08 Aralık 2024

Halk edebiyatı, halkın edebiyatı: Veysel’i dinliyorum, gözlerim kapalı

Veysel’i okuduktan sonra öğrenmiştim kör olduğunu. O söyledikçe sesinin tutulmuş kayıtlardan yazıya aktığını… Allah Veysel’in iki gözünü birden almış, ama yerine de görünün en hakikisini bırakmıştı. Masal gibi, masaldan gerçek!

Seksen darbesinin ardından sinemada, edebiyat ortamında, müzik piyasasında kültürel yozlaşmanın başladığı doksanlarda modaydı, dokuz sekiz melodiler, neon ışıklar, arabesk, fantezi, curcuna. Görgüsüz ve kabadayı türkücüler televizyonlarda programlar yapıyor, her köşe başını tutuyor ve aşağılık bir yaşam biçimini de topluma aşılamakla övünüyorlardı. Bense, hep geriye doğru sayardım, üç, iki, bir! Tarz değil, fıtrat. Biraz eskimiş, ikinci el kitapları ben değerli bir şey sanırdım hep ve hâlâ. “Valla!” Eskiydi ya, aldığımda elime o eski kitapları “Ya kebi keç!” derdim. “Bu ki, muhakkak antika olmalı!” da değil, ama “mutlaka bir değeri olmalı” derdim. İçinde bir sır var sanırdım kitapların. Kimselerin kimselere söyleyemediği, söyleyemeyeceği şeyler var sanırdım onların içinde. Vardı da. Olmasa, hakkında yazdığım kitaplardan “iki kapak arasında bir şeyler işte” der geçerdim. Değil ama. Beni yakmışsa, yıkmışsa, isyan edişler sonra birden usulca –başucuma çökmüş bir hoca gibi zaman- telkin edişlere dönmüş, beni yine toparlayabilmişse, elbette onlardan benim nasıl bir parçam olduklarına dair sözler ederim. Biri hakkında yazıya oturmuşsam, tutarım nefesimi, onun çocukluğuna inerim. Kimi âşıklar tanıdım, okudum, sazı elinden alınmış, kırılmış sırtında. Kimi yazıya oturmuş, çekilmiş defteri önünden yırtılıp yüzüne çarpılmış, kırılıp kalemi atılmış önüne, ölüm fermanı gibi. Daha on yaşında saz geçen avucuna, Veysel onlar arasında, en şanslı kişi. Âşık Sümmani der ki, “Süleyman’a söz öğreten karınca…” İndiğimde o çocukluğa, kendi çocukluğumla da gelirim yan yana, döne döne yana yana… “Arttır çilemi, arttır! Kaldırma başımdaki dumanı…” derim, gerinerek göklerden yere indirilmiş olana.

Âşık Veysel Şatıroğlu

Okul ile ev arasındaki yolda camekânlara bakardım, el emeği, göz nuru, dizi dizi kitaplara. Her birine ayrı ayrı âşık olurdum. Hani o zamanlar yok sayılacak kadar internet, minternet… Bir şey moda olmayınca modunu bulamayanların arasında kitaplardan başka da yoktu arkadaşım. Hâlâ da öyle… “Onun içinde ne var? Ya şunun içinde?” Deli olurdum kitapçıların önünden geçerken. Deli! Her şey her yerden dışarıya akardı da ben böyle birden içeriye akardım, kitapçıların önünden geçerken... Kendimden geçerdim. Sanki eve okuldan değil de, aşkın kaynayıp meşk olduğu bir meyhaneden dönerdim. Gözüm de hep geride kalırdı, “kalsam şurada hep, isteler çırakları olsam”, para da istemezdim. Evde dedesinin içli sesiyle dünyası kulağından mayalanmaya başlamış herkes benim gibi olurdu muhakkak. Benim de bir çocuğum olsaydı, şüphesiz böyle biri olurdu, ama ben böyle bir çocuk yetiştirmenin maliyetinden, yıpratıcılığından değil, böyle bir çocuğu bir gün bu üzünç denizinde bir başına bırakmaktan kaçmıştım. Durup düşünüyorum da, iyi yapmışım. Hani her şey, sadece “bir tek kişi için yazılır,” söylenir, yapılırdı ya aslında, “o yalnız ben olayım” istediğim için galiba. İlkokul ikinci sınıfta sokağın başındaki caddenin kucağında, kimselerin işi düşmedikçe içeriye girmediği bir kitapçıda bulmuştum onu da, Âşık Veysel “Dostlar Beni Hatırlasın.” “Okul” denen hapishaneye gidip gelmenin bir faydası… Aklımdasın Veysel, aklımdasın! Sanki o gün bugündür akranımsın, arkadaşımsın, yanımdasın.

