Geçen yazımda “
Duygular Sosyolojisinden” söz etmiştim. Buna devam ediyorum; çünkü şu son dönemlerde içinde yaşadığımız “cinnet toplumu” olarak adlandırdığım sosyal alan gittikçe daha da şiddetlenmeye doğru yüz tuttu. Daha fazla cinayet haberleri ve bunların neticesinde intiharları duymaya başladık. Yürümeyen bir toplumsal alan ile yaşamaktayız. Cinayetler ve bilhassa kadınlara karşı şiddet ve cinayet haberleri medyayı sarmış vaziyette.
Dünya ise daha iyi vaziyette değil zaten. Orta Doğu bir barut fıçısı gibi. Devletler kendi içlerinde savaşmaktalar. Dünya rayından çıkmaya çoktan başladı. Ancak bu savaş vaziyetleri ölüm vakalarını daha da artırmakta. Sivil ve asker veya militan ayrımı yapılmaksızın davranılıyor. Halkların etnik veya dini yapıları birbirlerini çekemez hale gelmiş vaziyette.
Biz buraya bakarsak, diğer komşu ülkelerle aynı tarihi paylaşmadığımızı görebiliriz. Bir imparatorluk toplumu olarak yaşadık. Komşularımız bu imparatorluğun parçasıydılar. Daha sonra Osmanlı İmparatorluğu yıkılınca biz Türkiye Cumhuriyeti olarak bağımsız bir toplum olduğumuz süreçte komşularımız sömürgeler haline geldi. Batılı Avrupa devletlerinin sömürgesi oldular. Devlet yapısı Osmanlı bürokrasisi gibi yaşanmadı o yerlerde.
Daha sonra bağımsızlıklarını kazandıkları zaman ise devlet kimisinde SSCB’ye yaklaşan tek parti rejimleri gibi yaşadı. Veya kabile devletleri gibi bir yapıyı partiler üzerinden sürdürmesini bilebildiler. O bakımdan o topraklarda yaşayan insanlar ile Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan, eğitim alan insanların duygusal yapılanmaları aynı olmadı sanki. İki ayrı duygu biçimi yaşandı o bakımdan.
Erken bağımsızlık ve sömürge hayatı içinde yaşamayan bir toplum kendisini kurabildi ve entegre olmayı başardı. Sorunlar olmadı mı? Elbette, bir sürü. Ancak toplumun entegrasyonu şöyle veya böyle sorunlarla birlikte gerçekleşebildi. Nüfus azdı. Bu entegrasyon açısından avantaj olarak kabul edilebilir. Fransız devriminin modeli üzerinden bir entegrasyon yaşanabildi. Laiklik bu entegrasyonda önemli bir rol oynadı. Din ve devlet işleri arasındaki mesafe, yine birçok sorunla birlikte, hukuki eşitliği ortaya koymayı başarabildi.
Burada Durkheim’e bakmak istiyorum. Onun “entegrasyon” olarak baktığı yerde “toplumsal alan ritüeller sayesinde entegrasyonu başarabilir” lafı bugün düşünebilecek bir veri olarak durmakta karşımızda. En azından bu entegrasyonun barış içinde gerçekleşmesini sağlayan bir devlet düzeninin varlığından söz edebiliriz. Ona göre ritüeller arasında, yas tutma, mesela, insanların duyguları bakımından değil adetlerinin duyguları belirlemesi yüzünden gerçekleşmekteydi. Bunu yapmak zorundaydı toplumdakiler, çünkü adetler yapılmazsa o toplumun parçası olunamıyordu. Ağalanıldığı zaman, sadece üzgün olunduğundan dolayı değil, öyle bir tutum alınmasının toplumsaldaki zorunluluğundan dolayı ağalanıyordu. Bu entegre durumda insanların bireysel psikolojileri değil de toplumsal adetleri ritüelleri ve dolayısıyla duyguları belirlemekteydi.
Bizde bu entegre olan toplumun tek dili değil, Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalma çok dilliliği ve çok kültürlülüğü mevcuttu. Ancak tedrisatın birleşmesi bu ayrımları, bir bakıma, aşmayı başardı. Bugün sorunların en dikkat çeken noktaları (dil, kültür, dini, ritüeller ve adetler vb.) o günkü nüfusta, sorunlara rağmen, bir türlü, ikinci veya üçüncü nesillerde birleşmeyi başarabildi. Model olarak alınan ve Batılılaşma olarak adlandırılan entegrasyonu sağladı. Duygular birbirlerine kenetlenebildi.
