06 Nisan 2025
Bazı sesler yankılanır; bazılarıysa titreşir. Belki de hiçbir dönem ünlü olmak, bu kadar büyük bir kamusal yük anlamına gelmemişti. Bugün artık yalnızca yetenekleriyle değil, ne düşündükleriyle, neyi savunduklarıyla, hangi açıklamaları yapıp yapmadıklarıyla da sürekli ölçülüyorlar. Ünlülerden açıklama bekleme hâlimiz, magazinsel bir meraktan çok daha derin bir yerden, bence temsil edilme arzusundan kaynaklanıyor.
Bakın, Louis Althusser, karısını öldürmüştü; evet, “ideolojinin nasıl işlediğini” anlatan büyük teorisyen, özel hayatında korkunç bir trajedinin failiydi. Picasso, kadın düşkünlüğü ve eşitsiz ilişkileriyle eleştirildi; kendisi zaten bunu saklamadı bile. Caravaggio deseniz, hem hırsız hem adam öldürdüğü düşünülen biri; ama bugün hâlâ resimlerine hayranlıkla bakıyoruz. Jean-Jacques Rousseau, çocuklarını yetimhaneye bırakmıştı; sonra da dönüp toplumsal sözleşme üzerine ahlaki traktatlar yazdı. Martin Heidegger, Nazi Partisi’ne üyeydi; ama bugün felsefe konuşacaksak, ondan kaçmamız hâlâ pek mümkün olmuyor.
Büyük devrimci Jean-Jacques Dessalines, Haiti’nin bağımsızlık mücadelesinde kahramandı, ama binlerce insanı katlettiği suçlamalarıyla gölgelendi. Ezra Pound, şiirleriyle modernizmin dev isimlerinden biri ama Mussolini hayranlığı ve faşist propaganda yayınları hâlâ başlı başına bir utanç vesikası olarak duruyor.
Sinema deseniz, nereye baksanız benzer hikâyeler çıkar. Roman Polanski, şaheser filmlerinin yanında hakkında verilmiş cinsel saldırı mahkûmiyetleriyle anılıyor. Woody Allen, yıllardır süren cinsel taciz suçlamalarının gölgesinde. Carl Andre, minimalist sanat dünyasının ağır toplarından biriydi; ama hâlâ ismi karısının katili olarak anılıyor. Sanatçı Ana Mendieta’nın apartman penceresinden düşerek ölmesi, Andre’nin onu ittiği iddialarıyla gündeme geldi. Mahkemede beraat etmesine rağmen, bu olay sanat dünyasında asla kapanmadı. Chuck Close, portreleriyle çağdaş sanatın öncülerinden, ama cinsel taciz iddialarıyla itibarını kaybetti. Kevin Spacey, dünyanın en prestijli sahnelerinde oynarken taciz suçlamalarıyla meslek hayatından silindi. Şimdi hâlâ bazen soruyoruz: Bu insanların eserlerine ne olacak? Onları izlemeli miyiz, görmezden mi gelmeliyiz? Ve biraz daha güncele gelirsek, Elon Musk örneği mesela. Yenilikçi iş insanı olarak övülüyordu bir dönem ama ardından kişisel çıkışları, çalışanlarına yönelik tartışmalı tutumları, sosyal medyada yaptığı sivri açıklamalar defalarca gündem oluyor. Kimileri onu dahi görüyor, kimileri tehlikeli bir figür. Kanye West, önce müzikal deha diye yüceltildi, ardından antisemitik söylemleri nedeniyle birçok marka iş birliğini iptal etti. Gözümüzün önünde, dehadan istenmeyen kişiye dönüşüyor insanlar. Ya da tam tersi.
Oysa sormamız gereken şu değil mi? Ne bekliyorduk ki? Onların söyledikleri şey, bizim kendi düşünme kapasitemizin yerine mi geçecekti? Sanmıyorum.