O günler ne tatlıyım, şimdiki gibi acı değil. Dünya bozuyor insanı. Cebimde harçlığım, söz konusu kitap olmasa harcamaya da hiç kıyamazdım. Bu cimrilik de bana babamdan geçmiş olmalı. Bir ilahi nasihat, gelecek korkusu gibi gelmiş yerleşmişti huyuma. Elim cebimde ter içinde. O terli avucumun içinde on-on beş lira. Biraz daha sıksam “onu biraz daha saklayacağım” diye, neredeyse tedavülden kalkacak hale gelecekti. Üstelik ne değer biçilirse biçilsin bir kitaba, o kitap ona biçilen değerden hep çok daha fazla değerliydi benim için, ama aslında böyle düşünüyor, konuşuyordum diye kazıklanıyordum da. Çocuktum ya… Olsun. Kazıklanan babamdı nasılsa, bende de bunun rahatlığı vardı. Kereste tüccarı, yedi kat elden biri sorsa, “marangozum” derdi. Sazı, sözü, bağlamayı, türkü şakımayı da severdi, amma mahalleye böyle de nam salmasaydı. Ben o kitapları alayımdı da, isterse babam batsındı. Kitaptan kimseye zarar gelmez, gelirse zarar insandan gelirdi. Babam da batmadı zaten. Ben battım ama. Seslere, sözcüklere tutunduğum yerlerde dibe indim. En dibe. Bir daha yukarıya hiç çıkmak istemezcesine… Yunus’u okurken, Molla Kasım’dan nasıl ürktüysem Veysel’i de öyle sevmiştim hemen. Türkü seven annem bile şöyle demişti, “nereden de bulursun böyle şeyleri?”

Kitabın üzerinde gözleri yok gibi gömülmüş yüzüne, elinde sazı yaşlı bir adam. Şapka Devrimi de tam tepesinde, bu devrime dışarıdan bakınca görünen fötrlü lenger bir şapka. Devletten yenmiş dayağın gölgesi bile duruyordu yanında. Üstüne başına ayrıca baksan, için yanar, o denli mahsun… Bende bir merak, kalbim içimde Tarık Yıldızı gibi “tak! tak! tak!” vurarak göğümse “kimse almaz bu kitabı” diye, acımış mıydım yoksa? Bilmem. Anılarında ondan söz eden bir gazeteciye Ankara’da bindiği bir dolmuşta kendisine dilenci gibi davrandıkları için üzüldüğünü anlattığını da okumuştum çok sonra... Yan bağrım, yan! İçindeyiz, halden anlamayanların… Sevilmeye layık bir çağrı gibiydi Veysel, çağırsın istemişti demek, ona da bu sesi, bu sözleri veren. Arabesk değil, halk edebiyatı, halkın edebiyatı. Sadece edebiyatın değil, tarihin de, benliğimin de bir parçası.

Veysel’i okuduktan sonra öğrenmiştim kör olduğunu. O söyledikçe sesinin tutulmuş kayıtlardan yazıya aktığını… Allah Veysel’in iki gözünü birden almış, ama yerine de görünün en hakikisini bırakmıştı. Masal gibi, masaldan gerçek! Âşık Veysel, gözlerinden birini daha yedi yaşında çiçek hastalığına yakalandığında, diğer gözüne de önce perde inmiş, sonra da babasının dikkatsizliği derken, elim bir kaza… Böylece her ikisini de kaybetmiş. “Başına bir şey gelmesin” diye, oğlunu nereye gitse yanında götüren babasının gözü önünde perde inen gözü de birden akıp gitmişti. O perde o güzüne daha ilk indiğinde zaten onun ozan doğduğu, sözlerin ancak onun söyleşinde anlam bulacağı, dünya vaktiyle hâsıl olmuştu. Dert, çocukluk yokken de vardı âlemde, ama dert çocukluğa gelip yüklenince, o çocuğun doğduğu haneye onun alâmetifarikası bir bela değil, dünyaya başka yerlerden açılmış bir pencere kondurur ilahım ve der ki sanki “sen söyle, ben buradayım.” Söylüyor insan, söylüyor da, bir söyleten de varmış, bunu öğrenmiştim Veysel’den. Ya işte kabiliyet, sanki dünyaya gelir gelmez görmüştü de göreceğini, ne göz ne perde dayanmamıştı gerisine. Gözyaşını kimseler görmemişti de o günden sonra. Hep içine ağlamış âşık, sesi titremedikçe anlamamıştı bunu kimse. Bir bantta hem söyleyip hem iç çektiğinde anlamıştım ben de.

