ölçüde hatırlıyorsunuzdur. Unutanlar için belirli ayrıntılarda hatırlatacağım birazdan. Ama önce şu:
Aradan 9 yılı aşkın bir zaman geçti.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, 1 Ekim 2024’te bir kez daha yaklaşan dönemin şifrelerini veren bir konuşma yaptı ve bir kez daha bölgede sınırların yeniden çizilmeye çalışıldığını ifade etti. Vatan topraklarının tehlikede olduğunu ima ederek, bir kez daha “Bedeli ne olursa olsun” mücadele edeceğini söyledi.
Neredeyse birebir aynı ifadeler!”
Geçmişten geleceğe
Hatırlayanlar olacaktır, Cumhurbaşkanını 9 yıl önce öyle bir konuşma yapmaya iten, 16 Haziran 2015’te- IŞİD’in Tel Abyad’ın (Girê Spî) kontrolünü yitirmesi ve Türkiye’nin güneydoğu sınırı boyunca uzanan bölgedeki üç Kürt kantonundan ikisinin (Kobane ile Cezîre) birleşmiş olmasıydı. Bu, Türkiye’nin “çözüm süreci” olarak isimlendirdiği çatışmasızlık döneminin sonuna işaret edecek olan bir gelişme idi.
9 yıl önce sınırının hemen altında işlerin arzuladığı yönde gitmediğini gören hükümet TSK’ya Suriye’nin Cerablus Bölgesinde tampon bölge oluşturulması için harekete geçilmesi talimatını vermişti. Ancak sınır ötesinde bir “tampon bölge” oluşturma talebini uluslararası kamuoyunda meşru kılabilmek için mücadelesini -Kürtlerin Rojava’daki oyun planını engellemek için değil- IŞİD’den gelen tehditlere karşı kendisini savunabilmek için yürütüyormuş görüntüsüyle birlikte vermeye çalışacaktı.
Sonrası işlerin arzuladığı gibi gitmediği, uzun, sancılı, kanlı, İncirlik’in ABD savaş uçaklarının kullanımına açıldığı, Suruç’un, Ceylanpınar’ın, 24 Kasım’ın, 15 Temmuz’un yaşandığı, Astana süreciyle TSK’nın nihayet sahaya indiği ve ABD destekli Kürt entititesinin Akdeniz’e uzanmasının engellendiği zorlu bir dönem oldu, hatırlarsanız.
Bugün hükümet, 26 Haziran 2015’teki gibi 7 Haziran seçimlerinden hayal kırıklığıyla çıkmış bir kırılganlık içinde değil. “İçeriyi” tahkim etme ve devlet dışı aktörleri kullanma konusunda daha deneyimli. Muhalefet de dahil neredeyse bütün bir siyaset sahnesi “devlet aklıyla” zaten takviye edilmiş durumda. Dolayısıyla “oyun kurarken” elbette daha temkinli ve olacaktır.
Ancak bu girişimlerin büyük riskler taşıdığı ve “kaş yaparken göz çıkarmaya” nasıl yöneldiği de unutulmamalı. Umalım ki, tüm bu girişimler ne toplumun herhangi bir bileşeninin siyaset alanının iyice dışına itilmesine yol açar ne de etnik ve mezhep temelli ayrışmaları derinleştirip Türkiye’nin komşularıyla çok da harika olmayan ilişkilerini kopartıcı bir seyir izler.
Yani, Suriye ile 911 km, Irak (ya da Irak Kürdistan Bölgesel yönetimi) ile 378 km ve İran ile de 534 km’lik o sınırların barış ile tahkim edilmesi, Suriye, Irak, İran ve Türkiye’nin barışçıl bir paydada bir pakt oluşturabilmesi lazım.
O yüzden etnik ve mezhepsel savaşlara karşı barışı ve dayatmacı siyasete karşı demokratik siyaset çerçevesinde ısrarlı bir zemini savunmak, bu ülkede yaşayan herkes için artık değerlendirilmesi gereken bir seçenek değil hayati bir mecburiyettir. Barışın en berbatı bile, kaçınmazsak kendimizi dibinde bulacağımız o uçurumdan katbekat ehvendir.