15 Aralık 2024

Yekta Kopan adalet, huzur ve özgür bir kahkahanın kitabı ‘Belki Yaz Erken Gelir’i anlattı: Kahkaha atmayı, mavinin gelmesini bekliyoruz

“Şu anda dünyanın Avrupa'nın en şiddet dolu ülkesiyiz. Kadınlar, çocuklar hatta bebekler yaşamayı bekliyorlar. Sokakta rahatça, özgürce yürümeyi bekliyoruz. Mesela kahkaha atabilmek istiyoruz. Çok zor bir şey. Bekliyoruz…”

Yekta Kopan’ın Can Yayınları’ndan yayımlanan Belki Yaz Erken Gelir, beklemekle ilgili bildiğiniz, rahatsız ve çaresiz bırakan “o” duygunun altını çizen, bazen de üzerine kocaman bir soru işareti koyan bir öykü kitabı. Hayatın "belki" dediğimiz tüm o ihtimalleriyle yüzleştiğimiz, huzurun peşinde koşarken elimizde kalan anılarla barışmaya çalıştığımız bir yolculuk. Kopan’ın kitabını okurken yalnızca öykülerin değil, Cambaz adlı kedinin ironik ama bir o kadar da sevgi dolu sözlerinin arasında buluyorsunuz kendinizi: “Yaraların kabuk bağlamaz belki ama korkma, onları nasıl saracağını öğrenirsin." Cambaz, öykünün içinde bir kedi olmaktan çıkıp, hayatın acımasız mizahını bize hatırlatan bir bilgeye dönüşüyor adeta.

Yekta Kopan (Fotoğraf: Muhsin Akgün)

Öyküler, sadece bekleyişle değil, küçük detaylarla sizi güldürüp düşündüren anlarla da dolu. Fazıl Say’ın sahne öncesi volta atışlarından Cambaz’ın “evin abisi” olarak her şeyi eleştiren tavrına kadar, her öyküde hayatın minik sırları var. Özellikle Lanet, Askılar ve Belki’de. Yekta Kopan, büyük meseleleri incelikle anlatırken okuru hem düşündürüyor hem de hafiften gülümsetiyor.

Yekta Kopan ile T24 ofisinde buluştuk ve Belki Yaz Erken Gelir kitabı üzerinden toplumsal ve bireysel anlamda beklemek olgusunu, huzuru, adaleti, özgürce kahkaha atabileceğimiz bir geleceği beklemenin ne anlama geldiğini konuştuk.

Röportajımızın tamamı Youtube kanalımızda..Cambaz’a selam söylemeyi unutmayın. :)

- “Ben bir çocuk şarkısıyım. Sözleri unutulmuş.” Biraz daha derinden tanımak istiyorum sizi. Öykülerinin izinde giderken gizli saklı kalmış cevapların bu cümlede olduğunu düşünüyorum.  Çocuksu enerjinizin altındaki hüzünden ve kırılganlıktan bahsedelim mi? Anlaşılmadığınızı düşünüyor musun?