Bu örnekler uzar da uzar. İsterseniz bir ansiklopedi yapın, sayfalar dolusu olur. Sanat tarihi, edebiyat tarihi, fikir tarihi, hatta popüler kültür tarihi... Hiçbiri bu kusursuz figür arzusunu karşılayacak malzemeyi sunmuyor. Hep eksik, hep fazlalıklı. Kendi insanlık hallerimiz kadar karmaşık. Belki de sorun tam da burada, ünlü dediğimiz kişiden saf bir erdem beklemek, hem haksızlık hem de bir tür kendi sorumluluğumuzdan kaçış yolu.
Sanatı kişisel ahlaktan ayırmak gibi kadim bir tartışmanın tam ortasındayız aslında.
Türkiye’de de sosyal medya çağında kamuoyu figürleri üzerinde politik konularda görüş belirtme yönünde yoğun bir toplumsal baskı hissediliyor. Kutuplaşmanın giderek arttığı bir ortamda, ünlüler sessiz kalmak mı, yoksa bedeli göze alarak konuşmak mı? sorusuyla karşı karşıya kalıyor. Bunu Amerika’da yaşanan örneklerden biliyoruz elbette. Taylor Swift’in 2016 seçimlerinde sessiz kalması, ardından gelen baskılar sonucu 2018’de konuşmak zorunda kalması gibi. Ama Türkiye’de bu baskı, daha sert hatta daha doğrudan. Sessiz kalan sanatçılar, siyasetçiler, kanaat önderleri hemen kimden yanasın? sorusunun ortasında buluyor kendini. Bazı dönemler, en sessiz kalmak isteyen bile zorunlu bir konuşmaya itiliyor. Bireylerin politik görüşlerini açıklamaktan imtina etmesinin arkasında kuşkusuz kişisel korku yatıyor. Üstelik bu korku yalnızca varsayım değil, yaşanan bir gerçeklik. Sosyal çevreden dışlanma, damgalanma, işini kaybetme, hedef gösterilme gibi riskler, pek çok insanı sessiz kalmaya zorluyor. Türkiye’de zaten siyaset konuşmak çoğu zaman cesaret ister. Her cümlenin bir bedeli olabilir. 2020'ler sonrası dünya, bu korkunun sadece bireysel değil, sistemik bir baskıya dönüştüğünü gösteriyor bana. Üstelik çoğu zaman ilk kıvılcımın ardından bu bedeller yalnız ödeniyor.
Mesela, politik açıklama yapmadığı için eleştirilen sanatçılar, ya da tek bir cümleleriyle linç edilen oyuncular… Ne beklediğimizi bazen kendimiz de bilmiyoruz sanki. Ne istiyoruz bu insanlardan? Hangi seviyede bir “doğruluk” bizim için yeterli? Çünkü sonunda şunu unutmamak lazım, bu kişilerin bazısı daha donanımlı, siyasi bir ağırlığı var, bazısı tamamen tesadüfen orada, yeteneği bile yok ki, duruşunu tartışalım. Her şeyin vasatın altı olduğu bir yerde, ünlülük neden bundan azade olsun? Onların sözlerini olduğundan büyük görmek, belki de bizim kendi sorumluluğumuzu başkasına yükleme arzumuzdan kaynaklanıyor.
Ünlülerin sözleriyle kendimizi temsil edilmiş hissetme isteğimizde tuhaf bir paradoks var. Bir yanıyla, onların sahne ışığı altında olmasını talep ediyoruz; öte yandan, o ışığın ağırlığının altına kimsenin nasıl ezildiğini pek umursamıyoruz. Bugünün ünlüleri, bir zamanların sinema yıldızları ya da efsanevi müzisyenlerinden çok farklı bir zeminde var oluyorlar. Daha önce şöhret, genellikle uzun yıllar süren birikimle, ana akım medya ve kültürel üretim ağları üzerinden inşa edilirdi. Oysa şimdi sosyal medya algoritmaları, görünürlüğü anlık olarak dağıtıyor; neredeyse rastlantısal bir parıltıyla bir insan birdenbire ünlü olabiliyor. Pierre Bourdieu’nün kültürel sermaye kavramını hatırlıyorum bu noktada. Eskiden kültürel sermaye yıllar süren bir emek ve birikim gerektirirken, bugün o görünürlük adeta bir kısa devreyle ansızın parlayabiliyor. Ama bu hız, derinliği ve dayanıklılığı beraberinde getirmediğinde, ünlülük de kırılganlaşıyor. Ve tam da burada, bu kırılganlık kamusal beklentilerle çarpışıyor.
