Yenidoğan çetesi ve ölen bebekler haberiyle irkildik. Acımasızlığın, para için göze alınanların boyutu tüm toplumu paralize etti. Suçların içeriğine bakınca suçluların cüretkarlığının boyutuna şaşırmamak mümkün değil.
Doğal olarak bu türden her suç haberinden, suçlu görüntülerinden sonra toplumdaki ahlaki çöküntü söylemleri öne çıkıyor. Medyanın manşet dilinde sapıklık, vicdansızlık, cinnet, psikolojik bunalım gibi kelimeler kullanılıyor.
Elbette meselenin kişisel bir tarafı var, bu kelimelerin suçluları teşhir ederken kullanımı kolay. Ama böylesi bir suçu yalnızca kişisel açıklamalarla anlayabilir, açıklayabilir miyiz?
İnsan zihni biyolojik kökenleri ve binlerce yılın yaşanmışlıkları nedeniyle hayatta kalma ve hayatını sürdürme güdüsüyle hareket ediyor. Hayatta kalma dürtüsüyle diğerlerini yok ederek beslenmek ve hayatını sürdürme güdüsüyle üremek gibi ilkel güçler DNA’larımızda ve ruhumuzda var. Ahlaki normlar, inançlar, medeniyet, adalet bu ilkel güçlerin değil ortak toplumsal yaşamın kuralları için oluşmuş.
Her insanın içinde, şahsiyetinde iyilik ve kötülük var. Hangi yönümüzün öne çıkacağını belirleyen, hayatla, toplumla, diğer bireylerle ilişkilerimiz. Dünyanın her yerinde, her bir toplumda ve en küçük kültürel kimlik kümesinde de iyiler ve kötüler var.
Kötülüğün ve kötülerin baskın olmasını engelleyen mekanizma öncelikle hukuk ve yasalar. Suçu ve kötülüğü engelleyen, adına hukuk ve adalet sistemi dediğimiz kurumlar, kurallar. Bunlar varsa toplumsal ahlakın, bireysel ahlaki değerlerin anlamı var. Hukukun ve adalet sisteminin çalışmadığı, suçun önlenmesi ve cezalandırılması mekanizmalarının olmadığı yerde meseleyi yalnızca toplumsal ahlaka ve bireysel psikolojik zaaflara bağlamak doğru değil. Hele bir toplumun etnik veya inanç aidiyetlerine, değerlerine bağlamak ve tüm yaşanan çöküntüyü buradan açıklamak hiç doğru değil.
Yaşadıklarımıza bakınca, toplumsal bir çöküntü içinde olduğumuz, hukukun üstünlüğüne inancın kalmadığı, ortak yaşama iradesinin her geçen gün daha da zayıfladığı, başta devlet olmak üzere tüm kurumlara güvenin hiç olmadığı kadar gerilediği bir dönemden geçtiğimizi görüyoruz. Bireylerin ve hanelerin savunma stratejileri yalnızca hayatlarını sürdürebilmek, bir bakıma canlı kalmak.
Hanenin savunma stratejisini oluşturan dört unsur da ekonomik tufan ve enflasyon, işsizlik gibi nedenlerle çökmüş durumda.
Eğitim, eğitimde fırsat eşitliği, bu iktidarın bile isteye yaptıklarıyla insanlar için neredeyse anlamını yitirdi. Bir zamanlar “Ceketimi satar çocuğumu okuturum” diyen babalardan “Okuyacak da ne olacak” diyen babalara geldik. Okullarda, kayıtdışı kurslarda, bazı dini cemaatlerin kurslarında neler oluyor, nasıl diplomalar veriliyor, akran zorbalığından çocuk tacizine neler yaşanıyor bilmiyoruz.
Sağlık sistemindeki kepazelik boyutundaki savrulmayı yenidoğan çetesi vesilesiyle gördük. Daha huzurevlerinde, diyaliz merkezlerinde, ameliyathanelerde, tanı merkezlerinde benzer neler yaşanmakta olduğunu da göreceğiz muhtemelen.
Güvenlik meselemiz sokak çetelerine ve uluslararası mafyaya, konut meselemiz müteahhitlere bırakıldı. Kentsel dönüşüm gerekçesiyle yapılan binaların, sitelerin, kulelerin gerçekten bilime uygun, depreme dayanıklı yapılıp yapılmadıklarını ilk depremde anlayacağız.