Âşık Veysel Şatıroğlu

İki gözüyle birden bakıp da görmeyenlerin görmesi gerekenleri karanlıklar içinde gördü. Ömrünce secdeye hiç çökmemiş, ama sapan tutup da bir kuşu vurmamış, üç telli bağlamasından öte başka da aşkı olmamış, söylemiş, söylemiş de gönlünde filizlenen kederi zikretmişler de ibadet etmiştir bence.  Veysel, bilinmez diyardan bir “kahır mektubu” gibi gelmiş dünyaya. Akranları gibi olamamıştı hiç. Dünyayı yedi yıl görmüş, yedi yılda derviş olmuştu sanki. Gözle görmeye lüzum da yok, böyle şeyler sezilir. Gördüğüme değil, görüme inanmıştım ben de onun gibi. Tuhaf hareketlerim, durup birden dona kaldığım yerde vurup ayağımı yere dönünce kendi etrafımda beni de onun gibi dışarıda kalacak bir nesne bellemişlerdi. O sazına, ben de kalemime sarılmıştım senelerce. Belki de ikimizin de hayatında en güzel biçimde olmayan şey bu olmuştur, “olamamak” diğerleri gibi. Kör olmanın karanlıktan başka hiçbir şey olmadığını düşünürler, değil. Işığın, ateşin daima aydınlattığı sınırlı bir alan vardır, karanlık sonsuz olan ve aslında her şeyi yutan ve kaplayandır. Veysel, bu görünün açtığı kulaklara, bu görüyle gören parmaklara sahipti. Öyle de sağlamdı ki görüsü, ilk evliliği boyunca ille de terk edileceği de doğmuştu içine. Görmese de bildiğinden dünyanın insana neler ettiğini, gece kaçıp gidecek ilk eşinin bohçasına muhtaç olmasın diye başkalarına yol parası bile bırakmıştı. Veysel, eskilerin çocuklarının kulağına fısıldadığı bir duanın karşılığı olmuştu benim için daima, “Allah iyi insanlarla karşılaştırsın.” Görmek, idrak etmekten farklıdır. Ben Veysel’le idraki anladım. Âmâ bir adamın hayat hikâyesinde “söylemenin” neden anlamlı bir şey olduğunu, iç çekmenin, ağlayışın da notaları olduğunu…

Âşık Veysel’i ilk tanıdığında, onu bir şekilde bulduğunda herkes bir Ahmet Kutsi Tecer’dir. Tecer, Sivas’a Maarif Müdürü olarak atandığı yıllarda (1931) Halk şairlerini bir araya toplamak ister,  Âşıklar Bayramı” (birincisi) için. Sorar, soruşturur, o yıllar saz, söz, bağlama yobaz dinciler için nasıl “şeytanın aleti” diye tabir ediliyorduysa, genç cumhuriyetin acemi yöneticileri için de tehlikeli bir şeydi. Nitekim her devrim daima kendine karşı bir devrimden korkarak var olur, bu da sazı, sözü, bağlamayı “gericilik aleti” yapıyordu onlar için. Elime sazı aldığımda durup sadece bu yüzden bile baktığım olur ona, “gericilik, şeytan bunu neresinde?” diye. Veysel’i ararlar, bulamazlar. Nice dayak yediğinden devletten, sazı da atılıp yakılınca fırında, arandığını duyunca da çıkıp dağlara gizlenen Veysel’i bulurlar, getirirler sonunda Tecer’in karşısına. O gün “Bir bahtı karayım, gülmedi yüzüm” diyen aşığa bir ilahi lamba yanmıştır aslında.

