06 Ekim 2024

Zarafetin küçük dokunuşları: Hayatı incelikle yaşamak

Küçük jestler ve zarif dokunuşlar hem kendimize hem de sevdiklerimize sunduğumuz en değerli armağanlardır; hayatın güzelliği, bu inceliklerde saklıdır

Kuzenimin kaybıyla birlikte, onun hayatımıza kattığı zarafeti bir kez daha düşünmek için durduk. O, bulunduğu her sofrayı bir şölene, hatta bir karnavala dönüştürebilen birisiydi. Masanın etrafında oturanlara neşe saçan, sıradan bir yemeği bile bir kutlamaya çeviren bir ruh taşıyordu. En güzel peyniri bulmak için saatlerce yürüyebilecek bir hevesi vardı; bu sadece bir peynir almak değildi, hayata tutkuyla bağlanmanın ve her küçük detayı önemsemenin bir yansımasıydı. Bir şeyler üretme arzusu ise hiç bitmezdi: Evinin ihtiyaçlarını karşılamak için demirciler, marangozlar arasında sabah akşam demeden dolaşır, ihtiyacı olan en uygun aparatı bulmak ya da kendi elleriyle yapmak için uğraşır dururdu. Her anına ve aslında çevresindeki herkesin her anına gösterdiği bu titizlik ve coşkuyla, hayatı daha yaşanılır ve anlamlı kılmanın ne demek olduğunu bize yeniden hatırlatıyormuş. Şimdi daha iyi anlıyorum; sadece çevresindeki insanlara değil, kendisine de hayatı güzelleştirmek için aynı özeni gösteriyordu. Yaşadığı her anı, başkaları için olduğu kadar kendisi için de özel ve değerli kılardı.

Hayat, bazen en sıradan anlarda gizlenen, fark edilmeyen inceliklerle şekillenir. Sabah pencerenizi açtığınızda içeri dolan serin hava, yan komşunuzun sessiz bir tebessümle selam vermesi ya da bir elin hafifçe omzunuza dokunuşu... Tam da bu anlar, yaşamın karmaşası içinde gözden kaçan, ama derinlerde iz bırakan zarif anılardır. Belki de bizi tekrar tekrar yerli dizilere çeken, hikayelerden çok bu küçük detaylardır: Karakterlerin birbirine sunduğu ince jestler, sessizce paylaşılan bir fincan çay ya da bir bakışta verilen destek. Bu anlar, insan olmanın en saf haliyle yeniden hatırlatır bize; duyguların zarafetle dile getirildiği anların gücünü.

Bu zarif anlar, sadece başkalarına sunduğumuz incelikler değil, kendimize de armağan edebileceğimiz değerlerdir. Örneğin, kendimize hazırladığımız bir yemeği sunduğumuz tabağın bile özenle seçilmesi, o anın kıymetini artırabilir. Kendimize gösterdiğimiz bu küçük özen, tıpkı başkalarına gösterdiğimiz zarafet gibi, yaşamı daha anlamlı kılar. Çünkü zarafet, sadece dışarıya değil, içimize de yönelttiğimiz bir iyiliktir. Kendimizi güzelleştirdikçe dünyayı da güzelleştiririz.

Bu jestler, hayata zarafetle yaklaşmanın ne kadar önemli olduğunu gösterir. Zarafet, maddi zenginlikten değil, insanların birbirine olan nazik ve incelikli yaklaşımlarından doğar. İki kişi arasındaki basit bir diyalog bile, sadece sözlerden ibaret değil, küçük jestlerin anlamıyla şekillenir. Tam da bu yüzden, izlediğimiz birçok film ve dizi, hayatın bu zarif yanlarını sergilediği için bizi etkiler.