Toplumsal yaşamı düzenleyen adalet sistemini, hukukun, mahkemelerin ne halde olduğunu da her yeni olayda görüyoruz.
Düzende tektonik çöküş ve deprem yaşıyoruz
Devletin omurgası kırılmış gibi adeta. Hiçbir sistem çalışmıyor ya da çalışır gibi yapıyor. Yenidoğan çetesi haberleri medyayı meşgul ederken, bir başka haber düştü önümüze. Devletin bazı resmi görevlilerinin büyükelçiliğin kırmızı plakalı aracıyla kokain nakliyatı yaptığını öğrendik. Olayda daha da büyük bir skandal yaşanmış, kırmızı plaka ile getirilen iki valiz kokaini teslim alan kişi suçüstü yapılmış olmasına rağmen mahkeme tarafından tahliye edilmişti. Birkaç hafta önce de havaalanı VIP kapısını kullanarak yurtdışından kaçak altın getiren, aralarında bakan yardımcısının da olduğu söylenen resmi görevliler haberleriyle meşguldük. İhale yolsuzluklarından partizan uygulamalara dek tüm sistem irili, ufaklı keyfiliklere kalmış durumda.
Kurumların ve kuralların kalmadığı, bireylerin savunma stratejilerinin çöktüğü koşullarda bireysel ve toplumsal kötülük öne çıkıyor ne yazık ki. Üstelik bu kez bireysel kötülüklerden daha çok örgütlü kötülükle karşı karşıyayız.
Yalnızca biz de değil, bölge hatta tüm gezegen deprem yaşıyor. Deprem fırtınası içindeyiz adeta.
Nerede bu devlet?
Temmuz ayındaki bir yazımda şöyle yazmışım: “Soru şu, devlet ne için var? … Devlet kimilerince en üstün değerdir ve başlı başına bir amaçtır. Kimilerine göre ise devlet bir amaç değil, araçtır. Devlet denen araçla toplum düzenini güvence altına almak amaçlanmaktadır. Bir başka yaklaşım da devletin olmaması gerektiğini, devletsiz bir toplumun mümkün ve doğru olduğunu savunur.
Devlet hem soyut hem de somut bir varlık. Kurumları, kuralları, bürokratları ile her gün hayatın her alanında yüz yüze geldiğimiz somut bir varlık. Diğer yandan ülkeyi, toplumu bir arada tutan zihinlerimizde var olan soyut bir varlık.”
Bugün teorik tartışmalardan öte bir gerçek var karşımızda. Hala bir ortak kaderi paylaşabilmek, toplumsal düzeni sürdürebilmek, karşı karşıya olunan meseleleri, riskleri, fırsatları yönetebilmek için insanlığın geliştirebildiği devlet dışında etkin bir mekanizma henüz yok. Meseleler, krizler her geçen gün daha da fazla küreselleşiyor, karmaşıklaşıyor fakat henüz etkin bir küresel otorite, kurum, kurallar olamadığı için devletlere ihtiyaç da artıyor. O zaman bu krizler yumağından çıkabilmek için devleti yeniden düşünmek, tartışmak, tanımlamak, kurgulamak durumundayız.
Günümüzde devletin temel organ ve fonksiyonları yasama, yürütme ve yargı. Monarşiler, krallar, padişahlar sonrası sanayi toplumunun ulaştığı “ulus devlet” modeli esas itibarıyla bu üç fonksiyon ve yapılanmanın birbirleriyle dengesi ve birbirlerini denetlemesi üzerine kurulu. Bugün gündelik hayatımızda karşılaştığımız en küçükten en büyüğe tüm meselelerimiz gösteriyor ki üç fonksiyonu yerine getirmek için kurulmuş tüm mekanizmalarda büyük sorunlarımız var. Güçler ayrılığını değil fiilen tekliğini yaşıyoruz 2017 anayasa değişikliğinden beridir…
Sorunların büyük bir kısmı da devletin fonksiyonları, görevleri, sorumluluğu olması gereken alanların tümüyle devlet dışı aktör ve aygıtlara bırakılmasından kaynaklanıyor. Örneğin bugün sosyal devletten bahsedebilmek mümkün değil. Sosyal devlet ihtiyaç sahiplerine ulusal ve yerel iktidarlardan nakit desteğe indirgenmiş, eğitim ve sağlık özel sektöre, iç güvenlik ya da güvensizlik suç örgütlerine, ulusal ve yerel çetelere bırakılmış durumda. Sosyal adaletten, eğitimde, sağlıkta, istihdamda fırsat eşitliğinden söz edebilmek mümkün değil.