Ve ardından, ünlü ya da yarı ünlü insanlardan açıklama bekleniyor. Ben de kendi kendime soruyorum: Gerçekten, o açıklama yapınca ne değişecek? Hangi kelimeler her şeyi düzeltebilir? Ünlülerin birer açıklama yapmasının neden bu kadar önemli olduğuna dair düşünürken, Hannah Arendt’in kamusal alan tanımı geliyor aklıma. Kamusal alan, görünürlük üzerinden şekillenir der Arendt. Ünlüler de tam bu alanın merkezindeler. Onların sözleri görünürlük kazandırır, belki bu yüzden sessizlikleri de, söyledikleri kadar yankılanıyor. Fakat burada ciddi bir kırılma olduğunu düşünüyorum. Ünlü olanları düşününce artık salt yetenek veya başarıya dayalı bir statüden bahsedemiyoruz; çoğu zaman yalnızca devasa takipçi sayıları üzerinden tanımlanan, neredeyse kendiliğinden bir şöhret söz konusu. Ve bu yeni tür ünlüler, kendilerini buldukları ışığın ağırlığını taşımaya her zaman hazır değillerdi. Doğrusu, bu yükü taşımak için seçilmiş de değillerdi. Onları parlatan algoritmalar, çoğu zaman onları bu rol için hazırlamadı bile. Bugün gördüğüm manzara ise şu, ünlü olanlar, toplumsal yükümlülüklerini anlamlandırmakta zorlanıyorlar, ya da korkuyorlar. Her ikisi de insani geliyor bana. Çünkü onlardan hiçbir beklentim yok.
Tam bu noktada tutarlılık meselesi beliriyor. Ünlülerden yalnızca konuşmaları değil, söyledikleriyle yaşantılarının da örtüşmesi bekleniyor. Belki de fazla insani bir beklenti bu; çünkü hepimizin içinde içsel çelişkiler varken, başkalarından kusursuz bir uyum talep etmek aslında bir hayal. Ama itiraf edelim, bizler, toplum olarak örnek arayışındayız. Onlar, bizim adımıza bazı ilkeleri savunmak üzere görünür olsunlar istiyoruz. Bu yüzden, bir gün söylediklerini ertesi gün yaşamayan bir ünlüye karşı hayal kırıklığımız derinleşiyor. Bu beklentiyi düşündüğümde Sara Ahmed’in “yoldaşlar” kavramı geliyor aklıma. Ahmed, kendi yolumuzu çizerken referans alacağımız yoldaşları seçme özgürlüğümüzden bahseder. Yoldaşlarımız kusursuz olmak zorunda değil elbette; fakat içsel yönelimlerimizle örtüşen, yolumuza eşlik eden figürlerdir onlar. Belki de bazı ünlüleri bu yüzden yoldaş olarak kabul ederiz, bazılarını ise sessizce yolumuzdan çıkarırız. Ahmed’in dediği gibi: "Herkes yoldaşımız değildir." Ve bazen en güzel sesi duymak bile yetmez; o sesin sahibinin kimliği, yaşantısı, o sesin bizimle yürümesine engel olabilir. Sonuçta herkes kendi evrenini belirler. Bu konuda özgürüz.
Yani, bir tarafıyla en başta bazı pespaye insanları ünlü yapmasaydık, şimdi onlara kızmak zorunda da kalmazdık, nasıl fikir? Ama diğer tarafıyla işinde gücünde olan, yalnızca yaptığı işle görünürlük kazanmış ama kamuoyu önünde politik bir taraf tutmak konusunda çekingen ya da korkak kalan birini de, bence en az korkusuz olan kadar savunmak gerekmez mi? Onu sevmek zorunda değiliz, dinlemek zorunda da değiliz; ama onun hakkını savunmak, yine de boynumuzun borcu olmalı. Ayrışmak çözüm değil. Dayanışmanın ne anlama geldiğini böyle zamanlarda hatırlamak gerekiyor.