Çok teşekkür ediyorum öncelikle. Anlaşılmadığımı düşünmek, beni anlamıyorlar demek ya da kendi kendime Don Kişot ya da başka bir kahramanın gömleği giymek kibirli bir tavır olarak gelir bana. Bunların hiçbiri değilim. Elbette ki birileri beni anlıyordur, birileri de anlamıyordur. Ama çocukluğumdan beri eğer anlaşılmadığım bir ortamdaysam, bunu edebiyattan bağımsız söylüyorum, herhangi bir ilişkide, toplumsal varoluşta eğer anlaşılmadığımı düşünüyorsam temel sorum şudur kendime sorduğum. “Anlatamadım mı?” Bu her konuda böyledir. Yani “Kendimi dinletemedim mi? Sağlıklı bir ilişki kuramadım mı?” Diyalogda bir eksiğim mi var diye kendime sorarım. Elimden geldiğince anlamaya çalışıyorum. Ve anlayabildiğim kadarını da başarabildiğim ölçüde yazarak anlatmaya çalışıyorum. Aslında çok temel bir yerden başladık. Bu soru beni, edebiyatla ve yazmayla olan ilişkime götürdü. Teşekkür ederim. Çünkü gerçekten bunu kendime sık sık sormuşumdur. Ben neden yazıyorum? Ben gerçekten anlamaya çalışıp anlatabilmek için yazıyorum. Çünkü okuyarak anlayabiliyorum, yazarak anlatabiliyorum. Harika şeyler okuyorum. Kurmaca, kurmaca dışı ama özellikle kurmacadaki o bilincin üstüne yolculuk ettiğimiz yerler, o bilinmez dünyalar, evrenler, bütün hepsini okuyarak anlayabiliyorum. Dünya beni hep şaşırtıyor, hep “Aaa” diyorum. Sonra da edebiyatla, sanatın diğer dallarına gittiğimde disiplinler arası ilişkilerle anladığımı ya sağlamlaştırıyorum ya da yeniden sorguluyorum. Sonra da yapabildiğim kadarıyla yazarak anlatmaya çalışıyorum.

"Anlamaya ve anlatmaya çalıştığımı dinleyen biri var, demek ki o kadar yalnız değilim"

- O zaman şunu sormak istiyorum okuyarak anlıyorsun, yazarak anlatıyorsun. Peki neden yayınlatıyorsun?

Evet neden yayınlatıyorum? Yayınlatmamın nedeni görülmek arzusu mu? Sevilmek arzusu mu? Alkış almak arzusu mu? Bu arzulardan dolayı mı yayınlatıyorsun? Hepsine kocaman bir “Hayır.” Tek cevabım: Yalnız kalmamak için. “O” bir kişi okuduğunda, o kitabın izinde bir kişiyle, iki kişiyle, beş kişiyle konuşabildiğimde ya da bir araya geldiğinde, yorumunu duymasan bile birinin okuduğunu bildiğinde şunu düşünüyorsun: Anlatabildiğim kadarını dinlemek isteyen biri var. Aynı şeyi mi anladık? Aynı yerde miyiz? Bilemiyorum. Ama hiç değilse anlatabildiğim kadarını, buradan aldığım, anlamaya çalıştığım ve anlatmaya çalıştığımı dinleyen biri var. Demek ki o kadar yalnız değilim. Demek ki yürümeye devam edebilirim. Okumak, yazmak ve yayınlatmakla ilgili süreci kendi içimde böyle çözümlüyorum. Ne derece doğrudur bilmiyorum ama bunun içinde kibirden, böbürlenmeden uzak olmaya, kutsallaştırmadan uzak olmaya özen gösterdim hep. Bir yazar olarak hepimizin düşünceleri değişebilir. Bu değişen süreç içinde çok sağlıksız dönemlerden de geçebiliriz. Bana çok sağlıklı gelen sana bir o kadar sağlıksız gelebilir. Dolayısıyla yazarlık türlü tuhaflıkları da olan bir mücadele. Ama bu mücadeleyi “Yel Değirmenleri”ne karşı yapmıyorum. Kendi kendime, benim gibi düşünen onlarca binlerce Don Kişot'la beraber yapıyorum.

Yekta Kopan (Fotoğraf: Muhsin Akgün)

"Hayatının herhangi bir noktasında kibir yüzünden incinmedin mi, bu çok incitici değil mi?"

- Kibir neyi ifade ediyor evreninde, ya da hayat yolculuğunda?

Aslında kibri bu kadar dillendirmek de bir çeşit böbürlenme. Bu söylenmemesi gereken bir şey. Bunu varoluşunla, yazdıklarınla, tavrınla gösterebilmelisin. Söylediğin zaman değeri azalıyor. Ama ben bilerek söylüyorum. Ki bu sözcükle hesaplaşalım. Bireyden, kurumlara kadar, bu sözcükle bir hesaplaşalım. Ebru, hayatının son 15-20 senesini düşün. Herhangi bir nedenle ikili ilişkilerde, işte, hayatının herhangi bir noktasında kibir yüzünden incinmediğin bir zaman dilimi oldu mu? Bu neredeyse şu anda hepimizin, bulunduğumuz coğrafyada söyleyeceği sözler. Bu çok incitici değil mi?