Pierre Bourdieu’nün habitus kavramı, bireylerin toplumsal geçmişlerinin davranış kalıplarını ve dünyayı algılayış biçimlerini nasıl şekillendirdiğini açıklar. Habitus, sosyal çevre, aile, sınıf gibi faktörlerin etkisiyle şekillenir ve bireyin günlük hayattaki davranışlarını belirler. Bu nedenle zarafet de bireyin toplumsal ve kültürel bağlamının bir yansıması olarak ortaya çıkar. Zarafet, Bourdieu’nün gözünde sadece bir estetik unsur ya da kişisel tercih değil, aynı zamanda toplumsal sermayenin bir parçasıdır. Bir bireyin gösterdiği zarafet, toplum içindeki statüsünü, kültürel birikimini ve sosyal sermayesini de yansıtır. Bu bağlamda, küçük jestler ve zarif davranışlar, yalnızca bireyin kişisel tercihlerini değil, aynı zamanda içinde bulunduğu sosyal sınıfı ve kültürel arka planını da görünür kılar. Örneğin, bir kişinin toplumsal sermayesinin bir parçası olarak geliştirdiği zarafet anlayışı, maddi zenginliğe sahip olmasa bile, ona toplum içinde bir yer bulma ve kendini ifade etme olanağı sağlar. Bourdieu’ye göre, toplumsal sermaye, maddi zenginlikle sınırlı değildir; eğitim, kültürel birikim ve incelikli davranışlar gibi unsurlar da bireyin toplumda nasıl algılandığını ve nerede konumlandığını belirleyen faktörlerdir.

Bourdieu’nün habitus kavramı, zarafetin bir estetik olmanın ötesinde, bir toplumsal ilişki biçimi olarak nasıl şekillendiğini ve bireyin toplum içindeki konumunu nasıl etkilediğini anlamamıza yardımcı olur.

Örneğin, John Dewey, Amerikalı bir filozof, psikolog ve eğitim reformcusudur. Pragmatizm felsefesinin önde gelen temsilcilerinden biri olan Dewey, özellikle eğitim ve demokrasi üzerine yaptığı çalışmalarla bilinir. Felsefesi, deneyime, öğrenmeye ve uygulamaya büyük önem verir. Dewey, hayatın her anının bir deneyim olduğuna inanır ve bu deneyimlerin estetik yönünü vurgular. Onun görüşüne göre, estetik sadece sanat ya da görsel güzelliklerle sınırlı değildir; gündelik yaşamın sıradan anlarında da estetik değerler bulabiliriz. Örneğin, bir fincan kahve içmenin, bir dostla sohbet etmenin ya da bir yürüyüş yapmanın estetik bir değeri olabilir. Bu, hayatı zarafetle yaşamanın önemine işaret eder.

John Dewey’in kendisinden sonra daha geliştirilen “gündelik hayatın estetiği” kavramı, hayatın her anında küçük güzellikler bulabileceğimizi savunur. Zarafetle yaşamak, bu estetiği her an deneyimleyebilmektir. Bir fincan çayı dostane bir elden almak, ya da dizilerde izlediğimiz karakterlerin birbirine sunduğu basit jestlerin ardında yatan samimiyet, hayatın bu estetik deneyimlerinin birer parçasıdır. Maddi güce ya da gösterişe ihtiyaç duymadan, bu anlar hayatı daha yaşanılır kılar. Bu bakış açısı, izlediğimiz dizilerde ya da okuduğumuz kitaplarda neden bu kadar çok basit, fakat etkileyici sahnelere kapıldığımızı açıklıyor.

Bu estetik, filmlerde ve kitaplarda sık sık karşımıza çıkar. Amélie’de (2001), Amélie'nin başkalarına yaptığı küçük iyilikler, onun dünyasını değiştirir. Her şey küçük bir mutluluk, bir jest ile başlar ve bu zarif eylemler, bir domino taşı gibi etrafındakilerin hayatlarını etkiler. Aynı şekilde, Kirpinin Zarafeti kitabında ve hatta kitabın uyarlama filminde Paris’te mütevazi bir kapıcı olan Renée, hayatındaki küçük estetik detaylarla kendi dünyasında bir zarafet inşa eder. Bu zarif dünyaya dair farkındalık, onu ve çevresindekileri derinden etkiler.

