11 Nisan 2025
Yücel Kayıran
Yücel Kayıran, şiirin ve felsefenin ayrı ayrı ve birlikteliğinin niteliği üzerine “Felsefi Şiir”in bir uzantısı olarak ortaya koyduğu “Tinsel Poetika”yı günümüzle geçmiş arasına gerilmiş, zaman zaman tehlikeli ve zaman zaman da neden sığınılacak bir cephe olduğunu anlatıyor. Kayıran, Türk şiirinin kadim bilgilerle kadim kalmasına çalışan son şairlerden biri…
- Ömrünüzce şiir yazdınız ki düz metinleriniz bile şiir üzerine oldular. Belki kaçırdığım farklı içerikte metinleriniz de olmuştur, ama şiir hayatınızda da sofranızda da özünü hiç kaybetmemiş bir şey olarak kaldı. Bu benim gözlemim tabii. Aksini düşünenler sizin sadece felsefeyi değerli kılmaya çalışan bir şair olduğunuzu da ileri sürebilir. Fakat erdemli olmanın felsefeden önce bir yuvası olmadı hiç. Bugün bütün erdemlerinin sorgulanması gereken bir toplum olmamızla da çok ilgili bir konu bu... Felsefenin yalnızca kitaplarda, mektep sıralarında, belli başlı ortamlardan daha geniş alanlara çıkamıyor olmasının nedenleri sizce ne?
-Bir şairin hayatı, şiirle geçen bir hayattır. Şiir için yaşanan yıkımların hayatıdır aynı zamanda. Ben, şiir hakkında düşünmeyi, şairliğin doğasıyla alakalı olduğunu düşünürüm. Yazıla gelen şiir üzerinde düşünmek şairliğin gereklerinden biridir. Kuşkusuz her şair, şiir üzerinde düşünmek ve düşündüğünü yazmak durumunda kalmayabilir. Ama şiir üzerinde düşünmek, şiire, yeni bir bakış tarzı, yeni bir tanım getiren şairliğin doğası gereğidir. Cumhuriyet dönemi şiirimiz, bu şairleri “seçik” olarak gösteren en güzel örneği oluşturur.
Yeri gelmişken, burada bir ayırımın da göz ardı edilmemesini isterim. Benim, şiir üzerine yazılarım, farklı farklı türdendir. Birincisi, bir şiir anlayışını dile getiren poetika yazılarım; Felsefi Şiir kitabım bu yazılardan oluşur. İkincisi, bu poetikadan hareketle, benden önceki kuşağın şiirlerini değerlendirdiğim yazılar; Şiirimin Çeyrek Yüzyılı kitabımdaki yazılar büyük ölçüde böyledir. Üçüncü olarak, benim şiir anlayışımdan bağımsız olarak konu edindiğim şairin şiirini, onların şiirlerindeki düşünsel temel üzerinden felsefi analizi dile getiren yazılar; Kritiğin Toprağında ile Poetik Varlık kitaplarımdaki yazılar da bu türdendir.
Felsefeyi de değerli görürüm ama şöyle: Felsefe ile şiir, tarihsel bakımdan, yani ortaya çıkışları bakımından kardeş türlerdir. Her ikisi de aynı zamanda ve aynı uzamda, yani Antik Yunan’da ortaya çıkmıştır. Evet, kimliksiz biçimde şiirin başlangıcı daha önceki dönemlere götürülebilir, ama bir kimlik olarak şairin ortaya çıkması bakımından, şiirin doğuşunun gerçekleştiği uzam Antik Yunan’dır. Homeros, Hesiodos, Sappho, Sokrates, Platon, Aristoteles aynı zaman ve uzama ait medeniyetin tinini temsil ederler. “Erdem” kavramı, dostluk ve etik kavramı da Antik Yunan’da ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla şiir ile felsefenin kendisini inşa ediş biçimi bu kavramlar zeminindedir. Şiirden de, felsefeden de erdem, dostluk ve etik kavramlarını çıkaramazsınız.
- Her şairin kendine has bir şiir anlayışı elbette var, ama bazı şairlerin bu konuda ne üzerine ısrar ettikleri hakkında sahip oldukları kesin bir inançları yok. Eksiğinizle fazlanızla bir muhasebesini yaptığınızda sizin şiir anlayınız sadece “felsefi” şiirle sınırlı bir şiir mi?
