Tanıl Bora'yı hayatımda bir kere gördüm: Bağış Erten'in Kadir Has Üniversitesi'nde düzenlediği Spor İletişimi programında. Ders veriyordu. Hiç unutmuyorum, gol sevinçlerinden bahsetmişti. Gol atan futbolcu nasıl sevinir? Formasının arkasındaki ismini tribünlere işaret ederek mi? Arkadaşlarıyla mı? Antrenörüyle mi? Mesaj vererek mi? Tribünlerle mi?
O güne kadar hiç düşünmediğim bir yerden bakıyordu. Kârhanede Romantizm ile Futbol ve Kültürü'nü o dersten sonra aldım. Nasıl unutabilirim, Can Kozanoğlu'nun "Gençler deplase olunuz!" adlı tahrik eden yazısından sonra dört arkadaş soluğu Bursa'da almıştık. Biz de deplase olduk. Okçu Guiza'nın gol attığını başka zaman görmek mümkün olmazdı. İyi ki de deplase olmuşuz. Bir süre, rakip takım tribünlerinden kombinemiz vardı adeta. Sami Yen'deki son, Telekom'daki ilk maç… Kabataş'tan yürürken Dolmabahçe'ye set üstünden şişeler yağardı. Arkadaşlarım bilmez ama bizi deplase eden Can Kozanoğlu'ndan önce Tanıl Bora'ydı.
Ama Tanıl Bora için "futbol yazarı" demek büyük haksızlık olur. Gerçi, matrak bir olay, Tanıl Bora bence futbol yazarlarının en iyisi… Tanıl Bora'nın el attığı başka yerleri de ışıldattığını söylemezsek eksik kalır. Müthiş bir çevirmen, olağanüstü bir araştırmacı, ülkenin en önde gelen sağ siyaset ve milliyetçilik uzmanlarından biri, siyaset bilimci, dergici, editör, yayıncı… Yayın kurulunda yer aldığı dergileri akademi içinde bile referans kabul edilecek seviyeye taşıyor, bu esnada Kafka ya da Marx'ı mükemmelen aktarırken Türkçeye, nasıl oluyorsa oluyor ve futboldan da kopamıyor!
K24'ün son dönemlerdeki en büyük "müjdesi" bence Tanıl Bora'nın futbol yazıları oldu. Tiryakilik yaratan bu yazıların hepsinde bambaşka bir yerden yaklaşıyor meseleye, müthiş birikim, kusursuz bir dil. Belarus Ligi'ni anlattığı yazısı geliyor aklıma önce, takım adlarından yaptığı çıkarsamalar, sonra Belarus'tan devam eden diğer liglere sıçrayışı: Nikaragua, Burundi, Tacikistan, Türkmenistan…
Dünya futbolunun ücrasındayken kendince kıymete binen bu liglerden Nikaragua'nın "Primera Division" adlı üst liginin "biyotopuna" eğilelim biraz… 10 takımlı ligde 44 yabancı oynuyor, -biri Kübalı, biri ABD'li olmak üzere- 42'si Amerika tüm-kıtasından, biri İtalyan, biri İspanyol. (…)
Başka futbol biyotoplarına tecessüs duyan, pul koleksiyonuna bakar gibi puan tablolarının, takım adlarıyla armalarının seyrine dalan, zemin seviyesinden kameraya alınan bezgin bir maçın oynak görüntüsüne dalıp giden temiz futbolsever ilgisini (bazı bahisçide bile bulaşığı olabilir), dünya merakının bir tezahürü sayamaz mıyız? Veya, en berbat şartlar altında bile gönlünü hoş tutma gayretinin bir tezahürü? ("Corona'ya rağmen son lig... Ve Real Madriz, Kara Kartal... Ve Yokari Lig" başlıklı yazıdan)
Armaların seyrine dalmayı pul koleksiyonuna ve "dünya merakının bir tezahürü"ne benzetmek ancak Tanıl Bora'nın futbol yazılarında ulaşabileceğimiz bir seviye. Belki atlaslardaki bayrakları da -yoksa artık WhatsApp'taki bayraklar mı demem lazım?- birlikte düşünebiliriz takımların armalarıyla.
İlk yazısında ise bir spor tarihçisi kisvesine bürünmüş ve bizi İspanyol nezlesinin geçtiği günlere götürmüştü. O günün emekçi futbolcularından bugünün "esirgenen" yıldızlarına endüstriyel futbolu tartıştığı yazısını şöyle bitiriyordu:
Bütün endüstriler gibi, "endüstriyel futbol"un da buhran geçireceği açık. Paraların düşeceği açık. Şımarıkça şişmiş bütçeler makule inerse, bunu insanlık namına bir kazanım sayarım, doğrusu. Ama bu sırada oligarşik kulüplerin öyle böyle ayakta kalıp, onların asalak saydığı "küçük" kulüplerin perişan olması tehlikesi de doğabilir. (…)
Meraklısı, âşığı yine mutlu olmayı bilecektir. 1918/1919'un İsviçre'sindeki gibi, kıtlık ve salgın koşullarında bisikletle, taban teperek patates tarlasına dönmüş sahalarda "maç etmeye" koşturtan tutku, insandan kolay kolay çıkmaz. Homo ludens'iz neticede, oyun oynayan hayvan... Bu salgının öğretmesini umduğumuz gibi, hayatta, dünyada, insan için gerçekten neyin önemli olduğuna dair bir uyanışa katkıda bulunacaksa, tutkuyu süslü ambalajından çıkartıp "saf" haline yaklaştırmaya yarasın. Dünyanın en eski futbol kulüplerinden, 1867 doğumlu (bugün İskoç 4. liginde) Queens Park FC Glasgow'un amblemindeki şiârla: Ludere causa ludendi – Oyun uğruna oyun, oynamak için oynamak.