- Çok incitici. Son yıllarda daha da çok arttı. Umarım mesajın buradan ulaşır. “Belki Yaz Erken Gelir” yeni kitabının ilk öyküsü "Lanet"ten başlayalım o zaman. Çünkü tam da bu noktadayız. Öyküde çocuk karakter, dayının yüzü her değiştiğinde, umut ile mutsuzluk arasında gidip geliyor. Bu duygusal değişimler, çocuk için bir lanet ya da duygusal mirasın devralınışı mı? Ya da dayının kimseye benzemediği an, çocuk için aile tarihinden ve yüklerinden bir kopuş mu, yoksa yalnız başına bir lanetin taşıyıcısı olduğunu fark etmenin başlangıcı mı?

Her ikisi de doğru. Bu öyküyle ilerlemek çok hoşuma gitti. Çünkü “Lanet”, birkaç diğer öyküyle birlikte kitabın bütün meselesinin kafamda oturmaya başladığı, kitap nereye doğru gidecek kararını vermeye çalışırken önümü açan, o kilitli kapıları açan öykülerden biriydi. Diğerleri ise Askılar ve Cambaz!

- Benim en çok etkilendiğim Cambaz ve Askılar oldu…

Gerçekten mi? Bunu kedim Cambaz'a söyleyeceğim. Her akşam eve döndüğümde Cambaz'a rapor veriyorum. Bugün de “sen konuşuldun” diye. (gülüyor)

- O zaman Cambaz'a geçelim. Cambaz’ın alaycı ama bir o kadar da içten sözleri, sizin kendi gerçekliğinizle yüzleşmenize bir zemin hazırlıyor gibi. Onun bu tavrı, sıradan bir kediden çok, hayatın acımasız mizahını temsil ediyor olabilir mi?

Olabilir ama öncelikle bu öykünün yazılış hikayesine gelmek isterim. Bu kitabı yazarken zihnimde temel olarak “beklemek” olgusu vardı. Beklemek sözcüğü ve beklemek olgusu.

"Cambaz inanılmaz bir canlı, sanki evin içinde robdöşambrıyla dolaşıyor ve sürekli eleştiriyor"

- Önce bize meşhur Cambaz’ın hikayesini anlatır mısın? Merak ettim :)

Benim daha önce ve artık aramızda olmayan kedim Tarçın için bir öykü yazmışlığım var. Daha sonra da evimizin ufaklığı Silgi için de bir öykü yazdım. Ama evimizin abisi ve bütün her şeyin sahibi Cambaz için bir şey yazmamıştım. Cambaz inanılmaz bir canlı. Sanki evin içinde robdöşambrıyla dolaşıyor ve hepimizi sürekli eleştiriyor gibi. Ve bu kitaba çalışırken bir gün masanın üstünde, kitapların arasına gömülmüşken bir baktım Cambaz bana bakıyor. Cambaz’a dedim ki “Bugüne kadar senin için hiçbir şey yazmadım” -ki aramızda çok derin bir ilişki vardır. Ve yazmaya başladım hikayesini.

Cambaz

- Peki Cambaz’ın sert ama sevgi dolu yaklaşımı, bir dostun tesellisi mi, yoksa bir ‘kedinin’ doğallığında gelen, hayatın basitliğine dair bir öğretici mi?

Muhteşemsin. Bir öğreti bile değil. Çünkü Cambaz'ın da öğreten bir hali yok. Sosyal medyanın da hayatımızdaki varlığıyla, öğretilere ihtiyacımız var. Kitap okuma listelerine ihtiyacımız var. Hayatın sırrını çözmemiz için gereken 10 adıma ihtiyacımız var. Sabah daha dinç uyanmak için gereken 5 zorunlu harekete ihtiyacımız var. En iyi gelen bitki çayları listesine ihtiyacımız var. O öğretiyi yapan kişinin peşinden gitme ihtiyacımız var. Aslında Cambaz'ın öykümdeki davranışları, söyledikleri, kurduğumuz diyaloglar sonuçta benimle Cambaz arasında düşünülebilir. Benim zaten bilmediğim şeyler değil, zihnimde olan şeyler. Bizim bir kedi tarafından, sarsılmaya ihtiyacımız var.  Ben kedi sever biri olarak Cambazı seçtim.  Şöyle diyor; “Belki en güzel yılın olur bu. Yaraların kabuk bağlamaz, hayat buna izin vermez. Ama korkma. Onları nasıl saracağını daha iyi öğrenirsin belki. Gittiğin her şehir kucaklamayabilir, yine de bilirsin ki döndüğünde seninle sohbete oturacak bir evin var burada. Gidenlerin gülüşleri aklına düşer, kimsenin sesini unutmazsın, öfkeye yenik düşmez anıların. Gün konuşarak doğar, gece sessizlikle batar. Belki yaz erken gelir.”

- Fazıl Say'a bir öykün var kitapta. Say’ın sahne öncesi volta atışları, yaratıcı sürecin bir parçası mı? Babasından yadigar o bitmeyen yürüyüşte hangi anılar eşlik ediyor sizce?

O yürüyüşlerin babasından yadigar olduğunu bir kitabında anlatmıştı kendisi. Evet, Fazıl sahneye çıkmadan önce kuliste bu yürüyüşleri yapar. Ve orada volta atarken yavaş yavaş çevresinden kopar, gerçek dünyayı geride bırakıp, kendi uzayına yolculuk eder. Öykünün hikayesi ise şöyle oldu; Fazıl, 2023 yılında çok değerli kadın şairlerin şiirlerinden yapmayı planladığı konserlerinde bir anlatıcı olsun istemiş. Bunun üzerine aramızda konuştuk ve konser dizisinin anlatıcısı olarak turnenin bir paydaşı oldum ve muazzam bir ekiple beraber turne yaptım.

"İsimsiz bir tiyatro oyuncusu üzerinden de yazabilirdim ama Fazıl'a hediye vermek istedim"

- Nasıl bir deneyimdi?

Çok acayip. Bütün müzisyenlerin, tiyatrocuların, daha doğrusu turne ile iş yapan herkesin önünde büyük saygıyla eğiliyorum. Dünya yıldızı da olsan gittiğin yerin fiziksel koşulları kadarsın. Ayvalık Açık Hava Tiyatrosu'nda konser veriyorsan akşam saatinde o Açık Hava Tiyatrosu'nun üstünü kaplayan ağaçların üstündeki cırcır böceklerinin izin verdiği kadarsın. Susmuyorlar çünkü. O cırcır böcekleri ne kadar izin veriyorsa sen o kadar müzik yapıyorsun. Bütün bunları deneyimlediğim bir yolculuktu. Muhteşemdi. İki müzisyen. Volkan, Ferit. Benzersiz bir ses Serenad ve tabii ki maestro. Bir yandan çok eğlenceli, diğer yandan da çok yorucuydu. Fazıl'ın konser öncesi kulisteki yürüyüşleri, bütün yaratıcı insanların özellikle de sanatsal yaratıcılıktaki süreci. Bir ressamın boyasını karıştırması, benim defterimi, kalemlerimi hazırlamam gibi. Aslında bütün sanat üreticileri, sahneye çıkmadan o son yürüyüşlerde zihniyle bir hesaplaşma içindedir. Ve o çok derin bir hesaplaşma. O hesaplaşmanın içinde hem gelecek hem de şimdi var. Bu fikir kavram olarak beni çok heyecanlandırmıştı. İsimsiz bir tiyatro oyuncusu üzerinden de yazabilirdim bu öyküyü; ama hem yaşadığımız o sürece hem de Fazıl'a böyle bir hediye vermek istedim kendimce.

