Fotoğraflar, yalnızca bir anı dondurmaz; aynı zamanda o anın ruhunu, ilişkilerini ve arkasındaki hikâyeleri de taşır. Şakir Paşa ailesinin meşhur aile fotoğrafı, bu duruma güçlü bir örnek oluşturur. Şimdi o fotoğrafı ele alalım ve bize neler söyleyebileceğini düşünelim: Bu bir aile portresi mi, yoksa bir dönemin izlerini bugüne taşıyan görsel bir tanıklık mı? Fotoğraf, bir zamanlar yaşanmış ilişkiler ve duygularla dolu sessiz bir sahne gibi karşımızda duruyor. Ama aynı zamanda geçmişle bugünü birbirine bağlayan, hikâyeleri hem açığa çıkaran hem de saklayan bir araç.
Bu fotoğraf, klasik bir aile portresinden daha fazlasını içeriyor. Peki, klasik aile fotoğrafı nedir? Onu da ele almak gerekir. Örneğin, merdivenlerde düzenli bir şekilde dizilmiş bireylerin yerleşimi, ilk bakışta aile içindeki birlik ve hiyerarşiyi yansıtıyor. Önde oturan çocuklar masumiyeti ve geleceği temsil ederken; kadınlar zarafet ve içsel gücü, arkada duran erkekler ise otoriteyi ve koruyuculuğu simgeliyor. Ancak her yüz ifadesi, her bakış, daha karmaşık bir hikâyeyi işaret ediyor. Birbirine bakan ya da uzağa dalan gözler, fiziksel yakınlığa rağmen hissedilen mesafeleri ortaya koyuyor. Fotoğrafın arka planındaki taş yapı ve merdivenler ise geçmişin ağırlığını ve belki de geleceğe açılan bir kapıyı sembolize ediyor. Bu kare, aynı zamanda tarihsel bir bağlamı ve dönemin sosyal yapısını görselleştiriyor. Aile bireylerinin kıyafetlerindeki detaylar, sosyal statüyü ve dönemin modasını yansıtıyor.
Ancak, Marianne Hirsch’in Family Frames: Photography, Narrative, and Postmemory kitabında belirttiği gibi, fotoğraflar yalnızca düzenli bir birlikteliği temsil etmez; aynı zamanda aile içindeki çatışmaların, karmaşık duyguların ve saklanan travmaların gölgesini, yalın bir ifadeyle "ideal aile" miti ile “gerçek aile yaşantısı” arasındaki gerilimi taşır. Bu çelişki, Şakir Paşa ailesinin fotoğrafında açıkça hissediliyor. Bir bütün olarak sunulan bu görüntü, aslında eksik hikâyelerin ve duyulmayan seslerin bir toplamıdır.
Dizi ile yeniden yaratım ve fotoğrafın işlevi
Yakın zamanda yayımlanan Şakir Paşa dizisinin tanıtım posteri, orijinal fotoğrafa doğrudan bir övgü niteliği taşıyor. Ancak bu yeniden yaratım, fotoğrafın işlevini yeniden düşünmeye davet ediyor: Bir fotoğraf, geçmişe tanıklık mıdır yoksa bugünün anlatısını destekleyen bir kurgu mu? Dizideki tanıtım posteri, orijinal fotoğrafın duygusal ve tarihsel gücünü yeniden üretirken, aynı zamanda izleyiciyi bir hayalin içine davet ediyor. Bu nedenle, fotoğraf, gerçek bir anın belgesinden ziyade, geçmişin dramatik bir yorumu olarak işlev görüyor.
Bu noktada, Susan Sontag’ın Fotoğraf Üzerine kitabındaki analizleri aklıma geliyor. Sontag’a göre, fotoğraf bir yandan unutmayı engellerken, diğer yandan geçmişin geri getirilemezliğini sürekli hatırlatır. Fotoğraf hem bir anı yakalar hem de o anın kaybolmuş olduğunu bize hissettirir. Bu ikili doğası nedeniyle, her fotoğraf bir hafıza kapısı açar ama aynı zamanda bir kayıp duygusunu da beraberinde getirir. Orijinal fotoğrafların yeniden yaratımları, gerçeği dramatize ederken geçmişi bugüne bağlayan güçlü bir hafıza köprüsü oluşturur. Ancak bu köprü, aynı zamanda eksikliklerin ve boşlukların izini de taşır. Bu durum, fotoğrafın geçmiş ile bugün arasındaki karmaşık ilişkisini kaçınılmaz bir şekilde yansıtır.
Hafıza ve kimlik: Austerlitz ve Ernaux'nun izinde
Fotoğrafların bireysel ve toplumsal belleği nasıl inşa ettiğini anlamak için edebiyata da başvurabiliriz. W.G. Sebald’ın Austerlitz romanı, kayıp bir geçmişin fotoğraflar aracılığıyla nasıl yeniden izlenebileceğini etkileyici bir şekilde anlatır. Romanın başkahramanı Austerlitz, geçmişine dair izleri bulmak için eski fotoğraflara bakar, onların içindeki sessiz detaylardan anlam çıkarmaya çalışır. Her bir fotoğraf, yalnızca bir anıyı değil, aynı zamanda bir eksikliği, bir kaybı da işaret eder. Fotoğraflar, hafıza kapıları olarak işlev görür; ancak bu kapılar her zaman doğrudan bir cevap sunmaz. Onlar, geçmişin gölgelerine açılan birer geçittir.
