Avrupa’da “ne oldu”? Dalga dalga aşırı sağ ilerlemekte. Ama niçin? Neden bu kadar insan oy atmaz da meydanı boş bırakır? Neredeyse yarıya yakın vatandaş oy atmazsa ne olur? Neden ciddiye alınmaz? Neticede, hepimiz aynı seçim sistemi içindeyiz ve bu sistemin kanunları ve eğilimleriyle yaşıyoruz. Adına “demokrasi” denilmiş. Herhalde bu demokrasi falan değil; ama yine de tarif edildiğinde öyle durmakta. Çoğunluğu alan kazanıyor. Kim ne söyler? Nasıl tarihi korkunçluklar tekrarlanır? 6 Haziran’da Omaha plajında Nazilerden kurtulmanın seremonisi yapılır. Normandiya çıkartması anılır. Tarihi bellek yok olmasın diye yapılır bu törenler. Tarihin rakamını, 6’yı ters çevirince de Haziran’ın 9 unda Neo-Naziler, maziyi dinlemeden, en yüksek oyları alma imkanını bulabilirler. 5 Haziran sayılı Charlie Hebdo nerdeyse seçim öncesi durumu saptamış vaziyette. Avrupa seçimlerinde en çok oyu alan Fransız aşırı sağcı siyasetçi Jordan Bardella, İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Omaha plajında Nazilere karşı savaşırken ölen askerlerin üzerinde, bugün zıplayarak ilerlemektedir.
Avrupa içinde olduğu kadar aşırı sağ düşüncelerin ve siyasi girişimlerin dünya ekseninde de yer bulması bugün kimlikçi bir siyasetin ve söylemin toplumsal barışı tehdit etmekte olduğunu göstermekte. Yabancılara ihtiyacı olan bir ekonominin hatta bugün kalifiye işlerde ülke dışından gelen çalışanlara ihtiyaç duyarak, yabancıları alacağını ilan eden Avrupa ülkelerinde bu tip gayrı-rasyonel siyasi söylemlerin vatandaşlar arasında ses getirmeye başlaması çanların kimin için çaldığını göstermez mi? Gerçek demokrasinin değerlerinin yerlerde sürüneceğinin habercisi değil mi?
Güncel bir nokta daha var: İslam ve Fransa’nın laik Cumhuriyet rejimi çelişkilerinden yola çıkarak göç sonrası toplumsal formasyon sorunlarının gündeme geldiği bir dönemden geçiyoruz. Fransızcası “Islamo-gauchisme” olan “İslami solculuk” kavramı bugün Fransız üniversitelerinde çok gündemde olan bir kavram. Solun İslam’la ittifakı gibi algılanıyor. Ama bu tarif çok da gerçekçi gibi durmuyor bana kalırsa, çünkü Fransa’daki solun, mesela Alain Badiou’nun İslam’la ilişkisi için ne söylenebilir? Hiçbir İslami sempatisinin olduğunu söyleyemeyeceğim. Aynı şeyi Rancière için de yahut Fransa’daki birçok entelektüel için de söyleyemeyeceğim.
Ama bir başka nokta daha var. O da ilginç bir şekilde, Birinci Dünya Savaşı öncesinde Fransa’da, Almanya’da, Avrupa’da başlayan antisemitizmin bugün İsrail’in politikalarıyla birlikte Yahudi karşıtlığından bir tür Arap karşıtlığına dönmüş olması meselesidir. Bu, Yahudi entelektüelleri de aynı zamanda rahatsız etmekte olan bir durum. İsrail politikalarına karşı çıkan onca demokrat hem İsrail’de hem yurt dışında, Avrupa’da veya Amerika’da yaşayan bazı Yahudiler İsrail’in bugünkü dışlayıcı politikalarına karşı durmalarına rağmen, antisemitizmin kurbanı olmaya devam etmekteler.