Benim tek eksiğim, baştan beri bir dergimin olmayışı oldu. Bir dergim olsaydı, çok farklı olacaktı, şimdiki imgemin belki on katı gibi bir şey. Yapacak bir şey yok, artık önemli de değil. Yani ötekinin zemininde inşa ettim ben kendimi.
Benim şiir anlayışımı felsefi şiir olarak adlandırmamın ya da böyle bir şiir anlayışına varmamın nedeni, üniversitede felsefe eğitimi görmüş olmamla da bir alakası yok aslında. Alakası yok derken, demek istediğim bunun bilimsel ve düşünsel bir temeli yok. Benim Emile Durkheim’dan öğrendiğim bir bakış tarzım vardır. Durkheim der ki, “Toplumsal bir olayın nedeni toplumsal bir olaydır.” Buradan hareketle derim ki, poetik bir olayın nedeni poetik bir olaydır, edebi bir olayın nedeni edebi bir olaydır. Bu mesele üzerinde düşündüm elbette, “bu şiir anlayışına ben nereden nasıl vardım?” diye… Sanırım Selim İleri’nin etkisinden dolayı. Selim İleri’nin 70’lerin sonu ile 80’lerin ilk yıllarında yazdığı romanları, ben o yıllarda okudum, lise birinci veya ikinci sınıfta iken. Yaşarken ve Ölürken, çok çarpmıştı beni. Roman, estetik ile sanat felsefesi ayrım yaparak başlar. Edebiyatta bir olay meydana gelmiş ise onun nedeni, o olaydan önce edebiyatta meydana gelenlerdir. Eğitiminiz, donanımla alakalı şeyleri etkiler, nedeni değil.
- Felsefenin ideolojilerden daha geniş ve çok katlı yapısı yanında hakikatli bir zemini vardır; sadece sorular halesi değil, sonuçlar da yaratabiliyor olmasının yanında kitapta dile getirdiğiniz “Cumhuriyet dönemi Türk şiiri temelde hümanist bir şiirdir. Ama bugün yazılan şiirin hümanizmle bağlantısı, insanın bugün içinde bulunduğu durumla pek ilgili görünmemektedir” cümleler, şiirin politik ve toplumsal işlevinin de felsefeden yoksun olduğu anlamına mı gelir? İdeolojilerle felsefe özellikle konu “şiir” olduğunda neden iç içe geçemeyen kavramlar?
-Oldukça karmaşık gibi görünen bir durum bu... Hümanizm hem geçtiğimiz yüzyılın hem de modern şiirin ayırıcı özelliğidir. Hümanist olmayan bir şiir, modern bir şiir olamaz. Ama modern şiirin bir diğer ayırıcı özelliği de dış dünyanın, gerçekliğin dile getirilişidir. Teolojik olandan realiteyi dile getirişe geçiş. Benim hümanizme yönelik eleştirel yaklaşımım, hümanizmin, alt kesimden insanların şiirinin yazılmasına engel oluşturmuş olmasıdır. Sözgelimi toplumcu şiirin başarısız olmasının nedeni hümanist olmasından kaynaklanır. Toplumcu şiir, işçilerim, emekçilerin, alt kesimlerin yoksul insanların şiirini yazmayı vaat ediyordu. 40’lı yılların toplumcu şairleri bunu büyük ölçüde başarmıştır, ama 70’lı yılların toplumcu şairleri için aynı şey söz konusu değil. Hümanizm temelde bir elit sınıfın ya da kesimin tinsel dünyasını dile getirir, ama alt kesimlerin, yoksulların emekçilerin tinsel dünyasını değil. Alt kesimlerin, emekçilerin tinsel dünyasını din ve mit oluşturur. Hümanizm mit ve dini devre dışı bırakır. Alt kesimlerin tinsel dünyasını dile getirmede sadece Refik Durbaş başarılı oldu. O, bu tinsel dünyayı arabesk müziğe bağlılıkla doldurdu. Çırak Aranıyor, bu bakımdan, 70’lerin en önemli kitabıdır. Buradaki temel sorun realitenin, gerçekliğin, hakikatin göz ardı edilmesidir. Realitenin, angaje olunan ideolojiye uygun kısmının dile getirilmesi, angaje olunan ideolojiye uygun olmayan kısımlarının göz ardı edilmesidir. İdeolojiler, insanı dile getirmek gibi bir gayesi yoktur; ideolojiler, kendi siyasal gayelerine uygun insan tasarımlarını dile getiriler. İslamcı insan tasarımı gibi, milliyetçi insan tasarımı gibi ya da hümanist insan tasarımı gibi sözgelimi. Bu bağlamda felsefeyi ideolojiden ayıran temel özellik şurada: Felsefe, realiteyi tanımlamakla yükümlüdür. Realiteyi tanımlamak, o realite realite yapan ayırıcı özelliğin ne olduğunu dile getirmek demektir. Bu “felsefi göz”dür. Felsefi göze sahip olmayı, ben, felsefi şiirin birinci ilkesi olarak görürüm.