O zaman tekrar soralım “Nerede bu devlet?” Devlet aygıtı ve kumanda eden iktidar mahkemeleri ve maliyesiyle, kontrol ettiği medyasıyla siyasi muhaliflerin peşinde koşarken asıl işlevini, sorumluluğunu unutmuş görünüyor. Halbuki tüm yaşananların bizatihi sorumlusu bu iktidar.
Geldiğimiz yer düzende ve iktidarı oluşturan zihni koalisyonda tektonik çöküş bir bakıma. Yani içe doğru göçük. Çünkü henüz muhalefet siyasi düzende gidişata müdahale edebilecek siyasi manevraları geliştirebilecek, gündemi belirleyecek bir ana unsur olamıyor. Öte yandan hayat da bu düzeni zorluyor. Düzen kendi belirleyici aktörleri arasında henüz detaylarını, derinliğini bilemiyor olduğumuz dinamikler ve gerilimlerle içeriye doğru çöküyor gibi görünüyor.
Her zaman umut var, bu krizden çıkış için de…
T24’te ilham verici bir röportajını okuduğumuz Prof. Dr. Hartmut Rosa şöyle bir tespitte bulunuyor: “Uygarlık tarihi bize gösteriyor ki değişim daima mümkün olmuştur. Ve değişim bazen birdenbire ortaya çıkar. Soğuk Savaş’ın nasıl da birdenbire sona erdiğini hatırlayalım. 1988’de bana sorsanız Almanya’nın asla birleşmeyeceğine yemin ederdim. Ama birkaç ay içinde Sovyet sistemi çöktü. Değişimin mümkün olduğunu anlatan en çarpıcı siyasi örneklerden biridir.
… Ekolojik kriz bir canavar, aslında ekonomik piyasalar da bir canavar. Tükenmişlik sendromu da koronavirüs de birer canavar. İnsanlık bunları hayatı kontrol etmeye çalışırken yarattı ve bütün bunlar nedeniyle insanlar son derece savunmasız hayatlar yaşamaya başladılar. Hayatlarımız dengesiz, istikrarsız, giderek de daha çok öyle oluyor. Düşünsenize şu an, yeni bir nükleer bir savaş bile olası hale geldi. Bu olasılık yaşam biçimlerimizin çökmesine neden olur. Yaşam biçimlerimizin yıkılması çok da zor değil. Ve tarihsel olarak bakarsanız, gerçekleşmesi en muhtemel şey de budur. En belirleyici soru ise şudur; bu konuda herhangi bir siyasi etkimiz olacak mı olmayacak mı? Değişim bir tasarım sonucunda mı yoksa bir felaket sonucunda mı gelecek?
… Kabul etmeliyim ki şu anda değişime tasarımdan ziyade felaket yoluyla gidiyormuşuz gibi görünüyor. Evet, kulağa pek hoş gelmediğini biliyorum. Ve depresyona girme hakkımız var.
… İnsanlık olarak bunun üstesinden gelebilecek güce sahip olabileceğimizi umuyorum. Ama şurası kesin; bunu bireysel olarak yapamayız.
… Hiçbir şey sonsuza kadar var olmadı, dünyanın her yerinde olduğu gibi; bu Türkiye için de geçerli. İkincisi, değişim gerçekte hiçbir zaman öngörülmemiştir. Özellikle büyük değişiklikler her zaman biz fark etmeden gerçekleşmiştir. Üçüncüsü de modernite bize daima değişim için gerekli araçları vermiştir. Bugün internete bile bir şeyleri gerçekten değiştirmeyi çok daha kolay hale getiren bir araç olarak bakmamız lazım. Biz insanlar, doğamız gereği rezonans yapan varlıklarız. Ve rezonans, Hannah Arendt’in dediği gibi, insana yeniden başlama ve hayatı değiştirme kapasitesi verir. Bu, dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de bir realitedir.”
Bekir Ağırdır'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı.