Bu sabah, yataktan bir hevesle, mutlu kalktım. Yüzümü yıkarken içimden “Memleket gündemine inat, Yaşasın Cumhuriyet!” dedim. Yemek masasının üstündeki tüm karanlık gündemi devirdim. Boş masaya, kahvemi koydum. Enerjimi, iyiye, pozitife odaklamaya karar verdim bugün. Vancouver’da güneşli, ışıl ışıl bir 29 Ekim sabahı. Solumda Burrard Köprüsü bütün haşmetiyle şehrin iki yakasını birleştiriyor. İçimden “Bayrak asılmalıydı köprüye” diye geçirerek, gülümsüyorum.
Zihnimde, Vancouver’daki masadan kalkıyor, 1980’lerin ortasına bir 29 Ekim sabahına yolculuk ediyor, İstanbul’un Çengelköy semtindeki aile evimizdeki yemek masasına kahvaltıya oturuyorum. Solumda Boğaz Köprüsü bütün haşmetiyle şehrin iki yakasını birleştiriyor. Kocaman bir ay yıldızlı bayrak, köprünün eteğiymiş gibi, neredeyse denize uzanıyor. Üzerimde yıkanmış, ütülenmiş siyah önlüğüm ve annemin özel günlerde önlüğüme taktığı beyaz dantel yakalarım var.
Bugün bayram
Bal, ekmek, tereyağı ve iki yumurtadan oluşan kahvaltımı ederken, annem saçlarımı iki yana örüyor, ucuna da kırmızı-beyaz kurdeleler takıyor, ablam üniversitedeki dersini kaçırmamak için vapura yetişmeye çalışıyor, beş yaşındaki kız kardeşim herkes okula gidiyor, henüz kendisi gidemiyor diye kıskanıp, “Anne, ne olur ben de okula gideyim. Bugün Cumhuriyet Bayramı!” diyerek, annemin eteğini çekiştiriyor ve radyoda çalan Barış Manço’nun “Bugün Bayram” isimli şarkısına eşlik edip, dansediyor. “Bugün bayram, Erken kalkın çocuklar, Giyelim en güzel giysileri, Elimizde taze kır çiçekleri, Üzmeyelim bugün annemizi”
Babam çayından bir yudum alıp, Samsun marka sigarasından bir nefes çektikten sonra “Stadyum töreni TRT’de, öğlen ikide başlayacakmış. Gençler Cumhuriyet Valsi yapacakmış. Ne güzel. Kaçırmayalım.” diyor.
Babaannem: “Biz Atatürk’e inandık kızım”
Babaannem bir “Ah!” çekiyor, “Bugün gibi hatırlıyorum Cumhuriyet’in ilan edilişini. Ertesi gün gazetelerden okumuştuk. Ankara’da 101 pare top atışıyla, İstanbul’da da coşkuyla, top atışlarıyla kutlanmıştı. Ondan üç yıl önce meclis kurulduğunda saltanatlık zaten bitmişti ama Cumhuriyet’in ilanı başka bir şeydi kızım. Tabii çok itiraz eden, devrimden, inkilaptan anlamayan da olmuştu o zaman. Anlayanların bazılarının bile iş 600 yıllık devlet geleneğini değiştirmeye gelince kafası karışmıştı. Ben ve deden, Atatürk’e inanıyorduk, kızım. Sorgusuz sualsiz onun yolundan gittik. Ülkemiz dört taraftan işgal edilmişken, Cumhuriyet dünyaya öyle bir meydan okumaydı ki... Düşmanların şaşkınlıktan ağzı açık kalmıştı. Cumhuriyet, bir ulusun küllerinden yeniden doğmasıydı. Cahillikle savaştı Cumhuriyet. Özgürlüktü. Sonra kadını el üstünde tutmaktı. Misal biz Kastamonu’nun bir köyünde okula gidemezken, örtünüp, şalvar giyerken, erkeklerin yanında oturamazken, Atatürk ‘Kadın erkek eşittir’ dedi. ‘Ey kahraman Türk kadını! Sen yerlerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde göklere yükselmeye layıksın.’ dedi. Oy vermek filan zaten ne haddimizeydi kızım. Cumhuriyet biz Türk kadınları için bir rüyaydı. Demokrasi kelimesini biz Cumhuriyet’le öğrendik.”
Hakimiyet-i Milliye Gazetesi (Kaynak: TRT Haber)
Cumhuriyet’e doğsam belki ud sanatçısı olurdum
Gözleri doluyor, sesi titriyor, cebinden çıkarttığı mendiliyle yaşlarını siliyor. “Allah razı olsun Ata’mızdan ve silah arkadaşlarından... Aydınlığa çıkarttılar bizi. Sanat, tiyatro, resim, heykel, müzik, spor, Cumhuriyet’le öğrendik. Ben ud çalardım gençken. Rahmetli babam evde bize okuma yazma, nota kendi imkanlarıyla öğretebildiği kadar öğretmişti. Düşünüyorum da Cumhuriyet’e doğmuş olsaydım, belki ünlü bir ud sanatçısı olurdum. Okulda çalışkan bir öğrenci olurdum, senin gibi. Çok şanslısınız çok kızım. Kıymetini bilin! Çok uğraştım, ama Latin alfabesinde okuma yazmayı öğrenemedim, Osmanlıca’da kaldım. Artık o da kusur kalsın” diyor. “Biliyorum babannee!” diye bağırıyorum oturduğum yerden, “Atatürk devrimlerini öğrendik okulda.”
Kurtuluş Savaşı’nı ya kaybetseydik
“Babaanneee” diyorum yine kalın sesimle, “Kurtuluş Savaşı’nı kaybetseydik ne yapardınız, hiç düşündün mü?”
“Ahretlik sorularına başladın yine... Rahmetli deden armatördü biliyorsun. Rusya’dan mal getirirken, İstanbul’a gizli gizli cephane ve mühimmat taşırdı. Buradan da memlekete, Kastamonu’ya gönderirdi onları. İstanbul’da çeşitli yerlerden toplanan binlerce ton silah ve cephane, güvenli olduğu için İnebolu’ya yollanır, oradan da Anadolu’ya dağıtılırdı. Deden Boğaz kıyısındaki o zamanlar tek katlı olan bu evi de “Ya kaybedersek” düşüncesiyle alıp, iki gemisini önüne bağlamıştı. Eğer Kurtuluş Savaşı’nı kaybetseydik vatansızdık kızım. Biz de dedenle birlikte Batum’a kaçacaktık. Baban orada doğacak, muhtemelen annenle hiç tanışamayacak, sizler de dünyaya gelmemiş olacaktınız.”
“Nasıl yaniii?” diyorum dehşet içindee. 9 yaşındaki kafam, dünyaya gelememe kısmını anlayamıyor.
“Aman annee! Gereksiz detaya giriyorsun.” diyor babam.
“Haydi gevezeliği bırak, okula artık!” diyor annem. “Son provanı da yaptın mı?”
“Yaptıııım anneee! İlk kez okumuyorum İstiklal Marşı’nın on kıtasını. İyice ezberledim, merak etme.” diyorum.
Babam “Dur, ben de geleceğim seninle. Fotoğraflarını çekeceğim” diyor.
“Tamam baba!” diyorum.
Kardeşim “Ben de Ayşe’yi İstiklal Marşı’nı okurken izleyeceğim, ben dee!” diye tutturuyor.
Ablam “Aman izle! Geçen gün prova yaparken, beni uykumdan uyandırdı. Ders çalıştığım için geç yatmıştım üstelik. Kızmak için salona geldim. Meğer okulda mikrofonla okuyormuş şiirini. Nasıl bir sesse! Artık ben vapurdan dinlerim. Hadi ben gittim!”
Annem beni kapıdan geçirirken, “Allah zihin açıklığı versin kızım” diyor.
Babaannem nazar değmesin diye Felak Nas suresini mırıldanıyor, yüzüme “tü tü tü” yaparak beni uğurluyor. Kardeşimle elimizde tuttuğumuz küçük Türk bayraklarını sallaya sallaya, bayraklarla süslenmiş mahallemizden geçerek, birlik ve beraberlik duygusuyla dükkanlarının önünden bize el sallayan esnafa el sallayarak, büyük bir heyecanla okula yürüyoruz. Babam arkadan fotoğraflarımızı çekiyor.
Hepimizin içindeki Atatürk ve Cumhuriyet sevgisi aynı
Okulda özenle giyinmiş öğretmenlerimiz bizi karşılıyor. Sınıfımızı bir hafta öncesinden bayraklarla, krapon kağıtlarından yaptığımız fenerlerle çoktan süslemiştik. Sınıfça hazırladığımız çelengi, Atatürk büstüne minnetle bıraktıktan sonra, bahçede tören için toplanıyoruz. Büyük bir aile gibiyiz. Öğretmenler, veliler, herkes birbirini tanıyor. Herkesin ailesi orta halli, herkesin kılık kıyafeti benzer. Ne çok zengin var ne çok fakir. Varsa da bilinmiyor. Kimsenin nereli olduğu da bilinmiyor, merak edilmiyor, önemli değil. Aynı mahallenin çocukları ve büyükleri olarak herkes müdürümüzün günün anlam ve önemine dair konuşmasını dikkatle dinliyor, sonra da hep birlikte İstiklal Marşı’nı coşkuyla söylüyoruz. Hepimizin içindeki Atatürk ve Cumhuriyet sevgisi aynı.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım!
Sonra sıra bana geliyor. İstiklal Marşı’nın 10 kıtasını şiir olarak okuyacağım. Sesimi bir şarkı söyler gibi yükselte, alçalta, önemli kelimelerin üzerine vurgu yaparak, adeta yaşarcasına okuyorum şiiri.
Sıra en sevdiğim kıta olan üçüncü kıtaya geldiğinde, “Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım. Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım! Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım. Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım” derken, kollarımı havaya kaldırıyor, ellerimle yaptığım ve bileğime taktığım kağıt zinciri, öyle bir yırtıyorum ki, bazı öğretmenlerimizin gözünden yaş geliyor. Babam yine seyircilerin arasında fotoğraflarımı çekiyor.
Son kıtada, coşkumu iyice artırıyorum. Tüm Çengelköy beni dinliyor olmalı. Ablam da vapurdan duyuyordur umarım!
“Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal! Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal. Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal: Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet; Hakkıdır, hakk'a tapan, milletimin istiklal!”
Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın
Alkışlarla, görevimi başarıyla yerine getirebilmiş olmanın gururuyla sahneden ayrılıyorum. Gözlerimi açtığımda yeniden Vancouver’daki evimde, kahvaltı masasındayım. Çocukluğumdaki gibi, kendimi görevini başarıyla yerine getirmiş gibi hissedemiyorum. Daha ziyade üzerimde yenilmişlik, başarısızlık, Ata’mıza layık olamama hissi hâkim. Ama diyorum ya bugün pozitife odaklanacağım. Çocukluk evime yaptığım şu kısa zihin ziyareti, beni mutlu etmeye yetti de arttı bile.
Vancouver’a göç ederken tüm eşyalarımla birlikte, her yıl milli bayramlarda balkonumuza astığımız Türk bayrağını da yanımda getirmiş, buradaki ilk senemizde evimizin penceresine asmaya kalkmıştım da çocuklar “Anne, delirdin herhalde!” demişti. Çocukların anlamadığı, bizim jenerasyonun içine Cumhuriyet aşkı, Atatürk sevgisi ilmek ilmek nakşedilmiş. Bu yüzden eski günleri bu kadar özlemle anıyoruz, içimizde yaşatıyoruz ve bugüne isyan ediyoruz.
Küçük Ayşe’nin sesi Çengelköy’den buralara geliyor; “Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma, sakın. Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın. Doğacaktır sana va'dettigi günler hakk'ın...Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.” Hani şu aralar hepimiz akıl sağlığımızı korumak adına tutunacak bir dal, bir umut arıyoruz ya... İstiklal Marşı, Türk milletinin bağımsızlık mücadelesinin sembolü ve ifadesidir. Milli birlik ve beraberliği simgeleyen bir şaheserdir. Her mısrası ders niteliğindedir. Gülümsüyorum. Umut hâlâ var. Belki yarın... Belki yarından da yakın... Her türlü felakete inat: “Yaşasın Cumhuriyet!”
Ayşe Acar kimdir?
Ayşe Acar 10 Ağustos 1974'de doğdu. İstanbul Teknik Üniversitesi Fizik Mühendisliği bölümünü bitirdikten sonra 1996 yılında Sabah Gazetesi'nin reklam departmanında işe başladı. Sonraki yıllarda NTV ve Vatan Gazetesi'nin reklam departmanlarında yönetici olarak çalıştı.
Kariyerini değiştirmesine yol açan olay, 2004 yılında ikizlerine hamile kalmasıyla gerçekleşti. Yazı işlerindeki arkadaşlarına hamilelik maceralarını anlatırken, kendini hafta sonu eklerinde köşe yazarı olarak buldu.
Ayşe'nin İkizleri'nin ilk yazısı Vatan Gazetesi'nde 11 Eylül 2004'de yayımlandı ve çocukları Defne ile Ege'nin ilkokula başladığı 2011 yılına kadar sürdü.
Nisan 2009'da "Anneee! Anne oluyorum!" isimli ilk kitabı yayımlandı. Bu süre zarfında Vatan Gazetesi'nin hafta sonu eklerinde spor, sanat, siyaset, iş, moda dünyasının etkili isimleriyle röportajlar yaptı.
Ayşe 2017'de, ikizleri ve dört ayaklı çocuğu Mişka ile Kanada'nın Vancouver şehrine göçtü. Kanada'nın iklimine, kültürüne ve farklı bir dilde yaşamaya alışırken ortaya göç sürecinde yaşadığı zorlukları ve düştüğü gülünç durumları esprili bir dille anlattığı ikinci kitabı "Kanadalılaştıramadıklarımızdan mısınız?" (2019-Kara Karga Yayınları) çıktı.
2019 yılında T24'te Göç Hikâyeleri köşesini yazmaya başladı. Yeniden başlamanın gücünü anlattığı ve Kanada'da yaşam ile ilgili ipuçları verdiği yazıları, birçok yeni göçmen için rehber niteliğinde oldu.
Ayşe Acar aynı zamanda Oksijen Gazetesi için yurt dışında yaşayan başarılı göçmenlerle röportajlar yapıyor ve Vancouver'da çok dilli kampanyalar yürüten bir reklam ajansında müşteri ilişkilerini yönetiyor.
|