Postkolonyal teorinin başlangıç noktalarından biri de yine edebiyat alanında Edward Said’in çalışmaları tabii: Şarkiyatçılık. Şarkiyatçılık meselesi, Batı’nın Doğu’yu sömürge olarak kullanmasının hikâyesi olarak anlatılıyor, Edward Said tarafından. Ama, Edward Said’in kitabını bir özet gibi vermek yerine detaylı bir şekilde okumaya kalktığınızda, yaptığı şeyin aslında bu olmadığını görürsünüz. Orijinali 1978 yılında Orientalism olarak yayımlanan kitabın içeriği Batı karşıtı bir söylem olmaktan çok Batı edebiyatının kanonlarının yani temel metinlerinin içindeki Şarkiyatçı ögelerin bulunduğunu bize göstermektedir. Bu, Batı karşıtı bir teorinin ortaya atılması değildir. Üstelik Filistinli olan Edward Said ölmeden evvel İsrailli orkestra şefi Daniel Barenboim ile bir orkestra kurmuştu.[1] Bu oluşum, Filistin ve İsrail meselesinin dostluğa dönüşmesi için hala gösterilecek olan çabanın bir parçası olarak gözüküyor.
Aynı şekilde Edward Said’e yaşamının son dönemlerinde “Adorno Ödülü” verildi. Adorno’nun Alman Yahudi bir entelektüel, felsefeci ve sosyolog olduğunu biliyoruz. Frankfurt Ekolü içinden gelen bir düşünür. Said, ödülü aldığında, yaptığı konuşmada şunu söylemişti Filistinli Edward Said: “Ben son Yahudi entelektüelim.” Yani, o geleneği ben götürüyorum bugün demek istemişti.
O bakımdan çok karmaşık bir çerçeve içinde, bütün bunların teker teker ayrılıp bir dekonstrüksiyon eylemine sokulması zorunluluğunda olduğumuzu söyleyebiliriz; çünkü geriye doğru gitmiyoruz. Güncel bir konu üzerine düşünüyoruz; ama geçmiş tarih bunun içinde yer alıyor.
Bu tarih hem sömürge tarihi hem sömürge sonrası tarihi hem de bugün sömürge sonrasının getirdiği bir göç sonrası tarihidir. Bütün bunların yan yana geldiği bir anda, bana kalırsa, günümüzün en önemli konularından birisinin “postkolonyal” veya “dekolonyal” düşüncenin dekonstrüksiyonunu yapmaktır: Savunmak veya karşı çıkmak değil. Bunun ne olduğunu anlamaya çalışmak. Neden yeni bir gençlik aşırı sağa oy atma heyecanı yaşamaktadır? Sosyal medyanın, Tik Tok’un Sputnik’in yeri nedir burada? Nereden gelmektedir bu aşırı sağ ve Neo-Nazi ve Neo-faşist heyecan? 1929’da krizdi. Bugün de kriz. Kriz var ve bazılarının keyfi yerinde! Her şey elden gidip, yitip gitmemeli!
[1] Doğu-Batı Divanı Orkestrası
Ali Akay kimdir?
Ali Akay Paris'te, 1976-1990 yılları arasında Paris VIII Üniversitesi'nde Sosyoloji, Felsefe ve Siyaset Bilim okudu. 1990 yılından beri İstanbul'da, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde öğretim üyesidir. Aynı Üniversitenin Resim Bölümü'nde 1992 yılından beri doktora derslerini sürdürmektedir.
Yurt dışında Paris, New York ve Berlin'de dersler vermiştir. Türkiye'de ve yurt dışında birçok kurumsal ve kurum dışı sergilerin küratörlüğünü yapmıştır.
1992 yılında Toplumbilim dergisini kurmuş ve 2011 yılına kadar bu dergiyi sürdürmüştür. 2011 yılında, Toplumbilim dergisinin yeni ismiyle şu anda devam etmekte olan Teorik Bakış dergisini kurmuştur.
Yurt içinde ve yurt dışında yazıları yayımlanmıştır ve sanat, sosyoloji ve felsefe üzerine birçok kitabı vardır.
|