12 Nisan 2020

Ölüm hangi boşluğu doldurur?

'Doğada insandan başka her şey yanındaki için yaşar.' Ağaç meyvesini yiyemez değil mi? Nehir suyunu içemez.
 Yanımızdaki için yaşamaktan vazgeçtiğimiz anda bütünlüğü bozarız. Yani yanındaki için yoksan yoksun aslında…

'Artık yalnızca sese sığınıyoruz
Işıklı geceye.
Kime gideceğiz,
Hangi sözle anlatacağız acıyı,
Hangi dilde bağışlanmayı dileyeceğiz?
Bize saf bir başlangıç gerekli
Kelimelerin gün doğumunda
Ruha bağlandığı bir başlangıç.
Bize bir yuvanın şefkati gerekli,
Kıyısından geçerken bacası tüten bir ev ki
Affetmenin toprağında
Sığınılacak bir yurt zannedip
Susalım
Susalım…'*

Çepersiz, küçük bir virüs evlerimize dönmek zorunda bıraktı bizi. Ne dönüş ama!

Bu kadar zayıf ve çaresiz olduğumuzu uzun zamandır hiçbir güç hissettirmemişti bize.

Şimdi karşımıza hakikatli terbiyecimiz ölüm dikilmiş; son 300 yılda kurup büyüttüğünüz sistemi kilitliyorum diyor.

Düşünmek için hepimizin çok vakti var. Hayattan biriktirdiklerimizin ne kadarı bundan sonra hayatta kalmamıza ve daha da önemlisi insan kalmamıza yeterli olacak?

Virüs hiçbirimize kaçacak yer bırakmayarak, evinizle aranıza koyduğunuz mesafe kendinizle aranıza koyduğunuz mesafedir diyor adeta.

Bu imajlar çağında her yere giderken, kendimize bir türlü uğramayışımızın boşluğunu gösteriyor. Aborjin hikâyesindeki gibi tıpkı, evet çok hızlı gittik ve ruhlarımız geride kaldı.

Elbette dönüp bakacağımız yer yine o kadim bilgi. Nerde yanlış yaptık, kalbimizle düşüneceğiz bu defa. Kalbimizle anlamaya çalışacağız.

Salgın, uzaklaştığımız değerlere dönüp bakmamız için bir şans belki de. Çünkü bundan sonra ne yapacaksak o değerlerle yapacağız. Çöküşün önündeki tek engel o gerçek bakış çünkü. Eski hızımızla gitseydik, hayatta kalsak da ruhları geride kalmış yaşayan ölüler hâline gelmeyecek miydik?

Virüsün bize yaşattığı tam da budur, kavuşulacak, hırslarımızı harekete geçirecek hiçbir şeyin kalmadığı bir duruma kilitledi bizi. Sahip olunacak hiçbir şey bırakmadan, 'elinizde ne varsa o'sunuz' diyerek.

Bundan böyle elinizde kalanla ya kendinizi kandırmaya devam edecek yahut bir 'gerçeklik' geliştirip içinizdeki ölümcül hırsı, yetinmeme duygusunu yok edeceksiniz diyor. Şimdi sığındığımız dört duvar arasında her ne isek o olarak yaşamayı öğreniyoruz. Darmadağın zihinlerimizi zorlayıp 'sahih ve asıl' olanı anlamaya çabalıyoruz.

Bu muhasebeyi ömrünce yapmamış en muktedirler bile aslolanın madde ve erk değil 'başka değerler' olduğunu terennüm ettiğine göre.

Doğa küçücük bir virüsle son üç asırda kurulan sistemi durdurarak, yarattığınız her şey 'çöp' diyor. Kurduğunuz saltanatlar dahil! (Bu bir metafor da değil üstelik, Prens Charles bile yakalandığına göre).

Gerçeğin yanında doğru bir hiçtir!

Virüsün gücü belirgin olmayışında, ele avuca sığmayışında, hava gibi her yere yayılışında.

Dünyanın bildiği, geliştirdiği kontrolü ve gücü alt etmesi bundan.

'Form' değil 'öz' diyen bir hakikat sınavındayız sanki.

Yüzümüze tutulan bu hakikat aynasında her şey o kadar çıplak ki. Mazeretsiz kalmış insanoğlunun sığınacağı doğrular da yok artık.

Çünkü gerçeğin yanında doğru bir hiçtir!

Ateşin, aşın, aşkın yalınlığından kaçmış insanın inşa ettiği bağımlılık zirveleri tarumar olurken nereye tutunacağımızı bilemez hâlde, olanları izliyoruz.

Ama bir yandan da, belki de hâlâ umut var diyoruz; öz'e, an'a uzak kalmış olmanın hüznünü en sahte olanlar bile hissettiğine göre şu günlerde.

Corona salgınının Kuzey Avrupa'ya yayıldığı ilk günlerde Londra'daydım. İngilizce'de yayımlanan kitabımın tanıtımı için planlanan programlar salgın sebebiyle iptal edilince apar topar dönmek zorunda kaldım. İngiltere uçuşlarının yasaklanmasından 2 gün önce İstanbul'a dönecek olan uçağın beklediği boş havaalanını; maskeli insanların yarattığı bilim kurgu atmosferini, varoluş zeminini yitirmiş yeryüzünün son yolcuları duygusuyla peronlarına giden insanların ruh hâllerini, korkularını izleyerek geçtim. Salgın kaygısıyla uçaktaki herkes gibi koltuğuma gömülmüş kitap okumaya çalışırken, insan beyninin çaresiz kaldığında, ölüm korkusuyla kendini nasıl da şifalandırabildiğini gördüm. Öyle ki, 3,5 saat süren yolculuk boyunca uçakta tek bir öksürük sesi duymadım keza tek bir hapşırık da.

Ve bir kez daha gördüm ki insanı ölüm dışında terbiye edebilen hiçbir güç yok. Kaybetmeyi bilmeyen insan ancak ölüm gerçeği kapısını çaldığında 'asıl' olanı fark ediyor.

İnsanda vicdan duygusunun ancak ölüm bilgisi ile derinleşmesi başka nasıl açıklanır ki? Vicdanlarımız ölüm gerçeğiyle yüz yüze geldiğimizde ancak yükselebiliyor. Yaşadığımız sistemin ölümü sürekli hayatın uzağına itmesi, ölüm yokmuş gibi yapmasının altında yatan sebeplerden biri de budur. Hayatı hiç bitmeyecekmiş gibi yaşayan biri, vicdanı gelişmemiş, empatiden mahrum bencil bir özne olarak tüketim çarkını döndüren dişlilerden biri hâline gelir.

Peki şu an hepimiz doğanın gücüne ölüm korkusundan yakalanmış hâldeyken, bundan daha fazla ne anlamamız gerekiyor?


Desen: Selçuk Demirel

Evlerimizden ateşi kovmak sebeplerden biri olabilir mi? 

Öyle görünüyor ki, bu büyük felakette hepimizin gerçeği gizli. Soruları tam da bu anda sormamız gerekir.

Benim en fazla merak ettiğim şu; 300 yılda çöküşün eşiğine bir virüsle gelen bu sistemin bize hatırlattığı tek gerçeği tıp mı söyleyecek?

Bin yıllardır güçlü ol, hakim ol, en güçlü sen ol bilgisini aktarıyoruz ve gördük ki aktarmamız gereken şey bu değil. Doğadaki en zayıf canlılardan olmamız, korkumuzun kaynağında güvenlik arayışımızın olması en anlaşılır mazeretlerden. Daha derindeki sebepleri sırlayan psikiyatri bilimi, ilk günahın suçluluk duygusuyla ölüm korkumuzun bağından, Habil Kabil hikâyesine insan ruhunun mahzenlerini kaz kaz bitiremiyor.

İşte tam da burada, tüm insanlığı çaresizlikte eşitleyen bu felaketin ışığında, ilk günahı takip eden yanlışları nerde yaptığımızı samimiyetle sormak gerekiyor. Mesela hafızamızı zorlayıp gerilere gidersek, evlerimizden ateşi kovmak sebeplerden biri olabilir mi?

Ateşin, aşın, aşkın yalınlığını bırakıp daha karmaşık görünene yönelen arzuyu beslemek keza?

Hâlbuki ana rahminden sonra insana ait olan tek gerçek yer ateşi yanan, bacası tüten bir evken, bundan uzak kalmayı gelişme sayarak; doğaya yabancılaşmış yaşayan ölülere döndük.

Şimdi kapanmak zorunda kaldığımız apartmanlarda kaybettiğimiz 'doğal'a dönme hayalini mırıldanmaktayız. Yuvanın, ateşin sıcaklığına, ocağın bereketine, yani dönülmesi gereken yere. Çünkü bir öz gelişecekse o kök üzerinden filizlenecek.

Bunu 8 milyar insan için yapmanın zorluğunu hatırlatanlara da verecek bir cevabımız olabilmeli; her gün güçlenip, sivrildiğini zannederek, hızla özünden uzaklaşan zihnin mahzenlerinden başlayabiliriz mesela! O mahzenlerde biriken boşluk, yetinmeme hastalığını güç ve iddia sahibi olmanın mazereti olarak sundu hep. Aşık olup peşinden koştuğu birini, ona sahip olur olmaz unutmakta sakınca görmeyen insanın doyumsuzluğunu düşünün.

Oysa, yalnızca hiçbir şeyi olmayan birinin aşkı değişmez!

Yani belki de bütün mesele, bir bölme işleminden 'elde kalanınız'ın olup olmadığıdır!

Bir bölme işleminden elde kalanınız yoksa huzur sizi bulacaktır. Aksi hâlde huzur yoktur.

Bunun en güzel örneğini bize sanat verir. Sanatla aklın ürünü olan matematiği kıyasladığımızda hakikatli olana kolaylıkla varabiliriz. Matematik istese de 1'i üçe bölemiyor. Matematik kendi mantığı içinde 1'i üçe ya da olması gereken her ne ise o ölçüye bölemezken, müzik bölebilir. Çünkü müzik peri dili.

Orada, sanatı var eden duygu durumunda alışveriş, hesap yok. Yani 1 denilen şey 3'e bölünürken kendisinden verilebilecek her şeyi vererek adil oluyor. Hep an'da ve adaleti de an'da olmasından geliyor. Kendinin merkezinde ve de 'aşkın' çünkü. Tanrı fikri de zaten buna yakın bir şeydir!

Orada 'bir şeyin olmasıyla olmaması' arasındaki fark kalkar. Her iki durumda da tamdır. Bölündüğünde de bölünmediğinde de. Çünkü her gerçeğin parçası yeni bir tam'lıktır. Her birimizin bir yıldız tozu olması gibi.

Yanındaki için yoksan yoksun aslında

Tüm bunlar bizi kaçınılmaz olarak kadim olana götürüyor; bir Amerikan yerli yazıtında söylenenlere. 'Doğada insandan başka her şey yanındaki için yaşar' bilgisine. Ağaç meyvesini yiyemez değil mi? Nehir suyunu içemez. Yanımızdaki için yaşamaktan vazgeçtiğimiz anda bütünlüğü bozarız. Bu kaçınılmaz.

Yani yanındaki için yoksan yoksun aslında.

Elbette bu bozulmanın en derindeki sebebi 'yalan'! İnsan ihtiyacı olmadığı durumlarda bile yalan söyleyerek hayatta kalabileceğini zanneden tek canlı. İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli özelliği hayati bir riski olmasa da yalana sığınmasıdır.

Siz hiç bir ağacın bu türden bir yalan söylediğini gördünüz mü, havanın, toprağın, kuşun yalan söylediğini?

İşte bu gerçeği, insanın yalan zaafını, içinde yaşadığımız sistemi yaratan ve kontrol edenler çok iyi bilirler. Yalanı en iyi söyleyip, en iyi kontrol edenler onlardır. Sistemin sahipleri, kimin güç ve menfaat için yalan söylediğini iyi görürler. Buna müsaade eder ve bu yolla her şeyi kontrol ederler. Çünkü bir yalanı dinleyen muktedir o yalandan menfaat üretmeyi de bilir. Bu zincir böylece herkese ulaşır ve tüm hayatı belirler.