Benzer şekilde, Annie Ernaux’nun Seneler kitabında fotoğraflar, bireysel bir yaşam öyküsünden çok daha fazlasını temsil eder. Ernaux, fotoğrafları yalnızca kişisel anılarının bir kaydı olarak değil, aynı zamanda bir dönemin toplumsal belleğini yansıtan araçlar olarak ele alır. Her bir kare, yalnızca onun geçmişini değil, bir kuşağın, bir toplumun dönüşümünü de anlatır. Fotoğrafların bu çok katmanlı yapısı, bireysel ile toplumsal olanın birbirine nasıl dokunduğunu güçlü bir şekilde ortaya koyar.
Bu noktada, anneannemin fotoğraf kutusunu hatırlıyorum. Anneannem, bir fotoğrafın arkasına, “Arkadaşlarımla çektirdiğim fotoğraf, 1934” diye not düşmüştü. Çocukken, üzeri tavuskuşu motifli mavi bir kutuyu divanın altından gizlice çıkarır ve tanımadığım insanların yüzlerine bakardım. O büyülü kutu, bir zamanlar benim için geçmişe açılan bir kapıydı. İçindeki her fotoğraf, yalnızca bireysel bir anı değil, bir dönemin ve bir toplumun sessiz izleriydi.
Fotoğraflar, geçmişle kurulan bağlarda sessiz ama güçlü birer kapı gibi durur. Tıpkı Austerlitz’in kayıp kimliğini aradığı gibi ya da Ernaux’nun kolektif belleği bir fotoğrafta bulduğu gibi, bu fotoğraflar da geçmişin izlerini bugüne taşıyan araçlardır. Onlar, hem hatırlamanın hem de kaybolmuşluk duygusunun birer somut temsilidir.
Post hafıza ve prostetik hafıza
Marianne Hirsch’in post hafıza kavramı, bu bağlamda özellikle anlamlı bir çerçeve sunar. Post hafıza, birinci kuşağın yaşadığı travmatik deneyimlerin, sonraki kuşaklar tarafından fotoğraflar, mektuplar ve diğer görsel/işitsel araçlar aracılığıyla nasıl devralındığını açıklar. Doğrudan bir tanıklık değil, geçmişle kurulan dolaylı bir bağdır. Bu bağ genellikle aile albümleri, kişisel objeler ya da yazılı anlatılarla inşa edilir. Şakir Paşa ailesinin fotoğrafları da sadece bireysel hikâyeleri değil, bir dönemin kolektif belleğini taşır. Onların geçmişine doğrudan tanık olmayan bizler için bu fotoğraflar, birer post hafıza aracı olarak işlev görür. Bu görseller, geçmişin sessiz tanıkları olarak, hem bireysel hem de toplumsal belleği şekillendiren güçlü araçlardır.
Öte yandan, Alison Landsberg’in prostetik hafıza kavramı, bireylerin kendi deneyimlerinden bağımsız geçmişlere bağlanmasını açıklar. Landsberg’e göre, bir film, bir sergi ya da bir dizi izleyicisi, o hikâyedeki travmayı veya geçmişi kendi hafızasına dahil edebilir. Şakir Paşa ailesine dair fotoğraflar ve dizi, bu hafıza oluşumunun somut birer aracı olarak işlev görür. Dizide yeniden canlandırılan sahneler, izleyicinin bu hikâyeyle duygusal bir bağ kurmasını sağlayan bir köprü oluşturur. Prostetik hafıza, bireysel ile kolektif arasında güçlü bir bağ kurar ve geçmişi bir şekilde ortak bir deneyim haline getirir.
Bu bağlamda, Şakir Paşa ailesi gibi tarihsel olarak bilinen figürler, yalnızca kendi hikâyelerini değil, aynı zamanda hepimizin ortak geçmişini temsil eder. Bu fotoğraflar ve onların dramatize edilmiş yeniden yaratımları, izleyiciyi geçmişle bugünün kesiştiği bir noktada bir araya getirir. Bu süreç, bireysel hafızanın ötesine geçerek kolektif bir bağ oluşturur ve geçmişe dair yeni bir yorum üretir.
