04 Şubat 2020

Aşk diye bir şey olduğu söylenmese insanlar aşık olmaz mıydı?

Etrafımızdaki modern ilişki kalıp ve katmanlarını düşününce Alain De Botton’a katılmamak mümkün değil: Duygularımız bile öğrenilmiş hissiyatlardan oluşuyor!

"Böyle bir şey olduğunu duymasalar asla aşık olmayacak insanlar vardır."

Nasıl da, bir dakika diyerek kendini yeniden okutturan, iddialı bir cümle değil mi?

Eğer sen de aşkın doğası, aşkın olmayan doğası, insan ilişkileri, romantizm akımı, bilinç, Alain De Botton ve biraz da Richard Linklater eksenlerinde gezinmek istersen, yazımın devamında daha iddialı cümleler ve yeni sorgulamalarla seni baş başa bırakmayı hedefliyorum

Evet oldukça iddialı cümlemize geri dönelim ve biraz düşünelim. Yani cümle tam olarak diyor ki; Aşk diye bir şey olduğu söylenmeseydi, insanlar aşık olmazlardı... Bu aforizma La Rochefaucauld’a ait. İlk duyduğum anda ben de koltuğumda doğruldum bir an ve düşündüm, peki ya öyleyse…

Ya aşk acılarımız, depresyonlarımız, hayatın sonu gelmişcesine karnımıza giren ağrılar, kalbimizin sıkışması, hepimizin daha ergenlik dönemimizde en az bir kere tattığı ve uyandığımızda "rüya değilmiş ayrıldık biz..."in bıraktığı sevimsiz, hadsiz his… Ya hepsi boşunaysa…

Aşk duygusunu ve sevgi kavramını sorgulamak, günümüzde hâlâ ergence ve neredeyse konuşulmaya değer görülmeyen bir başlık olarak bulunsa da, koca koca insanlar, üzerine birçok araştırma yapılan ve bir şekilde çözülme ihtiyacı duyulan, bizi zaman zaman kendimize küstüren bu duygunun peşinde yüz yıllardır felsefe yapıyorlar. Elbette ki onların sorgulamaları, günümüzdeki "ilişki" diye yaşanılanın aksine, insan doğasının birini sevme ve o biri tarafından sevilme ihtiyacı çerçevesindeki davranışları etrafında şüpheyle geziniyor. Kendimizle ilgili sorgulamadığımız her şey bilin ki, öğrenilmiş, bir yerden taklit ettiğimiz ve alışılagelmişimiz haline gelen şeylerdir. Bilincimizin, her birimizin fiziksel ve duygusal evrenindeki kurulu bir düzlemdeki şu davranışları sergilemesi yeni bir bilgi değil: Bilincimiz öğrenerek, taklit ederek, fiziksel şartlarımızdan sapmamak, yani hayatta kalmak uğruna, genelde bize sormadan, otomatik tepkilerle eyleme geçer. Yani aslında öğrendiğimiz her şey bilincimiz için bir referans ve evet buna duygularımız da dahil! İkinci soru; Peki ya duygularımızı da öğrendiğimiz gibi yaşıyorsak?…

Bu noktada kafamız bir miktar karışabilir. Fakat bir miktar tepkisel olarak aldığımız&verdiğimiz duygusal cevapları düşünürsek, aslında insanlar olarak romantizm akımının tuzaklarında gezdiğimizi ve bize öğretilen duyguları eylemlerimize yansıtıverdiğimizi hissedebiliriz. Bunu ilk sorgulayan elbette ben değilim, Alain De Botton’un ünlü "On Love" konuşması, başa dönersek bu aforizma ile açılıyor. -Ya aşkı öğrendiğimiz gibi yaşıyorsak, hatta ya aşk diye bir şeyin olduğu bize söylendiği için aşık oluyorsak?- 

Aslında La Rochefaucauld da Alain De Botton da kendi davranışlarının kökenine inip sorgulayan, neden sonuç ilişkisi kurma serüveninde macera arayan iki filozof. Alain De Botton, alıntıladığı La Rochefaucauld’un aforizması için; "Ya sevgimiz tamamen tarihsel ya da sosyal bir etkilenme ile oluşuyorsa" derken neyi kastediyordu?

Şöyle özetlemeye çalışacağım:

18. yüzyılda şairler, yazarlar, entellektüeller tarafından Romantizm akımı başlatıldı, aslında bizler de hâlâ yaşadığımız bu çağda o tuzak akımın etkisindeyiz. Yani 18 yüzyıldan bu yana sevme şeklimiz, sevgimizi anlatma ve gösterme biçimimiz, nasıl sevdiğimiz çok fazla evrilmiş değil. Güzellik, sanat, aşk, sevgi, müzik, doğa gibi kavramları romantizm akımının bizlere çizdiği çerçevelerde algılıyor, yaşıyor, yansıtıyor ve hissediyoruz. Ruh eşi kavramı, ilk aşk, ilk öpücük, ilk randevu, ayrılma şeklimiz, aldatma şeklimiz, aşk ve sex bağlılığı gibi iki aşık arasındaki tüm romantik iletişim bu çerçevede yaşanıyor. Bu bakış açısıyla, diğer insanların bize anlattığı duyguları kendi duygularımız gibi benimseyerek yaşıyor olabiliriz. "Yani hem tarihsel hem de sosyal bir etkilenme ile seviyoruz." Herkes öğrenilmiş duygularının karşısında, mükemmel bir insan, filmlerde gördüğü gibi, romanlarda okuduğu türde bir erkek ya da kadın beklentisi içerisinde. Hatta bu iki tür sevgili olduklarında sanki yeni bir canlı türü yaratılmışçasına, herkesten farklı olması bekleniyor. Artık normal insan olarak davranması değil, yaratılan yeni bir tür olan "Aşık İnsan" davranışı bekleniyor. Hesabı o ödesin, önce o beni öpsün, randevu sonrası çiçek göndersin, çoraplarını yere atmasın, bir zahmet klozet kapağını açık da bırakmasına kadar uzayan modern dünyaya uyumlanan bir beklenti listesi yapabiliriz (18 yüzyılın başımıza ördüğü çoraplar). Mükemmellik beklentisi de artık aşık olacaksan, insanların mutlaka sahip olması gereken bir özellikmişçesine insanları kalıp davranışlar içine sokarak, samimiyetten oldukça uzaklaştırıyor. Gerçeklikten kopmayalım da n'apalım bu noktada diye sormadan edemiyor insan…

Etrafımızdaki modern ilişki kalıp ve katmanlarını düşününce Alain De Botton’a katılmamak mümkün değil: Duygularımız bile öğrenilmiş hissiyatlardan oluşuyor!

Alain De Botton şöyle devam ediyor: "İnsanların ilişkide mükemmel olmaya ihtiyaçları yok. Sadece çıktıkları ilk randevuda, histerik ya da defansif olmanın dışında, -hadi bana kusurlarını, tüm deliliklerini anlat, ben de sana anlatacağım deseler ve gerçekten içten samimi bir sohbet gerçekleştirseler, o ilişkinin yürüyüp yürüyemeyeceği konusunda çok daha fazla zaman kazanabilirlerdi. (basitçe sürünmeye ve kendinizi kandırmaca oyunlarına gerek yok diyor. )

"Eksikliklerin, birbirine samimice açıklanılması paha biçilmez bir hediyedir."

Bu noktada yeniden o iddialı aforizmanın sahibi La Rochefaucauld’a dönüp bakabiliriz. 17 yüzyılda yaşamış Fransız bir yazar olan La Rochefaucauld Alain De Botton’un yukarıdaki söylemlerini tam da 4 yüzyıl öncesinden destekliyor: "Küçük kusurlarımızı itiraf edişimiz, büyük kusurlarımız olmadığına herkesi inandırmak içindir."  Tüm derdimizin karşımızdaki ile değil kendimizle olduğu gerçeğiyle yüzleştiğimiz o ana geldik işte sevgili okuyucu. Aslında hepimiz özünde iyi insanlarız, sadece biraz daha bilinç dışımıza çıkıp, ben bunu neden yapıyoruma geri dönüp, kendimiz hakkında daha dürüst olmaya ihtiyacımız var. İnandırmak istediğimiz insanlar bu küçük ama dürüst kusurları kabullenebildiği ölçüde, büyük kusurlarımız olmadığına inandırmakta da güçlük çekmeyeceğiz. Özümüze dönüp, gerçekten kusur olarak gördüğümüz her şeyimizin farkındalığına erişmenin, doğamıza olan müthiş faydası sadece bir gerçek. Bunun için de psikoterapi gerekli açıklamaları yapıyor:

"Yetişkinken sevme biçimimiz, çocukken sevmeyi, sevilmeyi öğrenme şeklimizin yansımasıdır."  Sevgi ve sevilme ile ilgili çocukken yaşadığımız travmalarımız, 20'li yaşlarımızda hiç bitmeyecekmişçesine yaşadığımız romantik ilişkilerimiz sonlandığında su yüzüne çıkarlar. Ve "neden böyle olduğumuzun" cevabını belki üzerine bir 20 yıl daha arar dururuz… Bizi bir yandan da, uzun bir süre "ideal ilişkiye" kavuşturmayan şeylerden biri de genç yaşlarımızdaki hain bir düşünce yapısıdır: "Bu olmadı ama nasılsa bir başkasıyla olur..."

Her zaman çeşit çoktur ve biz onlardan birisini seçme özgürlüğüne sahip olacak kadar gencizdir. Bu özgürlüğe sahip iken bile, her farklı gün, farklı bir kişiyle ayrı bir sihirli an yaşayamayız. O ilk karşılaştığımızdaki, kutsallaştırılmış, kalplerimizi çarpıtan, "love at first sight" ilk bakışta aşk anları hayatta herkesin başına nadiren gelir.

Richard Linklater’in sinemanın modern klasik eserlerinden olan "Before Triology" ’sindeki ilişkilere, aşka, insan olmanın garipliklerine, aslında bunları da geçelim, gerçek bir samimiyeti anlattığı bu filmlerden ikincisi olan "Before Sunset"teki bir diyalog, tam da asıl meselenin şu olduğunu söyler: "Mesele sen ya da ben değiliz. Mesele sonsuza dek yitip giden o an."