Korkunun bir adım ötesi, görünürlükten kaçınma stratejisi. Profili düşük tutmak, görünmez kalmak, hatta kimi zaman tamamen sessizliğe bürünmek. Bizimki gibi baskının ve belirsizliğin yoğun olduğu ülkelerde bu, hayatta kalma stratejisine dönüşüyor. Başına iş açmamak için proaktif şekilde geri çekilmek, yaygın bir tavır. Kimi zaman bu stratejik sessizlik, perde arkasından etki yaratmak biçiminde kendini gösteriyor. Örneğin, bazı sanatçılar belirli bir konuda net tavır almak yerine, perde arkasından bağış yaparak ya da özel toplantılarla etki etmeyi tercih ediyor. Bu da görünür aktivizmden kaçınarak yine de pozisyon almak anlamına geliyor.Bazen öyle bir atmosfer oluşuyor ki, sessiz kalmak da bir lüks hâline geliyor. Aktivizm baskısı da rahatsız edici. Sosyal medyada yayılan kampanyalar, belli bir konuda açık tavır almayan herkesi adeta suçlu ilan ediyor. Üstelik Türkiye’de, her konu hemen kutuplaşan bir zemine oturuyor. Ne söylesen, bir tarafı mutlaka öfkelendiriyorsun. İster istemez yüzeysel katılımlar artıyor. Söylesen de bazen yeterince söylememiş olabilirsin. Herkes geri kalmamak için bir şeyler söylüyor ya da paylaşıyor; ama bu paylaşımların ne kadarının içten olduğunu sorgulamamak mümkün değil. Sosyal kabul görmek ya da tepki çekmemek uğruna yapılan bu tarz mecburi aktivizm, içini boşaltan bir imaj yönetimine dönüşüyor çoğu zaman. Kim ne derse desin, çoğu zaman kişiler kendini bir tarafın saldırısından koruyamıyor. Böyle olunca insanlar, ya mecburen yüzeysel bir şeyler söylüyor ya da tamamen sessizliğe gömülüyor. Her iki durumda da diyalog zedeleniyor, fikirlerin samimiyeti kayboluyor.
Ve tabii ki, dijital linç. Türkiye’de de sosyal medyada bir anda başlayan linç kampanyalarının nasıl insanlar üzerinde travmatik etkiler yarattığını biliyoruz. İşten atılma, projelerin iptal edilmesi, itibarın yerle bir olması. Linç kültürü sadece hedef alınan kişiyi değil, tüm toplumu korkuya sürüklüyor. Herkes, başkalarına olanları görünce kendi başına gelmesin diye susuyor. Sessiz çoğunluk böyle doğuyor işte. Sonuçta şunu kabul etmek zorundayız: Politik pozisyon almak, her zaman kolektif bir iyiliğe hizmet eden, risksiz bir adım değil. Bedeli paylaşma zorunluluğu idealist bir dayanışma çağrısı gibi görünüyor olabilir ama bu beklentiyi yerine getirmeye çalışanların ya da getirmeyi reddedenlerin maruz kaldığı bedeller azımsanacak gibi değil. Kimi zaman bu bedel, hayatta kalmakla eşdeğer oluyor.
Bu yüzden ben, daha dengeli bir yaklaşımın gerekli olduğuna inanıyorum. Aktivizmi teşvik eden ama aynı zamanda bireyin sınırlarına da saygı duyan bir toplumsal anlayış. Ünlülerin ya da sıradan bireylerin politik konularda konuşup konuşmama kararlarını değerlendirirken, artık yalnızca idealist bir gözlükle değil, o kişinin içinde bulunduğu gerçeklik, maruz kalabileceği baskılar, korkular ve yükler üzerinden de düşünmeliyiz. Cesareti ödüllendirirken, sessizliğin her zaman korkaklık olmadığını, bazen de bir hayatta kalma yöntemi olduğunu teslim edebilmeliyiz.
Üstelik sessiz kalan kişinin de başka yollarla bir şey yapıyor olabileceğini unutmamak lazım. Ben insanlara sessiz kalın diyemem; demiyorum da zaten. Ama sessiz kalan herkese de öfkeyle yaklaşmanın bizi ileri götürmediğine inanıyorum. Çünkü bazen sessiz kalan zaten ne yapacaktı ki? Bazısı zaten o kadar da önemli bir yerde durmuyordu ki konuşunca bir şey değişsin. Bazısı sessizliğini başka bir yerden çalışarak dolduruyor olabilir, görmediğimiz bir katkıda bulunuyor. Tabii ki ses çıkaranları başımızın üstünde taşıyalım, ayrı mesele. Çünkü ses çıkarmak, özellikle de baskının yüksek, risklerin somut olduğu bir ortamda ses çıkarmak, yalnızca kişisel cesaretin değil, aynı zamanda kamusal sorumluluğun da bir göstergesi. Bu cesareti ödüllendirmek gerekir, çünkü onlar yalnız kendi adlarına değil, çoğu zaman konuşmaya cesaret edemeyenler adına da seslerini yükseltiyorlar. Ancak bunu yaparken, ses çıkaranları yüceltmek ile sessiz kalanları dışlamak arasında ince bir çizgi olduğunu unutmamalıyız. Desteklemek başka, yargılamak başka. Sessiz kalanı hemen yargılamak, kolektif bir dayanışmanın önünü kesebilir. Bu yüzden, ses çıkaranları takdir ederken, sessiz kalanları da anlamaya çalışmak; cesaretle konuşanları başımızın üstünde taşırken, sessizlik içinde kalmayı tercih edenleri de kolayca gözden çıkarmamak gerektiğine inanıyorum. Sessiz kalanları da hemen dışlamadan, anlamaya çalışarak yürümek daha sağlıklı geliyor bana.
Bütün bunları düşünürken, konuyla zayıf ama bence yine de derin bir bağı olan başka bir meseleyi de görmezden gelemiyorum, anlatma zorunluluğu. Bu konuyu kısaca geçeceğim ama başka zaman kesin ona geri döneceğim. Sanki bugün hepimiz, ama özellikle kamusal figürler, her an kendimizi anlatmak, hikâyeleştirmek, sürekli bir şeyler söylemek zorundaymışız gibi yaşıyoruz. Ünlüler kadar biz de, sürekli olarak kendi anlatılarımızı üretmeye çalışıyoruz. Bunu yalnızca kişisel bir eğilim gibi de göremiyorum; adeta kolektif bir baskıya dönüştü. Üstelik artık bu anlatma hali bize yetmiyor bile. Hikâyelerle örülü bir dünyada, hikâyeyi anlatmayı reddetmek bile başlı başına bir eyleme dönüşüyor.
Yine Sara Ahmed ve yine bana rehber oluyor, anlatmak kimi zaman bir direniş biçimi, görünür olmak için bir araç. Ama aynı zamanda, sürekli anlatmaya zorlanmak bir tür yorgunluk, bir tükenmişlik yaratıyor. Jean Baudrillard’ın “fazla gerçeklik” kavramını düşündürüyor bana bu durum. Her şey o kadar ifşa edilmiş, o kadar hikâyeye dönüştürülmüş durumda ki, hikâye olmayan bir şey neredeyse imkânsızlaşıyor. Anlatılmayan, görünmeyen bir şeyin meşruiyeti neredeyse kalmadı. İşte tam da burada kendi adıma bir yorgunluk hissediyorum. Sürekli anlatmaktan, sürekli kendimi söylemekten, sürekli bir taraf belirtmekten yorulan bir yanım var. Üstelik bu yorgunluk, ille de yanlış yerde durduğumu ya da kaçtığımı göstermiyor bana kalırsa. Aksine, bazen anlatmamak da bir duruş. Susan Sontag’ın sessizliğin estetiği dediği gibi, bazen söylenmemiş olan, söylenen her şeyden daha güçlüdür. Bunu zaman zaman ünlülerin sessizliklerinde de görüyorum. Açıklama yapmamak, bazen anlamak istemediklerimizin altını daha kalın çizer. Bu yüzden bir sessizlikle karşılaştığımda artık şunu soruyorum kendime: Burada gerçekten kaçınılan ne? Belki de kişi bir şey söylemiyor, çünkü bu sürekli konuşma döngüsüne girmek istemiyor.