Yazının sonu bir şeyi fark etmemizi sağlıyor: Günümüzün en büyük tutkularından futbolun geçmişi hepi topu yüz elli sene. O kısacık sürede, okul bahçelerinde ya da sokaklarda portatif kaleleriyle "maç eden" gençlerden büyük stadyumları dolduran milyonlara, deplase olmak için kilometrelerce yolu giden taraftarlara çok şey değişti. Gerçi bu tam bir değişim değil, maç hâlâ "ediliyor", ama "yapanların" ve "ekran başında izleyenlerin" oranı git git artıyor.
Tanıl Bora, son yazısındaysa -"SessizLig"- taraftarsız oynanan maçları ele aldı. Futbol, seyircisiz hiçbir şeye benzemiyor diyemem ama ham bir erik gibi hiç tat vermiyor. Bizim ülkede seyircisiz maç kültürü hayli gelişkin. Bir ara, "seyircisiz" demek "erkek giremez" manasına geliyordu. Aziz Yıldırım'a destek verme amacı da taşıyan o unutulmaz maçta elli bin kadın ve çocuk Kadıköy'e çıkarma yapıp Fenerbahçe stadını hınca hınç doldurmuştu. Sonra, bundan da vazgeçildi.
Tanıl Bora, bu yazısında bizi ekran başına oturtuyor. Televizyonda maç açık.
Açık ki, taraftarsız-seyircisiz futbol, tatsız. Sanal taraftar sesi "uygulamaları" falan, zevksizliği sakalete vardırıyor. Tuşlara basarak istediği pozisyona alkış, ıslık, yuh, sevinç tezahüratı falan ekleme "app"leri bile geliştirdiler. Bana sorarsanız, temaşa zevkini mutlak sessizlikten bile daha fazla düşüren "uygulamalar" bunlar. Komedi dizilerindeki kahkaha efektlerine benziyor (Süreyya Evren'in tespiti bu). Seyircisiz maçlar, sadece atmosferi bozduğu için değil (bu da futbolun iklim krizi!), taraftarları futbolun "bileşeni" olmaktan bir kademe daha uzaklaştırdığı için de tatsız.
İlk cümleye sonuna kadar katılıyorum ama ikincisinde yollarımız bir miktar ayrılıyor. Bir maçı televizyondan izlemekle statta izlemek çok farklı -burada, bir başka büyük spor yazarı olan ve benim gene aynı programda tanıdığım Ümit Kıvanç'ın Kesin Ofsayt kitabını hatırlatayım. Şimdi, bir maçı izlerken televizyonda alışageldiğimiz bir "homurtu" vardır, bunu hep duyarız ama kesilene kadar fark etmeyiz. Değeri, yokluğunda anlaşılır. Futbolun endüstrileşmesi bence bu homurtunun varlığıdır. O homurtunun içerdiği her şey endüstrileşen futboldur, çıkardığınızda "maç eden" insanlar kalır. Kanallar da insanların bu "homurtuyu" ekleyebileceği çeşitli düzenlemeler yaptılar. Böylece, şayet isterseniz, maçı sahte bir taraftar efektiyle dinleyip kendinizi kandırabiliyorsunuz. Tanıl Bora, bunu "zevksizliği sakalete" vardırmakla itham ediyor.
Süreyyya Evren de komedi dizilerindeki "kahkaha efektlerine" benzetmiş. Komedi dizisindeki kahkaha efekti, seyirciyi güdümleyen, sevimsiz bir uygulama bence, üstelik dizinin yeterince komik olamadığının da kanıtı. Dizi istenilen komiklik seviyesine ulaşmış olsa, o efektlere de ihtiyaç kalmayacak -iyi bir stand-up gösterisinde kullanılmadığı gibi. Oysa, futboldaki durum böyle değil.
Kim bilir kaç sene önce spor programlarından birini seyrediyordum. Seyircisiz bir maçın "kamera arkasını" çekmişlerdi. Hapşıran bir polise cevap öteki tribünden geliyordu: "Çok yaşa devrem!" Hapşırık ve cevabı yayına da yansımış tabii. Seyircili bir maçta böyle bir şey olamaz, homurtu sizinle maç arasında bir bağ kurarken buna benzer bağrış çağrışları da engeller: Protokol tribününden edilen küfür, antrenörün bağırması, futbolcuların hırlaşması… Dolayısıyla, ben, tribün efektinin "sakalet" değil, iyi bir şey olduğunu düşünüyorum. Bir maç izleyeceksem, evet, tribün efekti olsun isterim, tercih ederim, bildiğim bir yatakta yatmak gibi rahatlatıcı buluyorum, efekt sahte de olsa beni maçın içine davet ederken bazı dış etkenlerden de koruyor. Komedi efekti, bir dizinin en iyi ihtimalle yeterince komik olamadığını gösterirken, futbol maçlarının seyirci efekti bizi "bildiğimiz mahalleye" götürmeye çalışıyor.
Tanıl Bora'nın futbol yazılarını okumak -diğer bütün çalışmaları gibi- iptiladır, müptelalara selam.