Daha en başından duyguların parçalanması yaşanmadı değil elbette. Laik toplum modeli toplumsal alanın bazı kesimlerine hoş gelmedi. Dil birliği de öyle oldu. Buralarda ayrımlar oluştu. Ancak şehirlerdeki nüfus için entegrasyon biraz daha kolay oldu sanki. Değişik kültür ve dil grupları sınıfsal ayrımlara göre birleşmeye başladılar. Üst sınıfların burjuva yaşamıyla alt sınıfların köy kültürü yaşamı aralarında eğitimsel ve mesleki ayrımlar her pre-kapitalist veya kapitalist toplumda olduğu gibi farklılaştı.
İmtiyazlı olanlar ile imtiyazlı olmayanlar arasında kültür ve yaşam farkları vardı; ancak devlet okullarında ilk başlarda neredeyse 1970-80’li yıllara kadar ayırımlar bir birliktelik gösterdiler. Özel hayat ile kamusal hayat birbirlerine asgaride entegreydi. Zaten gidilecek yerlerin sayısı da azdı. İnsanlar akşamları sıklıkla evlerinde yemek yemekte, aile ve komşuluk ilişkileri geliştirmekteydiler. Aynı ilk okullara gidiliyordu mahallelerde. Servisler yerine yürüme mesafesindeki okullarda okunmaktaydı. Orta okul ve liselerde ise; daha imtiyazlı, yabancı dille eğitim yapan okullarla devlet okulları arasında bir eğitim farkı ortaya çıkarmaya ve hayat yavaşça bu iki imtiyazlı ve imtiyazlı olmayan sosyal gruplar veya sınıflar arasında ayrımı göstermeye başlamıştı. Şehirleşme ve kapitalistleşmenin daha kuvvetlenmesiyle kendisini bu yöne doğru döndürdü. Duygular, bu anlamda ikileşmekteydi veya daha da çoklaşmaktaydı.
Her şeye rağmen entegre bir toplumun şiddeti ancak siyasi şiddet şeklinde yaşanmaktaydı ve bu zaten Cumhuriyet’in en başından beri de mevcuttu. Ancak toplumsal alandaki yaşamda bugünkü cinnet ve şiddet mevcut değildi.
Bugün entegrasyonun çok uzağında yaşamaya başladık. Şiddet sadece siyasi alanı değil her yeri sarmaya başladığından dolayı bireyselleşmeye başlayan bir psikoloji söz konusu. Entegre bir ahlak duygusu ortadan kalkmaya başladı.
Bugün herkesin bir makinası ve çocukların hayal dünyasının gerçekle tam örtüşemediği bir yaşam biçimleri var. Cinayetler birbirini izlemekte; çünkü ne duygular ne de yaşam ahlakı ve ne de düşüncenin merkezi olan akıl birbirlerine entegreler. Bu dezentegre olan bir toplum olduğunda ise işler çatallaşıyor. İnsanların duyguları arasındaki yakınlaşma birbirlerinden kopuyor. Sosyolojinin yerini sosyallikler analizi aldığını yazmıştım otuz küsur sene evvel. Sanki bu aşamayı da geçmekteyiz ve bireylerin kapalı dünyalarının duygularının sömürülmekte olduğu bir dönemi yaşamaya başladık.
Geçen sefer yazımda belirtmek istediğim gibi bir merhale geriye gitmemiz lazım mı acaba?
Ali Akay kimdir?
Ali Akay Paris'te, 1976-1990 yılları arasında Paris VIII Üniversitesi'nde Sosyoloji, Felsefe ve Siyaset Bilim okudu. 1990 yılından beri İstanbul'da, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde öğretim üyesidir. Aynı Üniversitenin Resim Bölümü'nde 1992 yılından beri doktora derslerini sürdürmektedir.
Yurt dışında Paris, New York ve Berlin'de dersler vermiştir. Türkiye'de ve yurt dışında birçok kurumsal ve kurum dışı sergilerin küratörlüğünü yapmıştır.
1992 yılında Toplumbilim dergisini kurmuş ve 2011 yılına kadar bu dergiyi sürdürmüştür. 2011 yılında, Toplumbilim dergisinin yeni ismiyle şu anda devam etmekte olan Teorik Bakış dergisini kurmuştur.
Yurt içinde ve yurt dışında yazıları yayımlanmıştır ve sanat, sosyoloji ve felsefe üzerine birçok kitabı vardır.
|