- Felsefe sorgulayıcı, ideolojiler normatiftir. Bilirsiniz… İdeolojiler 18. Yüzyılda Marksizm, liberalizm gibi politik hareketlerle güç kazanmışken, felsefenin çok daha eski bir geçmişi vardır. Felsefe evrensel hakikati arar, mutlak doğru olanı da dayatmazken, ideolojiler belirli grupların çıkarlarını meşrulaştırır, dayatmalarla toplumu dönüştürmeyi hedeflerler. Bu açıdan Nâzım Hikmet ve Nihal Atsız şiirlerini birbirlerinden çok kolay ayırt edebiliriz. İdeolojik şiirlerin evrensel felsefeyle teması mümkün mü ve sizin kendi şiirinizi salt “felsefi şiir” diye nitelemek ideolojisi yok anlamına mı gelir?
-Evrensel hakikat, konu ya da sorun edinilen nesne ne ise, onu kendi realitesine göre dile getirmenin, tanımlamanın sonucunda ortaya çıkar. Söz konusu olan her ne ise, onu o yapan, onu başkalarından ayıran ayırıcı özelliği görmemiz gerekir. İdeolojiler söylediğiniz gibi 1800’lü yıllarda doğdu. Ulus devlet ve parti kavramına ve olgusuna bağlı olarak ortaya çıktı. Mevcut siyasal dünyanın eleştirisi Tevfik Fikret’le ortaya çıkar. Ama onda henüz bir ideoloji ortaya çıkmış değildir. İdeoloji bir sonraki kuşakta gelecek. Mehmet Emin, Mehmet Akif ve Nâzım Hikmet’le. Ama bu şiir ya da bu şairlerin yazdıkları şiir bütün gücünü ideolojiden de almaz. İnsanlığın büyük hayallerini de görmek, iyi tanımak gerekir. İnsanlığım büyük hayali dediğim şeye evrensel mesele olarak bakabiliriz. Geçen yüzyılın başında insanlığı kurtaracak o hayal bilim olarak görülür. Bilim gelecek ve insanlığın hayatı yoksulluktan, bu çaresizlikten kurtulacaktır. Her üç şairin şiirinde de bu büyük hayali görmek mümkün. Bu büyük hayallerin, her şairin kendi ideolojiyle örtüşüp örtüşmediğine, birbirini besleyip beslemediğine de bakmak gerekir. Nâzım bu noktada diğerlerinden ayrılır ama özellikle kendi hikâyesini yazdığı şiirlerde etkileyicidir. Son yıllarında yazdığı şiirler ise, sözgelimi “Saman Sarısı” gibi, İkinci Yeni’yle buluşur. Onları okuduğu için mi hayır; bilinç akışı tekniğine göre yazılan dünya görüşü şiirine yöneldiği için. Kendini tamamen bir ideolojinin bakış açısını dile getirmeye vakfetmiş bir şiir, o ideolojinin dönemi geçtiğinde düşer.
Kendi şiirim, saf “felsefi şiir” olarak nitelendirilebilir mi ya da benim şiirimin bir ideolojisi var mı? Benim şiirimi, herhangi bir ideolojiye indirgemek sanırım biraz güç. Sözgelimi Efsus’a Yolculuk, şu ya da bu ideolojinin sınırlarıyla açıklanamaz sanıyorum. Bu söylediğim, Stasis için de geçerlidir. Benim şiirim ideolojik bir şiir değil ama politik bir şiirdir. Stasis kitabım, son yılların en politik şiir kitabıdır. Politik olan ile ideolojik olan arasında nasıl bir fark var... Felsefi Şiir’in bu yeni baskısına, altı yeni yazı ekledim. Bunlardan biri de, “Modern Politik Şiir ve Heine” yazısıdır. Bu ayrım için, adres olarak bu yazıyı göstereceğim. Buradaki politik olan, bir tasarımı dile getirmekten değil, realiteyi kendi gerçekliğinde betimlemekten kaynaklıdır.