Unutulan hikâyeler ve belleğin inşası
Ancak bu fotoğrafların ötesinde, hâlâ anlatılmamış ve keşfedilmemiş hikâyeler var. Walter Benjamin’in Pasajlar projesindeki yaklaşımı, bu noktada ilham verici bir çerçeve sunar. Benjamin, geçmişin küçük ve unutulmuş detaylarını, nesnelerini toplar; onları bugüne taşıyarak yeni anlamlar yaratır. Ona göre, her kaybolmuş nesne, anlatılmayı bekleyen bir hikâye taşır ve her anlatılmamış hikâye, yeniden inşa edilmeyi bekler. Benjamin’in pasajlarda bulduğu objeler, yalnızca fiziksel kalıntılar değil, aynı zamanda bir dönemin ruhunu taşıyan sembollerdir.
Sanatçı Christian Boltanski de kaybolmuş yaşamlar ve tanınmayan yüzler üzerinden bireysel hikâyeleri evrensel bir hafızanın parçası haline getirir. Onun eserlerinde, kayıp bireylerin hikâyeleri, birer görsel ve duygusal hafıza aracı olarak yeniden hayat bulur. Bu eserler, yalnızca kaybolanların izini sürmekle kalmaz; aynı zamanda izleyiciyi kendi hafızasına bakmaya, kendi geçmişinin sessiz tanıklarına kulak vermeye davet eder. Bu noktada, bizim de benzer bir görev üstlenmemiz gerekebilir: Hem bireysel hem de toplumsal düzeyde, geçmişin bu sessiz tanıklarını keşfetmek ve onların hikâyelerini görünür kılmak.
Sherry Turkle’ın "çağrışımsal nesneler" teorisi ise nesnelerin bireylerin hafıza ve kimlik inşasındaki rolüne dikkat çeker. Turkle’a göre, nesneler yalnızca fiziksel araçlar değil, aynı zamanda geçmiş ile bugün arasında köprüler kuran duygusal bağlardır. Bir nesne, çağrıştırdığı hikâyeler ve uyandırdığı hisler aracılığıyla bireyin kendi geçmişiyle anlamlı bir ilişki kurmasına olanak tanır.
Benjamin’in pasajlarda topladığı küçük objeler nasıl bir dönemin ruhunu taşıyorsa, Turkle’a göre, bir aile albümünde saklanan eski bir fotoğraf ya da unutulmuş bir obje de bireylerin kendi kişisel hafızalarını yeniden yapılandırmasına yardımcı olur. Her nesne, geçmişe dair bir pencere açar ve unutulmuş hikâyelerin sesini duyurur. Bu bağlamda, Benjamin’in geçmişin izini süren bakışı ile Turkle’ın nesnelerle kurulan kişisel bağlara yaptığı vurgu birbirini tamamlar ve güçlendirir.
Belki hepimizin kendi ailelerimize ve çevremize bu gözle bakması gerekiyor. Eski fotoğraflar, unutulmuş mektuplar ya da bir köşede duran objeler yalnızca birer hatırlama aracı değil, aynı zamanda anlatılmayı bekleyen hikâyelerdir. Şakir Paşa ailesinin fotoğrafları, bilinen bir geçmişi temsil edebilir. Ama ya bizim ailelerimiz? Ya henüz anlatılmamış hikâyeler? Bu sorular, yalnızca bireysel hafızayı değil, toplumsal belleği de zenginleştirmenin anahtarı olabilir.
Virginia Woolf’un Mrs. Dalloway romanında geçmiş ve şimdi arasındaki bağ üzerine söylediği şu sözleri hatırlayalım: “Geçmişin her parçası, şimdiki zamanın içinde bir gölge gibi yaşar.” Woolf’un bu ifadesi, geçmişin sessiz kalmış detaylarının bugün nasıl yankılanabileceğini ve bugünkü anlatılarımıza nasıl yön verebileceğini güçlü bir şekilde ortaya koyar.
Fotoğraflar, geçmişle bağ kurmamıza olanak tanır; ama aynı zamanda geleceğe dair yeni anlatılar inşa etmemiz için bir temel sunar. Şakir Paşa ailesinin fotoğrafları ve onlardan ilhamla yaratılan dizi, geçmişin yeniden yorumlanarak bugüne nasıl taşınabileceğini gösteriyor. Ancak bu yeniden yaratımlar yalnızca bilinen hikâyeleri değil, sessizlikte kalmış, görünmeyen geçmişleri de keşfetmek için bir çağrıdır.
Aslı Kotaman kimdir?
Aslı Kotaman Universitaat Ruhr, CAIS entitüsüne bağlı olarak diziler, filmler, medya dolayımıyla hayatımıza giren tüm içerikler üzerine çalışıyor.
Kotaman, lisans ve yüksek lisansını gazetecilik, doktorasını ve doçentliğini sinema alanında tamamladı.
Sanatın Erkeksiz Tarihi, Zihin Koleksiyoncusu ve Açıkçası Canım Umurumda Değil deneme kitaplarının yazarı Kotaman'ın akademik olarak yayımladığı Türkçe ve İngilizce makale ve kitapları mevcuttur.
Gazete yazılarına ve sosyal medya üzerinden yaptığı yayınlara devam eden Kotaman'ın çalışma alanları içerisinde diziler, film eleştirileri, feminist yazın, temsil, bakış alanları bulunuyor.
|