Genellemelerin ve kategorizasyonların, detayları ve biricikliği öldürdüğünü düşünür, ekseriyetle sevmem. Genellemeler ve kategorizasyonlar, somut olmayan durumlara dair olduğunda, özellikle insanların karakter özellikleri, kişilik yapıları, belli durumlara verdikleri tepkiler gibi belirgin olmayan durumlara dair olduğunda beni hep şüpheye düşürür. "Şöyle insanlar böyle yapar, bunu yapanlar A tipi insanlardır, B'ler asla böyle yapmaz!" gibi cümlelere biraz alerjim var. Bu cümlelerin beni köşeye sıkıştırdığını düşünür, onlara isyan edesim gelir. Bundan ötürü belki de mesleğimde de tanı ve teşhislere gereğinden fazla kulak asmam. Hepsi insan icadıdır neticede. Ne tamamiyle karşıyım, ne de iman ediyorum diyelim. Böyle şeyler insanlara fikir verebilir ve düşündürebilir sadece. İnsan genellemelere indirgenemeyecek kadar karmaşık ve katman katman bir türdür bana göre. Soyut kavramlar söz konusu olduğunda her durumun istisnası vardır. Ya da ben böyle anladım, diyelim.
Kendimle çelişmek gibi olmasın ama, (ya da olsun ziyanı yok) öte yandan "insan türünü", "diğerlerinden" ayıracak bazı genellemeler yapabiliyorum. Oluyor yani, bakın mesela:
Çoğunlukla (yine de her zaman istisnalar olduğunu hatırlayarak) "beğenilmeye, onaylanmaya, takdir edilmeye ve kabul görmeye karşı gereğinden fazla hassasız."
Veya "titrler ve ünvanlara, ilişkisel yakınlıklara ve bilinirliğe gereğinden fazla heyecanlanıyoruz" Başka biri de şu olabilir:
"Kıskançlık, haset, yetersizlik ve değersizlik duygularının etkisine karşı gereğinden fazla duyarlıyız.
"Çok kalabalık ve çok yıkıcı bir türüz.
"Yalan söyleme, saklama, inkar etme, bastırma ve yansıtma gibi savunma davranışlarını sık sık kullanacak kadar duygusal açıdan güçsüzüz.
"Saldırganlık, düşmanlık, linç ve savaşmak gibi agresif davranışlarda, gereğinden fazla ve tehlikeli derecede hassas ve dürtüseliz."
İnsan türü olarak yaşamımızı zorlaştıran, çok da işe yaramayan veya hiç işe yaramayan, "olmasa da olur, hatta daha iyi olur" diyebileceğimiz türlü kusurlarımız var. Bir çoğunun varlığının veya miktarının evrimsel olarak bir faydası bile yok neredeyse. Örneğin "bilinirliğe" dair bu hassasiyet ya da"onaylanmaya" dair bu denli bir ihtiyaç biraz fazla değil mi? Daha azı da bizi yaşamda tutabilir, doyurabilir, ilişkiler kurmamıza yardım edebilirdi.
Veya "yetersizlik" ve "değersizlik" duygularıyla bu kadar boğuşmak gereği olmasaydı da, yaşamımızı idame ettirebilir, yiyecek bulabilir, barınacak yerler inşa edebilir, partnerler edinebilirdik.
Bu kadar kalabalık olmasaydık, bu kadar yıkıcı olmasaydık da olurdu, diğer türler bizi sırf bu yüzden öldürmezdi, yok etmezdi herhalde.
İnsanın kusurları
Ağustos ayında Metis Yayınları'ndan ilk baskısı yayınlanan Human Errors (İnsanın Kusurları) kitabı, gelen ilk tanıtım e-postası itibariyle, aklıma fena halde takılan kitaplardan biri oldu. Pandemi koşullarına rağmen raftan kitap almaya dair naçizane keyfim, koşullar elverir vermez beni Gergedan Kitabevi'ne götürdü, bulacağımı bildiğim ilk standda onu buldum. Ve gitmek için okulların açılmasını beklediğim İstanbul dışı kaçamağımda, bir kaç gün içinde hevesle okuyup bitirdiğim bir kitap oldu.
Kitabın yazarı Nathan H. Lents bir biliminsanı ve yazar. Biyoloji, hücre, kanser biyolojisi, genetik, adli tıp, evrim gibi alanlarında çalışıyor. Kitap adından da anlaşılacağı üzere aslında mucizevi sayılan insan bedeninin övgülerini bir kenara iterek, insan bedeninin milyonlarca yıllık evrim sürecinde ortaya çıkmış bariz kusurlarını ele almış olmasıyla bizi şaşırtıyor. Evrimin büyüleyen ritmine karşın aslında "hayatımızı zorlaştıran", "hiç işimize yaramayan", "hayati riskler taşıyan" yapısal bozukluklarımızı arka arkaya sıralıyor. Okuması çok keyifli, çevirisi için Şiirsel Taş'a minnettar olmalıyız.
İnsanın Kusurları'nı meraklısına ısrarla önermekle birlikte, ipuçları vermeden dokusundan bahsederek, bende okurken paralelde düşündürdüğü konuları bu yazıda anıyorum. Kitabın tanıtımında kısa ve zihin açıcı bir özeti var, şöyle cümlelerle:
İnsan retinası neden ters? Diğer hayvanlara kıyasla üst solunum yolu enfeksiyonlarına neden daha açığız? Bedenimizde neden gereksiz kemikler var? Dizlerimiz, sırtımız ve belimiz niye sık sık sorun çıkarıyor? Bir çok hayvan tek çeşit besinle bütün ihtiyacını karşılayabilirken biz neden "dengeli" beslenmek zorundayız? İnsanda neden işlevsel genlerin yanı sıra bir o kadar da bozuk, işlevsiz gen var? DNA'mız niye geçmiş enfeksiyonlardan kalan milyonlarca virüs "enkazı" içeriyor? Primatlar içinde neden bebek ve anne ölüm oranı en yüksek olan tür biziz? İnsanı bağışıklık sistemi niye kendi bedenine bu denli sık saldırıyor? Baş tacı edilen beynimiz yanılgılara ve kötü kararlar vermeye neden bu denli yatkın?
Kitapta tek tek bu başlıklar anatomik ve biyolojik algoritmalarla inceleniyor. Evrim sürecinin aslında işe yaramayan ve başımıza işler açan büyük kusurlar, fazlalar ve eksikler barındırdığı açıkça görülüyor. Yazarın anlatmak istediğini en çok izah eden kısım, "bugün basit bir insan robotu yapsak bunlara ihtiyaç duymayız, çok daha iyisini biz bile yaparız" gibi bir benzetmeyle açıklaması benim için. Anlıyoruz ki bileklerimizdeki gereksiz bir dolu kemik yerine işlevsel bir tane kemik yetebilir bütün hareketleri yapmamıza; veya ön çapraz bağ yaralanması, aşil yırtığı gibi başa bela sağlık problemlerinin olması için hiç bir evrimsel sebep yok; yüzyıllardır iki ayak üzerinde yürüdüğümüz halde bel, boyun ve omurga rahatsızlıklarımızın sürmesi evrimsel olarak beklenmeyen bir şey. Bir dolu bilişsel yanılma nedeniyle "enayice" davranışsal hatalar tekrarlayıp duruyoruz. Zihnimizi de düşünme ve algılama kusurları var. (Onlar reklamcılıkta kullanılıyor ve kapitalizme birer nefes oluyor üstelik). Yani kusurları var bedenimizin, evrimin. Yani hiç de muhteşem ve mükemmel değiliz.
Psikolojik kusurlarımız
Deniz kenarında bunları okurken, bir paralelde psikolojik kusurlarımızı düşünmeye başlıyorum, bir psikoterapist olarak. Yıllardır okuduğum, yaşadığım, insanlardan dinlediğim milyonlarca hikaye canlanıyor zihnimdeki sarı dosyalardan. Psikolojik kusurlarımızın çeşitliliğini, sancılarını, geçmeyen sızılarını ve kısacık yaşamlarımız üzerinde bıraktığı hasarları düşünüyorum. Olmak zorunda mıydılar?
Örneğin daha yolun başında, mesela bir bebek, doğumu zor olduğu için, annesi hamilelikte çok mutsuz olduğu için veya annesi bebeğin doğumuna o kadar da çok hevesli olmadığı için, yaşamı boyunca değerli olup olmadığını test etmek zorunda kalabilir (şart değil, genelleme yapmayalım). Veya neden bakım veren kişiyle (annesi/babası..) yeterince iyi bir duygusal bağlanma yaşayamadı diye, yaşamına giren partnerlerinde bu kaygılı hissi ömür boyu sürdürsün bir insan? Neden yaşamımızın herhangi bir döneminde duygusal olarak kaldıramadığımız bir olayın etkisinden kısa zaman içinde kurtulamayıp, tüm ömrümüzü ondan kaçınarak veya onu tekrar tekrar yaşatarak, yani ondan bağımsız olamayarak geçirmek zorunda olalım? Neden ailemizde "iyi bir ilişki örneği" göremedik diye, iyi bir ilişki yürütecek davranışları bir türlü yaşamımıza geçiremeyelim? Neden hayatımızın ilk yılları, koskoca devamı için bu kadar önemli olsun? Öğrenmekse bunun cevabı, aynı acıyı bir daha yaşamamak için bu kadar kaçınmamızın ve o binde bir ihtimalin bedeli olarak hiç riske girmemeyi göze almamızın nasıl bir gerekçesi ve lüzumu olabilir, bir ömür boyu? Neden ergenlik bu kadar çatışmalı geçsin, neden yaşlılık bu kadar hüzünlü olsun?