- Belli dönemlerin şiirleri için “eksiği var, fazlası yok” diyebiliriz, fakat bugünkü şiirlerin fazlası, şairlerin de bence eksiği var. Akranlarımla yan yana geldiğimde -çok nadir- şiirleri hakkında teknik lakırdılar duymak isteseler de şiirle ilgili ne teknik bir lakırdı ne de yazdıkları türe dair insanı heyecanlandıracak katmanlı ve kadim bilgileri işitemiyorum. Kimseden Afşar Timuçin olmasını da beklemiyoruz tabii. Zaten burada tek eksik sadece felsefi bir bilgi birikimi mi?
Felsefeden önce, şiirin kendi kültürü ve birikim alanı var. Bir şairin, şiir hakkında, en az bir edebiyat profesörü kadar bilgiye sahip olması gerekir. Bütün büyük şairler çağdaştır; hiçbiri geçmişin şairi değil bugünün şairidir. Bu durum sürekli çalışmayı, bir görgü ve kültür edinmeyi gerektirir. Felsefeyi de bilmek gerekiyor ama dini de mitolojiyi de bilmek gerekiyor. Felsefe için üç yıl ayırmak yeterli sanıyorum. Dante, felsefe okumaya otuz ay ayırmış. Aristoteles ve İbn Rüst gibi filozofları, kendi metinlerinden okumuş. Monarşi adında bir felsefe kitabı var Dante’nin, Türkçeye de çevrildi. Oradan anlıyoruz; Aristoteles’in Metafizik, Nikamakos’a Etik, Politika kitaplarını okumuş. Bizde Mevlâna ile Fuzuli’ye baktığımızda, onların da sıkı bir felsefe okuması yaptıklarını görürüz. Felsefe okumak, bir bakış tarzı edinmek, bir netliğe gelmek için önemlidir. Ayrıca, meselenizi büyütmek için.
- 1980’lere kadar gelen şiir kendini kurmaya çalışan, bir şekilde bir geleneğe dönüşen, hangi mahallede yazılırsa yazılsın bir gaye üzere var olduğu için bir tür olarak da her dönemde kendini anlamlı kılan bir serüvene sahipti. Sonra sanırım anlamlandırmakta güçlük çekeceğimiz kadar manasız bir oluşa sürüklendi. Kendinden öncekileri ortadan kaldırmak isteyen, bunu yaparken de o eski dönemleri kendine göre yontup biçen, tarih-edebiyat tarihi bilincini içermediği için de kendini kalıcı bir biçimde var edemeyen bir dönemden çok “hatırlanmayacak bir çağın şiirleri” olarak nitelenecek bir şiire döndü. Bu şiirin, bugünkü durumuna bakarak istikbaline dair sizin öngörünüz nedir?
Şöyle yanıt vereyim… Bizim şiirimizin ana gövdesini Anadolu’nun bir memleket olarak inşa edilmesi problemi oluşturur. Şiirimizdeki ilk Anadolu imgesi çok sterildir. Sanki daha önce kimsenin yaşamadığı, yeni keşfedilmiş bakir topraklar gibi betimlenir. Oysa Anadolu en eski yerleşim merkezlerinden biridir ve daya önce ortaya çıkmış uygarlıkların eserleri her yerde mevcuttur. Daha önemlisi, bir önceki yüzyıl, neredeyse tamamıyla savaşlarla geçmiştir. Bu şiirlerde, herhangi bir uzvunu kaybetmiş bir gazi göremezsiniz. Yok muydu gerçekten de. “Steril” derken kastettiğim bu. Bu memleket şiirine, 40’lı yıllarda büyük bir tepki gelecektir, “hayır anlattığınız Anadolu böyle değildir” diye. Cahit Külebi, Enver Gökçe, Ahmed Arif, memleket şiirinin steril Anadolu imgesine başkaldırıdan doğar. Çünkü bunlar köyün içinden geliyorlardı. Bu dönemde, köyün içinden gelemeyen, kimi toplumcu şairler de bu Anadolu imgesini yazarlar. Sözgelimi Ömer Faruk Toprak’ın Susan Anadolu kitabı var. Kenarda kalmıştır bu kitap. Çünkü Toprak, Anadolu içinden gelen bir şair değil, Külebi-Gökçe-Arif üçlüsünün dile getirdiğini dışarıdan betimler. Bu bakımdan Toprak, toplumcu bir şairdir ama Gökçe-Külebi-Arif üçlüsüyle değil memleket şiirinin şairleriyle aynı düzlemde yer alır. Yani şiir, sizden kendi deneyiminizi ister; bu deneyimin oluşturduğu bakış tarzında dile gelmeyi diler. Bana göre bu şiirin hakikat yasasıdır.
- “Tinsel poetika” bir nevi “iç savaş”. Şiirin felsefi olarak da sade bir edebiyat ürünü olarak da kulaktan kulağa dörtnala koşan, ama iş bu şiir ve poetika üzerine kitapları satın almak olduğunda boşluğa bırakılmış, asla yere düşmeyen hep havada kalan bir şey olmasıyla bugünün şiirlerindeki geleneğin izlerinin daha zayıf olması da bu “iç savaş”la ilgili mi?
Eğer bir şiirde geçmişin izleri söz konusu değil ise, o şiiri yazan şairde bir iç savaş da söz konusu olmamıştır. İç savaş, sahip olduğumuz mevcut bilgiye aykırı olgularla karşılaştığımızda ne yapacağımızı bilemeyiş durumudur. İtikat ettiğimiz değerleri, olgularla ilgili mevcut bilgiyi ya da anlayışları zihnimizden anmamış pek kolay değildir. Onları benliğimizden sökmemiz gerekir. Kendi kendimizle savaştır bu. Ancak bu aşamadan sonra yeni olguları betimleyebiliriz. Ama içimizden söküp attığımız şeyin yeriniş, onun kapladığı boşluk doldurur. Biraz önce söylediğim gibi, bir şairin en az bir profesör kadar şiir hakkında bilgiye sahip olması gerekir.
- “Felsefi şiir”i dikkate aldığımız zaman poetik unsurlar ancak gözle görünür seviyede ortaya çıkar. Bu şiirin de bir “hareket yasası” olduğuna okuru da yazanı da ikna etmeye yeter, yani bence. Felsefesini şiddetten alan şiirlerle de böylece temas halini alırız. Bunu belki şöyle de açıklamak mümkün, can, ten, tin şeklinde bir zincire benzer şiir. “Tinsel Peotika”da durgunluk anlamıyla yazıda biçim değiştiren “stasis” bütün bunların karşıtı mı ama?
Şiirin “hareket yasası”, şairin metindeki tinidir. Şiir, şairin istemesinin kendisini devam ettirmesini, onun nefesini içerdiği oranda, metinde bir hareket yasasından söz edebiliriz. Buna “şiddet” de diyebiliriz. İsteme negatif bir şeydir ve daima eksik olanda kalmış olmayı dile getirir. Daha eksiksiz bir durumdan dada eksik bir duruma düşüş de diyebiliriz buna. “Can, ten, tin” sıralamasını çok önemsediğimi belirtmeliyim. Ama stasis, bizim kendimize yönelik bir durumumuz değil tam tersine iktidarın bize yönelik uyguladığı bir durumdur. Bizi, belli bir nokta da sabitleyerek, durağan hale getirir böylece bizim kendimizi geliştirmemizi, değişmemizi durdurur ve bizi öteki haline getirir. Güncel bir örnek vereyim. 19 Mart’la başlayıp bu güne gelen süreçte, bir arkadaşım, “bir şey yapamıyorum, çalışamıyorum” dedi. Şu an stasis uygulanıyor.
- Şiir, “hareket halindeki düşünce” içsel sorgulamalarımızla, çatışmalarımızla hem bireysel hem de toplumsal gerçekliklerimizi de böylece yan yana getirir. “Dünya görüşü: Sıradan toplumsallık” başlığı altında, bütün bunları içine yazınsal bir davranış biçimi olarak alan İkinci Yeni’ye de dair yazdığınız “İkinci Yeni şiirlerini kendine örnek edinen bugünün şiiri, das Man’ı (sıradan ve gündelik olanın öznesi) aşamayan bir şiirdir” cümlesiyle bugün artık “hareket etmeyen” bir şiirin yazıldığını mı kastediyorsunuz?
İkinci Yeni’yle artık bir yere gidemeyiz. Bilinç akışı tekniği ile Sartre merkezli bir dünya görüşü, bugün yüz yüze geldiğimiz çıkışsızlık durumlarını dile getirmede ne ölçüde el verebilir ki bize. Roman da bu teknikle götürmüyor artık kendini. Bütün bir şiir değil de tekil örnekler yazılabilir bununla birlikte. Ben, şiirimizde, kolektif hareketler döneminin bittiğini düşünüyorum. Her şair, tekil bir poetika durumunda. Gerek kolektif hareket gerek takip fikri poetik zayıflık belirtisidir.