Maurice Merleau-Ponty’den de bahsetmeli. Onun algı teorisi, dünyayı nasıl deneyimlediğimizi anlamak için önemli bir felsefi çerçeve sunar. Merleau-Ponty, algının doğrudan ve saf bir olgu olmadığını, aksine bedenin, çevrenin ve toplumsal bağlamın etkileşimi ile şekillendiğini savunur. Ona göre, dünya ile olan ilişkimiz, fiziksel varlığımız ve duyularımız aracılığıyla kurulur. Bu çerçevede, gündelik hayatın küçük detayları, zarif jestler ve duygusal etkileşimler, algımızı ve dünyayı nasıl gördüğümüzü derinden etkiler. Girişte verdiğim örnekteki gibi bir fincan kahve uzatan dostane bir el ya da birinin size hafifçe dokunuşu, sadece bir fiziksel temas olarak algılanmaz; bunun ötesinde, bu eylemler içsel dünyamızı etkiler ve dünya ile olan ilişkimizi yeniden şekillendirir. Merleau-Ponty'nin fenomenoloji anlayışında, bu tür küçük jestler, sadece anlık eylemler değil, dünyayı anlamlandırma biçimimizi etkileyen önemli unsurlardır. Algı, sadece dışsal gerçeklikten gelen uyaranların içe yansıması değil, bedenin ve bilincin dünyaya yönelmesiyle oluşur. Merleau-Ponty, bedenin dünyayı nasıl "hissettiği" üzerinde durarak, beden ve zihin arasında güçlü bir bağ olduğunu öne sürer. Küçük jestler ve incelikli davranışlar, algının bu bütünsel yapısında merkezi bir rol oynar.

Seyredebileceğinizi düşünerek birkaç film örneği daha vereyim. Yasujirō Ozu'nun Tokyo Hikayesi (1953) filminde, aile üyeleri arasındaki sessiz anlar ve basit jestler, sevginin en derin ifadelerini taşır. Özellikle yaşlı çiftin çocuklarıyla olan etkileşimlerinde, söylenmeyen ama hissedilen duygular, bu küçük anlar aracılığıyla ortaya çıkar. Benzer şekilde, Köşedeki Dükkan (1940) filminde iki çalışan, mektuplar aracılığıyla bağ kurar, yüz yüze anlaşamasalar da bu zarif jestler onları birbirine yaklaştırır. Hayatın İçinden /The Station Agent (2003) filminde ise, yalnız bir adamın dünyasına yapılan küçük iyilikler ve şefkatli jestler, onun içine kapandığı dünyadan çıkmasını sağlar ve ona yeni bir anlam kazandırır. Komşum Totoro (1988) filminde küçük kız kardeşler, doğayla olan basit ama büyüleyici bağları ve birbirlerine gösterdikleri sevgi dolu küçük hareketler sayesinde mutlu ve anlamlı bir yaşam sürerler. Bu filmler, hayatın küçük anlarının ve zarif jestlerin insan ilişkilerine olan etkisini güçlü bir şekilde vurgular, büyük değişimlerin aslında küçük ve düşünceli eylemlerden doğabileceğini gösterir.

Javier Cercas’ın Bir Anın Anatomisi kitabında, küçük jestler ve anlık kararlar tarihsel olayların akışını değiştiren güçlü etkenler haline gelir. Bir politikacının silah sesleri altında yerinden kalkmayı reddetmesi, sade ama zarif bir hareketin politik bir krizde nasıl bir dönüm noktası yaratabileceğini gösterir. Bu basit jest, bir ulusun kaderini etkileyen bir simgeye dönüşür, güç ve zarafetin bazen sessizlikte yattığını kanıtlar. Antoine de Saint-Exupéry’nin Küçük Prens eserinde, Küçük Prens’in “İnsan sadece kalbiyle doğru görebilir; asıl önemli olan gözle görülmez” sözü, maddi dünyanın ötesinde, zarafetle ve sadelikle yaşamanın güzelliğini ifade eder. Bu diyalog, basit jestlerin ve samimiyetin insan yaşamında ne kadar derin anlamlar taşıyabileceğini hatırlatır. E.M. Forster’ın Howards End romanında, sınıfsal farklara rağmen insanlar arasındaki duygusal bağlantıların ve küçük jestlerin, toplumsal sınırları nasıl aşabildiği ortaya konur. Margaret Schlegel’in, evini kaybetmiş birine verdiği mütevazı ama samimi destek, insan ilişkilerinde sınıf farklarının ötesinde bir anlam olduğunu gösterir ve bu jestin yankıları, tüm roman boyunca hissedilir.