Neden bir evlilik kötü geçti diye başka bir evlilikten ömür boyu korkalım, neden babamız çok sertti diye tüm otorite figürleri hayatımızı zindan etsin? Neden bir kedi bebekken bizi tırmaladı diye kedi görünce aslan görmüş gibi korkalım? Neden babamızla rekabet etmek, annemizle yaşadığımız (üstelik mecburen hasarlı yaşadığımız) masalı ömür boyu istemek, kardeşlerimizi kıskanmak zorundayız, ve neden bunların izini bir ömür taşımamız gerekiyor?..
Kusurlarla doluyuz. Üstelik evrimsel olarak belki de böyle olması hiç gerekmiyordu, bir çoğunun işlevi de yok üstelik.
İsyan etmeyi bırakıp sizi Lents'in optimist bulduğum sözleriyle buluşturayım bir an için. "...Kulağa ne kadar tuhaf gelirse gelsin kusurlarımızın kendine has bir güzelliği var. Bizi biz yapan şey kusurlarımız."
Lents bunları yaşam boyu süren mücadelemizin yara izleri olarak tanımlıyor. Ve kusurlarımızın hikayesini başlı başına bir savaş hikayesi olarak sözünü bitiriyor.
Neden?
Biz diğer türler içinde, Lucy'nin ayağa kalkmasını ve iki ayağı üzerinde yürümeye başlamasını (3.18 milyon yıl) izleyen bir dolu zaman sonunda, (iki ayağı üzerinde yürümeye başlayan kadının leğen kemiğinin daralması sebebiyle) gereğinden erken doğan ve gereğinden çok bakıma muhtaç olan bir türüz. Diğer canlı türlerine bakarak, anne karnında geçireceğimiz zamanı dışarda ve "yoğun bakımla" geçirmek zorunda kalan duygusal bir türüz. Yeterince gelişmiş olsaydık, örneğin atlar gibi, doğar doğmaz yürümeye ve yemek aramaya başlardık (yürümemiz, kendi kendimize yemek yememiz neredeyse 18 ay sürüyor, yemek aramayı hiç söylemeyeceğim!) Onlar gibi yeterli doğmamız için yaklaşık yirmi dört ay kadar anne karnında olmamız gerekiyordu. Ve öyle olsaydı eğer belki de annemize ve çevremizdekilere bu kadar muhtaç olmaz, belki de bu kadar duygusal bağlanmalar yaşamazdık. Ve duygusal hasarlar da almazdık. Yani bu muhtaçlık zafiyetimiz "öteki" ile ilişkimizi bu kadar önemli hale getirmezdi, belki de.
Bitirirken Lents'in iyimserliğinden alacağım biraz. Biz bu kusurlarımızla diğer türlerden ayrı olduk, yaralarımız ve hasarlarımızla, düşünce ve duygu dünyamızı zenginleştirdik, bu dünyaya da böylesine bir imza attık diyelim (iyi-kötü). Bu yaralarımız olmasaydı da birbirimizden farklılıklarımız, duygusal zenginliklerimiz, kişiliklerimiz diye belirgin bir şey olamazdı belki de. Şefkat, merhamet, sevgi, aşk, özlem, minnettarlık, fedakarlık, hüzün, mutluluk ve onlarca duygular da olmazdı herhalde o zaman. Böylesine zafiyetimiz olmasaydı, sanat, bilim, felsefe ve bin çeşit alanda bu kadar üretici de olmazdık herhalde. Evrimin bize tasarlamadan verdiği bir hediye midir bütün bunlar?
Özetle ne fiziken, ne zihnen, ne de psikolojik olarak mükemmel değiliz; iyi ki de değiliz, olmamız da gerekmiyor.
Konu uzun, sayfa kısa. Biraz daha düşünüp okumaya ihtiyacım var. Başka bir sefere…