Ahmet Kutsi Tecer (solda), Âşıklar Bayramı (sağda)

Ahmet Kutsi Tecer, şairliğin tecelli ettiği o büyük şairlerden. Türk folklorunun öncüsü… Edebiyatımızın büyük ustaları Sivas’a geldiğinde Tecer herkesle tanıştırır Veysel’i. Yaşar Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Orhan Veli, Eyüp Bedri Rahmioğlu daha kimler kimler… TRT arşivlerinde medeniyetin siyah incisidir artık. Başta Eyüp Bedri Rahmioğlu olmak üzerine Veysel’in hayatını yazanlarla birlikte hakkında belgeseller, filmler de çekilmeye başlamıştır. Bütün bunları anlamlı kılansa, bütün bunlar yapılırken Veysel hayattadır. 1969’da ilk plağını çıkarmaya hazırlanan ve o ilk plakla “Altın Plak” ödülünü de alacak olan Fikret Kızılok bir kış vakti kardan açılmaz yollar yüzünden birkaç ay yanında kaldığı Veysel’in şiirlerinden bestelediği şarkılarla çıkardığı bu ilk plakla kayda değer bir çıkışı da yakalayacaktır. Kızılok, plakta yer alan Veysel şiirleri için Veysel’e bir miktar para da ödemek de ister. Bu huyumu da ondan kapmışım, Veysel teklif edilen parayı cebine geri koymasını söyler. Benim çocukluğumda adı daha az anılsa, namı sanı biraz unutulsa da bir dönem fırtınalar estiren Veysel, bugün “Milli değer” dedikleri yere kondurulanlardan çok daha değerlidir. “Milli değer” arayanlar Âşık’larla buluşabilirler... Dünyanın dört bir yanından hâlâ gelip onu tanımaya çalışanlar var. Bugün herkesin her yerden ulaşabileceği ses kayıtlarından birini dinlediğimde ben de bende yeterince dibe çökmediğini, ağlamaklı bir sesle kayıtlara geçen bir şiirini onun kendi sesinden bir daha dinlediğimde anladım, şimdi dibe çöktü, ruhuma tastamam yerleşti. Onun Edebiyat Tarihi’ndeki yeri hayatı ve şiirlerinden ibaretti belki, ama benim kişisel tarihimde talihimin bir parçası da olmuştur. Çünkü Veysel’in gözleri yoktu, benim de derdim ben de kalsın, ama ikimizin de bağrında meğer bir ateş topu varmış. Şu yaşa erdim, hâlâ Veysel’i dinlerim, gözlerim kapalı. Sesinin titrediği yerde, “Ağla âşık, ağla. Âşık gibi ağla! Dağlanmadık zerre bir yer bırakma bağrımda.” derim.

Âşık Veysel ve Fikret Kızılok

Ayfer Feriha Nujen kimdir?

Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri on dört yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır.

Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş Sıkıştır! yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir.

 

Yazarın Diğer Yazıları

İnsanlıktan daha eski, Suriye meselesi: İnsan, mekân ve sermaye

Son yirmi yılda mülteci krizinin ortaya koyduğu şey sadece göç, yeni yurtlar edinmek zorunda kalan bir yığın insanın korkunç bir dram yaşamasına da neden olmuştu. Bütün bunlar hangi dünya liderinin umurunda?

Tarihi “yürümek” ve “savunma” ile ele alan ‘Karşı Roman’ın yazarı Ali Ayçil: İnsan güvenilmez bir varlıktır ve her organizasyon bir iktidardır

“Durduğunuz yerin başkalarının durduğu yerden daha kıymetli olduğunu gösteren bir ölçü mü var elinizde? Biri size nişan alarak bu ya da karşı taraftan bahsettiğinde cehaletin şiddetiyle yüzleşiyorsunuz. Cevap vermek bile yorucu”

Nazan Bekiroğlu: Yalnız olmadığımı, benim gibi hisseden insanların var olduğunu bilmek güzel ama çok kırgın, yorgunum

"Onaylayıcıların, sessiz kalmanın konforuna sığınanların çokluğundandır, tufan beklemiyorum. İnsanın evrenin efendisi olması meselesi bence, çok ağır bir dezenformasyona maruz bırakılarak tefsir edilmiş asırlar boyunca"

"
"