Before Sunrise ve Before Sunset özellikle hikâye devamlılıkları sebebiyle birbiriyle bağlı filmlerdir. Before Sunrise’ta trende tanışan Jessie ve Celine Viyana’da gün doğmadan geçirdikleri zamanı, bir sene sonra aynı yerde buluşmaya söz vererek sonlandırırlar. İkinci film olan Before Sunset ise ilk filmden gerçekten tam 9 yıl sonra çekilir ve 9 yıl sonra Jessie’nin yeni romanının Paris’teki tanıtımında yeniden karşılaşırlar:

Jesse: Tanrım, neden o gün telefonlarımızı almadık ya da adreslerimizi? Neden bunu yapmadık?
Celine: Çünkü genç ve aptaldık.
Jesse: Sence hâlâ öyle miyiz?
CelineSanırım gençken karşılaşabileceğin birçok güzel insan olduğunu düşünüyorsun. Hayatının geri kalanında ise bunun sadece birkaç defa olabileceğini anlıyorsun.
Jesse: Ve işin içine edebiliyorsun.

Before Sunset filminden
Before Sunrise filminden

Sonsuza kadar yitip gidip o an, anlar; mükemmel olmaya çalışarak, özellikle içinde yaşadığımız çağda güvensizlikle dolu olduğumuzdan (BM raporuna göre ülkemizde insanların birbirine güvenme oranı sadece yüzde 8) ve gerçekten içten bir paylaşımın, samimiyet eksikliğinden kayboluyor belki de. Alain De Botton’un üzerine basa basa vurguladığı "samimiyet ve dürüstlük romantizmin mihenk taşıdır ama yaşadığımız çağda olanaksıza yakındır" demesi işte bu sebeplerle boşuna değildir. İnsanın kendi dürüstlüğünü sorgulaması, modern dünyanın yarattığı benlik yanılsamasında çok kolay olmayan, eninde sonunda kendi kendini inandırdığı bir benliğin kandırmacasında kaybolan bir sarmala dönüşür. Gerçek benliğimizden uzaklaştıkça, samimiyetten kopar ve yanılsama içinde yaşarız.

Bütün bu davranışlarımızı, ilişki dinamiklerimizi, içgüdülerimizi, duygularımızı sorgulayan tüm bu filozoflar, eninde sonunda görüyoruz ki ortak bir paydada buluşuyor aslında. Onu da Richard Linklater Before Sunrise’ta toparlayıp önümüze koyuyor:

"Eğer bu dünyada büyülü bir şey varsa, o da birini gerçekten anlamaya çalışmak, biriyle bir şeyi paylaşmaya çalışmak olmalı. Bunun neredeyse imkansız olduğunu biliyorum. Ama ne önemi var. Cevap sadece denemek olmalı." :)

Aşk ve iş hayatımız her zaman mutluluğu aradığımız ve problemlerle boğuştuğumuz yegane iki alandır. O zaman bizim için çok önemlidirler. Belki de kendi bilinç ve davranışlarımızın kökenini, gerçekten samimiyeti sorgulamaya karar verdiğimizde bu alanlarda neşelenme ihtimalimiz var. Bunu yapabildiğimiz sürece ve biraz da "sihrin" etkisiyle her birimiz, gerçekten bir şey paylaşmanın neşesine varabildiğimiz ruh eşimizle her an her yerde karşılaşabiliriz. Buna inanıyor ve Einstein’la konuyu bağlıyorum;

"Hiçbir sihirli veya gizemli bir şeye inanmıyorsanız, ölüden farkınız yoktur." -Albert Einstein-

Özetini çıkarmaya çalıştığım, yüzyılımızın önemli filozoflarından Alain De Botton’un "On Love" konuşmasına kaynaklarda ulaşabileceksin, es geçmezsen izlerken kıkırdama ihtimalin de var.


Kaynak ve bonuslar

Alain De Botton- On Love* https://www.youtube.com/watch?v=v-iUHlVazKk

Alain De Botton- Statü Endişesi-https://www.kitapyurdu.com/kitap/statu-endisesi/66934.html

Before Sunrise

Before Sunset

Yazarın Diğer Yazıları

Sokrates'in mirası: Kendini bil

Sessizlik içinde, sadece kendinizi dinlemek için kendinize vereceğiniz bir haftanız var mı?

Mimarinin mutlulukla bir ilgisi var...

"Mutluluğun ne olduğunu en kusursuz ve en ustaca anlatabilen binalar inşa etmeliyiz. Hiç değilse bu kadarını, binalar dikerek yok ettiğimiz kırlara, ağaçlara ve solucanlara borçluyuz."

Doğruluk mu, cesaret mi?

Cesaret, sadece başkalarına hakikati söylemek için gerekli bir erdem değil, kişinin kendisine dair hakikatleri yine kendisine söylemesi, kendisiyle yüzleşmesi için de gereklidir

"
"