Dünya bu döngüden atılmış 'hakikatli' insanlarla dolu olsa da sonuç değişmez. Kim bilir belki de, meczuptan dahiye işlevsiz bırakılmış o temiz insanların yüzü suyu hürmetine döndü dünya bu güne kadar. Keşke bilebilsek.

Sözün özü; Doğa boşluk kaldırmayacağı için hakikatin boşaldığı yere yalan girerken, aşkın boşaldığı yere de ölüm giriyor. Bu kaçınılmaz bir sonuç.

Yani doğa sevgisizliğin yerini, hak ettiği şeyle, ölümle dolduruyor. Üstelik bu ölüm bildiğimiz türden fiziki bir ölüm olmak zorunda da değil, içimizi, özümüzü boşaltıp bizi yaşayan ölüler hâline getiriyor. Yaşanan budur.

Doğa bir kez daha büyük kuralını devreye sokarak bize bir gerçeği fısıldıyor; ölümü yakınlaştırarak insanı geriye itip, kendine alan açıyor. Aşkın olmadığı her yeri ölümle doldururum diyor!

'Wa çawen za, wa desten şa...'

Pekâlâ bu karanlık hikâyeden hiç mi çıkış yok? Yaşamla ilişkimizi doğadan öğrendiğimiz dengeyle yeniden kurabilirsek elbette var.

Güce yüklediğimiz anlamı yeniden düşünürsek, güçlü olmaya çalışırken aslında zayıflığı ürettiğimizi görebilirsek.

Çünkü insan zannedildiği kadar zayıf değil. Bilakis çok güçlü olduğu bir yer var ve o yeri artık görmek zorundayız; o da gerçek bir teslim oluş.

Teslim oluş derken şunu kastediyorum, aşk ile yekvücut olduğun bir şeyde yok olup erime hâli. Bu erime olmadan gerçek bir varoluştan bahsedemeyiz.

Ancak başka bir şeye vararak, kendimizi bir başka hâlde bularak var olabiliriz. Ki bu an'dır. Eski tabirle hâl'dir.

Çünkü, insan ancak ilişkide olduğu şeyle tanımlanabilir. İlişkideki ölçümüz kâinat değil, madde ise, hâl değil erk ise mevzu hep eksik kalır. Yani kâinatın aynası ruhlarımızda parlamıyorsa eksiğiz. Benim her defasında bir portakal ağacına, çiçeklerini açmış bir nar ağacına bakıp ağlamam bundandır.

Doğaya ait olduğumuzu, özümüzün ışık olduğunu hatırlayarak gerçeğimize yaklaşabiliriz.

Ve buradan sahip olduğumuz özün rahmi olan evi yeniden kurgulayabiliriz. O zaman yuvaya; ateşi, aşkı, aşı en yalın hâliyle davet etmemiz ve oraya sığabilmemiz mümkün olur.

Çünkü, ölümlü bedenlere hapsolmuş canlılar olarak varoluşumuza bir anlam bulamazsak dünya da kaynakları da bize yetmeyecek.

Bunun tek çaresi ise ilişkide olduğumuz şeyle gerçek olmamız! O zaman ölüm de gelse başka türlü karşılarız. 

Zihnim bu düşüncelerle yorgunken 84 yaşındaki annemi aradığımda bana, 'Kızım bütün bunlar geçecek ve biz yeniden kutsallarımızın huzuruna gideceğiz, kurumuş gözler ve neşeli ellerle' dedi. 'Wa çawen za, wa desten şa...'

Sözünü ettiğim teslim olma, saf inanç tam da bu.

Değil mi ki hakikat değişmez olandır. İnsanın hakikati de değişmez. Ve o hakikatin zemini ilelebet aşktır, kendine olduğu kadar bir 'başka'ya inanmak, onda erimek, o olmaktır.

Annem ve onun kuşağı, kutsalları doğadan alan, doğa ile barışını hiç bozmamış gerçek insanlardı. Biz de onların gerçek çocukları olarak kâinattaki varlığımızın anlamını yeniden üretmek, bilince çıkarmak ve her zerremizde yeniden hissetmek için birbirimize daha çok sarılacak, daha insan olacağız. İyi ki başka çaremiz yok!

İyi ki…


* 'İki rüyada büyümek', Bejan Matur, Son Dağ, Everest Yayınları.

"
"