- “Tinsel Poetika’da her dönemin kendi durumuyla kıyaslandığında o dönem yazılan şiirlerin ve şairlerin duruşlarına dair hudutlarını belirlemekte güçlük çekeceğimiz geniş bir çerçevede ele aldığınız tahlilleriniz var. Ece Ayhan-Can Yücel şiirlerinin “mantıksal düşünmeye dayalı” olduklarına dair bu satırları okuyanlar (Bertolt Brecht bunun dışında kalır) bu şairlerin şiirleri dışında hayatlarının da “mantıksal düşünmeye dayalı” hayatlar olduğuna kani olmalı mı? Şairler Descartes değildir, Descartes de şair gibi konuşabilir, ama şair değildir. O zaman yazdığı gibi yaşamayan bir şairin söz konusu felsefe olduğunda ortaya çıkacak çelişkiler yazdığı şiire halel getirir mi?
Can Yücel ile Ece Ayhan hiç yan yana gelir mi? Gelmez değil mi? Kimse bir arada düşünmemiştir. Poetikaları farklıdır ama her ikisi de politik şiirin en güçlü temsilcisidir. Her iki şairle tanışmadım. Ama her ikisinde de, öznel yaşam şiir var kılınmış yaşam gibi görünüyor. Can Yücel söz konusu olduğunda bu paralellik daha belirgin gibi görülür. Politik tavır onda, şiirinin yanında, kendi yaşamının temel dayanağı olmuştur. Bu bakımdan yüzyıl içinde zaten tekil konumda… Ama Ece Ayhan’da, istemeyle politik tavır arasında bir ara bölge var gibi görülür. Artık bu konular biyografi yazarlarının problemi. Biz ve bizden sonrakiler artık sadece metinle karşı karşıyadırlar. Bir şiir, şairinin yaşamı unutulduğu halde varlığını devam ettiriyor ise, sonsuzluk kazanmış demektir. Ama bir şiirin kendisini devam ettirememiş olması ve şairini başka bir şiir yazmaya sürüklemesi, yani poetik ölüm, şairine halel getirir.
- Artık birçok şairle yan yana geldiğimde adını duyamadığım Spinoza’dan, bir eski İstanbul’dan arta kalmışız da kaybettiğimiz en eski dostumuz Yahya Kemal’den sonra yalnız kalmışız gibi bir hisle baş başa kaldığımız bugünün edebiyat ortamında hem bu kitap hem de bu güzel muhabbet dünyanın hâlâ döndüğünü hatırlattı bana. Teşekkürler.
Ben teşekkür ederim. Şiirin eski bir şey olduğunu, şiir üzerine düşündüğümüzde, şiirin kendisi hatırlatır; eskinin de eskimediğini de. Macellan biyografisini yazan Laurence Bergreen, Macellan’ın yolculuğunu yapmış. Macellan Bogazını geçerken, gördüğü manzarayı, Macellan’ın oradan geçerken yazdığı günlüğü ve gördüğü manzaranın betimlemesiyle karşılaştırır. Aradan beş yüz yıl geçmiş olmasına rağmen gördüğü manzara ile Macellan’ın gördüğü manzaranın aynı olduğunu dile getirir. Şiir de böyledir. Şair, kendisinden önceki şairlerin gördüğü manzarayı gören kişidir. Tıpatıp aynı. Homeros’un ya da Hesiodos’un gördüğünü görmeye çalışıyoruz.
Ayfer Feriha Nujen kimdir? Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri on dört yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır. Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş Sıkıştır! yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir. |
“Sol’a meyledenler solun devrimci tek tipçiliğine yaslandı. Sağa, İslamcılığa meyledenler de sağın ümmetçi tek tipçiliğine yaslandı”
Kendilerini “elit” niteleyen kesimin modernleşme projelerinin evrensel bir ilerleme getirdiği iddiaları da aslında kendi sınıfsal ve kültürel ve ekonomik hegemonyalarını pekiştirirken, dışlayıcı tutumlarını pek çok alanda dışa vurdukları gibi sanat ve sinemanın her alanında toplumsal kutuplaşmayı derinleştirerek göstermiştir
Bu dünyada “helalleşmek” diye bir şey yoktur, ama ne ah ne hak yerde kalır sanılmasın. “Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz”, Hakk’ın divanında buluşacağız!
© Tüm hakları saklıdır.