Açıkçası bugün şöhret sahibi pek çok insan hakkında da böyle hissediyorum. Çoğunun konuşsa ne olur, konuşmasa ne olur? Gerçekten, kimdi ki bu insanlar, söyledikleri şey bu kadar önem arz etsin? Şöhret, görünürlükle karıştırılıyor artık. Ama görünür olmakla derinlikli bir söz arasında fark var. Bir dönem, bir kadın oyuncunun kadınlar üzerine yaptığı bir yorumla üzerine şimşekleri çektiğini hatırlıyorum. Bu kadar beklenen ifadeye gelen yoğun tepkilere fazlasıyla şaşırmıştım. O kişiden ne bekliyorduk ki? Açıkçası, hiçbir şey. Hiçbir zaman bir entelektüel rehberlik ya da siyasi öncülük beklemiyorduk. Dolayısıyla verilen tepkinin büyüklüğüyle, aslında beklentinin hiçliği arasındaki bu uçurum bana hep tuhaf geldi.
Eğer uzun bir yolda yürüyeceksek, ki ben öyle düşünüyorum, bu meseleler kısa vadeli değil, yıllara yayılan bir yolculuk, insanları biraz daha rahat bırakmayı öğrenmeliyiz. Herkesin elinden geldiğince, ve elinden geleni zaman içinde biraz daha çoğaltarak katkıda bulunması yeterli olurdu. Hepimizin yükü farklı, hepimizin taşıyabileceği ağırlık başka. Birini açıklama yapmaya zorlayarak ilerleyemeyiz. Çünkü o kişi o açıklamayı yapsa bile, sonunda bedelini yine kendi başına ödeyecek. Belki korkuyor, belki kaygıları var, belki başka bir alanda varlık gösteriyor ve biz bunu görmüyoruz bile. Bu yüzden, baskıyla bir yere varılamaz. Anlatmama kararı da bir haktır. Sessizlik bazen tükenmişliğin değil, bilge bir yorgunluğun ifadesidir.
Uzun yollarda yürümek için, herkesin hem sesini hem sessizliğini anlamaya çalışmak zorundayız. Sonuçta amaç bu değil mi? Kimsenin korkuya kapılmadan, kendi sesini bulabildiği bir alan yaratmak. Ama bunun için önce, sığ sularda boğulmak yerine gerçekten derinleşmek, esas sorunun peşinden gitmek gerektiğini hatırlamalıyız. Yoksa, bu ülkede sık sık tanık olduğumuz gibi, insanları geride bırakıp arabaların peşinden koştuğumuzda yalnızca bir trajediye sürüklenmiş olmuyoruz; aynı zamanda, yangını bizzat körükleyen, kendi ateşimize oksijen sağlayan bizler oluyoruz. İnsanları geride bırakmak, bence asıl korkmamız gereken şey de tam olarak bu.
Aslı Kotaman kimdir?
Aslı Kotaman Universitaat Ruhr, CAIS entitüsüne bağlı olarak diziler, filmler, medya dolayımıyla hayatımıza giren tüm içerikler üzerine çalışıyor. Kotaman, lisans ve yüksek lisansını gazetecilik, doktorasını ve doçentliğini sinema alanında tamamladı. Sanatın Erkeksiz Tarihi, Zihin Koleksiyoncusu ve Açıkçası Canım Umurumda Değil deneme kitaplarının yazarı Kotaman'ın akademik olarak yayımladığı Türkçe ve İngilizce makale ve kitapları mevcuttur. Gazete yazılarına ve sosyal medya üzerinden yaptığı yayınlara devam eden Kotaman'ın çalışma alanları içerisinde diziler, film eleştirileri, feminist yazın, temsil, bakış alanları bulunuyor. |
Hayat bir sarkaç gibi bir sağa bir sola gider. Izdıraptan sıkıntıya, sıkıntıdan ızdıraba…
Canlarımız kayıplarıyla ellerimize bir meşale bıraktılar; şimdi o meşaleyi söndürmeden taşımak hepimizin borcu
Yenilginin de bir kolektif değer taşıyabileceğini, bu kırılganlıkların susturulmak yerine paylaşılmasının politik ve düşünsel bir potansiyel içerdiğini savunuyorum
© Tüm hakları saklıdır.