Brené Brown'ın kırılganlık üzerine yaptığı çalışmalar, özellikle Daring Greatly /Cesurca Yüreklenmek ve Kırılganlığın Gücü/The Power of Vulnerability adlı eserlerinde derinlemesine ele alınır. Brown, bu kitaplarında kırılganlığın güçsüzlük değil, aksine insan ilişkilerinde derin bağlar kurmanın ve samimi, anlamlı ilişkiler yaratmanın anahtarı olduğunu savunur. Kırılganlık, bireylerin duygusal anlamda kendilerini açmaları, risk almaları ve bu süreçte kendi içsel dürüstlüklerini ortaya koymalarıdır. Brown, kırılganlığı yaşamımızdaki zarafetle doğrudan bağlantılı görür. Çünkü birine karşı nazik ve dürüst olmak, özellikle de kırılganlık anlarında, insanları birbirine bağlayan en önemli unsurlardan biridir. Brown'a göre, zarif bir jest aslında kırılgan bir ruh halinin dışa vurumudur; bu tür jestler, empati, anlayış ve bağlantı kurma arzusuyla şekillenir. Brown, bu konuda şöyle der: "Kırılganlık, duygusal risk almak demektir; sevilme ve kabul edilme umuduyla kendimizi açmak. Ama aynı zamanda bunun getirdiği belirsizliği ve duygusal riskleri göze almayı da içerir." Bu bakış açısı, günlük hayatımızda ve izlediğimiz dizilerde de sık sık karşımıza çıkar; karakterlerin birbirlerine karşı gösterdiği zarif jestler, onların kırılganlıklarını sergiledikleri anlarda en etkileyici hale gelir. Brown'ın kırılganlık üzerine yaptığı araştırmalar, ayrıca Rising Strong ve Braving the Wilderness gibi kitaplarında da işlenir. Bu kitaplarda, kırılganlığın bireylerin cesurca ayağa kalkma, duygusal iyileşme ve içsel dönüşüm süreçlerindeki rolü de vurgulanır.

7-8 sene önce Edirne'de küçük bir lokantada kızımla oturuyordum. Kızım için bir kâse çorba söyledik. Esnaf, çocuğun çorbasından para mı alınır abla, dedi. Bu cümleyle içimde bir sıcaklık yayıldı, o anın zarafeti ruhuma dokundu. 25 yıl kadar önce, bir ramazan günü TRT’de staj yaparken, sahilden Taksim-Bostancı dolmuşuna bindiğimde, ezanla birlikte şoför, arka koltuktaki bizlere çubuk kraker ve meyve suyu uzatmıştı. Sessizce yolladığı bu küçük ikram, o an bir bayram havası yaratmıştı. Kızımın doğum gününde kantin olmadığından arkadaşlarının öğle yemeğinde yemediği ekmekleri üst üste koyup, onlardan doğaçlama bir pasta yapmaları ise, belki de zarafetin en tatlı haliydi. Ve Lizbon’da korkunç bir yağmurda, tanımadığım bir kadın, “Ben evime geldim, şemsiye artık senin,” diyerek şemsiyesini bana bırakmıştı. Bu insanlar birbirlerini tanımıyorlardı, aralarında bir çıkar ilişkisi yoktu; ama ortak bir şey vardı: Zarafet.

Marcel Mauss’un hediye teorisi, toplumsal ilişkilerde zarif jestlerin ve iyiliklerin aslında birer değiş tokuş olduğunu gösterir. Küçük bir jest, aslında maddi olmayan bir hediye gibidir. Birine yapılan incelik, toplumsal bağları kuvvetlendirir ve bir dayanışma duygusu yaratır. Tıpkı bir dizide karakterlerin birbirlerine olan destekleri gibi, bu jestler de bir çeşit hediyeleşme gibidir. Mauss’a göre bu hediyeler, ilişkileri pekiştiren görünmez bağlar yaratır. Hayatın küçük jestlerle güzelleşmesi, işte tam da bu yüzden mümkündür. Ne para ne de statü; bir yabancının uzattığı şemsiye, arkadaşların ekmekten yaptığı doğaçlama bir pasta ya da bir esnafın içten sözü, hayatın anlamını yeniden şekillendiren şeylerdir. Zarafet, dünyanın tüm gürültüsü içinde hala sessiz bir şekilde hüküm sürüyor. Belki de bu yüzden, bu küçük jestler, hayatta kalmanın ve insan olmanın en insani yoludur.

Marcel Mauss

Zarafetin ve inceliğin gücünü, gürültülü ve kaotik bir dünyada belki de bu yüzden unutmamamız gerekiyor. Çünkü yaşamın anlamı, küçük şeylerde gizli ve bu küçük jestlerle hayatı güzelleştirmek, insan olmanın en zarif yolu. Gençken bu düşünceleri basit veya klişe bulurdum. Ancak kuzenim, bu küçük anları nasıl değerli kılabileceğini her davranışıyla hatırlatırdı. Onunla her buluşmamız, yalnızca bir etkinlik değil, hayatın kendisine verilen bir değerdi. Basit bir yürüyüşü bile maceraya dönüştürür, sıradan bir günü anlamla doldururdu. Hayatı dolu dolu yaşamak onun için, sadece bir şeyler yapmak değil, o anı derinlemesine hissetmekti. Bu zarafetle, gündelik olayları bir ritüele çevirir, her anı kutlama haline getirirdi.

Şimdi anlıyorum ki, hayatı insanca yaşamanın yolu küçük detaylarda gizli. Kendimize ve başkalarına gösterdiğimiz bu küçük incelikler, sadece anı güzelleştirmekle kalmaz, yaşamın derinlerine kök salar. Ve belki de en önemlisi, bu küçük jestleri hayatımıza katarken amacımız, kendimizi ön plana çıkarmak değil, dünyaya biraz daha zarafet katmak olmalı. Bugünden başlayarak, bu incelikleri hayatımıza dahil etmeli ve küçük adımların büyük etkiler yaratacağını yeniden hatırlamalıyız.

Annie Dillard’ın Pilgrim at Tinker Creek kitabındaki sözünü düşündüğümüzde: "Sadece görmekle kalmayın, dikkat edin; her şey bir iz bırakır." Sizi bilmem ama ben zarafeti hayatımın bir parçası haline getirmeyi kuzenime bir borç bilirim.

Aslı Kotaman kimdir?
 

Aslı Kotaman Universitaat Ruhr, CAIS entitüsüne bağlı olarak diziler, filmler, medya dolayımıyla hayatımıza giren tüm içerikler üzerine çalışıyor.

Kotaman, lisans ve yüksek lisansını gazetecilik, doktorasını ve doçentliğini sinema alanında tamamladı.

Sanatın Erkeksiz Tarihi, Zihin Koleksiyoncusu ve Açıkçası Canım Umurumda Değil deneme kitaplarının yazarı Kotaman'ın akademik olarak yayımladığı Türkçe ve İngilizce makale ve kitapları mevcuttur.

Gazete yazılarına ve sosyal medya üzerinden yaptığı yayınlara devam eden Kotaman'ın çalışma alanları içersinde diziler, film eleştirileri, feminist yazın, temsil, bakış alanları bulunuyor. 

Yazarın Diğer Yazıları

Hayatın katmanları: Kairos ve tül perdeler

Geçmişin izleri, tül perdenin ardında belirip kayboluyor. Kairos, zamanın her katmanda bıraktığı izleri açığa çıkarıyor

Yarım kalmış düşler, tamamlanmamış hikâyeler, bitmemiş cümleler

Sen de biliyorsun; bazen sadece yarım kalmıyoruz, yarım bıraktırılıyoruz. Eksik bırakılan hayallerin, tamamlanmamış cümlelerin arasında yolumuzu bulmaya çalışıyoruz

Ne diyor filmde, herkes gençlik ve mutluluk peşinde: Cevher filmi ve diğer şeyler

Genç kalma arzusu sadece bedene değil, kimliğe de yüklenmiş bir savaş alanı

"
"