Ebru D. Dedeoğlu ve Yekta Kopan

“Kahkaha atmayı bekliyoruz, mavinin gelmesini bekliyoruz”

- Güzeldir Mavi’de mavi hem bir özlem hem de bir kaçışı içinde barındırıyor. Bu, huzuru arayan bir yolculuğun izdüşümü mü, yoksa mavinin içinde kaybolmayı göze alacak bir teslimiyet mi?

Belki ikisi de ama bu kitap özelinde şunu söyleyebilirim ki, maviyle de kurulan ilişki, yine beklemek kavramından doğdu. Çok uzun bir süredir bekliyoruz. Bu kitapla ilgili konuşma alanı bulduğum her yerde bunu söylüyorum. Bekliyoruz. Evet o maviye kaçmayı bekliyoruz. Bir sahil kasabasında küçük bir balıkçı açıp orada artık huzur bulmayı ve bu şehrin gürültüsünden kurtulmayı bekliyoruz. Çocuğumuz burada iyi bir eğitim almıyor. O yüzden onu daha iyi bir yerde okula gönderelim. Hatta gitmişken o bizde mi arkasından gitsek? Bak falanca ülke bir de vize veriyormuş orada böyle sınırsız oturabiliyormuşsun demeyi bekliyoruz. Yağmurun yağmasını bekliyoruz. Yağmur yağmıyor. Ekolojik, sosyolojik düzen bekliyoruz. Şu anda dünyanın Avrupa'nın en şiddet dolu ülkesiyiz. Kadınlar, çocuklar hatta bebekler yaşamayı bekliyorlar. Sokakta rahatça, özgürce yürümeyi bekliyoruz. Mesela kahkaha atabilmek istiyoruz. Çok zor bir şey. Bunun özgürce yapılabildiği bir evreni bekliyoruz. Evet, kadınsak bunu düşünemiyoruz bile. Adalet bekliyoruz. Hakkaniyet bekliyoruz. Liyakat bekliyoruz. Hak temelli bir yaşam bekliyoruz. İnançlara ve bütün yaşam tarzlarına eşit mesafede özgürlükler ve anlayışlar bekliyoruz ve bekliyoruz Ebru. Bir mavinin gelmesini bekliyoruz. Yazın gelmesini bekliyoruz. Daha mutlu olacağımız günlerin gelmesini bekliyoruz. Dolapta boş askıların unutulmamasını, bizden önceki yaşamların çöpünü taşımamayı bekliyoruz. İnsan gözlemcisi kuşların kaçmayacağı ve bizim yanımızda olacağı bir evreni bekliyoruz. Tıpkı sevgilisini deniz kenarında sefere göndermiş masal kahramanı bir kadın gibi, sevgilimizin döneceği günü bekliyoruz. Âşık olma ihtimalini bekliyoruz. Böyle anlatınca bitmiyor ama aslında arka kapak öyküsü dahil 42 öykü üstünden bu bekleyişlerle hesaplaşıyorum.

- ‘Saklama kaplarına kaç çocuğun ölüsü sığar abi?’ ifadesi, modern dünyanın vicdansız düzenine bir isyan gibi. Sizce bu öyküdeki satıcı, vicdanıyla yüzleşerek insanlığını arıyor mu, yoksa sistemin çarklarına teslim olmuş bir modern trajediyi mi temsil ediyor?

Bence ikisi de. Yani en azından benim bu öyküdeki satıcının duygusal durumu hakkında yaklaşımım, ikisinin de olduğu. Bu kişinin o satışları yapması lazım. Kazandığı parayla gidip bir kilo bile et alamayacak belki. Böyle bir dünya olduğunu biliyoruz. Yani bir yandan o çarkların içinde olmak zorunda, o çarkların gerçekten en işlevli dişlisi gibi davranmak zorunda ama bir yandan da durumun kötülüğünü farkında. Ebru, herkes diyor ya “vicdan öldü”. Buna katılmıyorum. Eğer gerçek bir katilden, gerçek bir sosyopattan bahsetmiyorsak -dokuz yaşındaki bir çocuğun hayatına kasteden sosyopat bir yapıdan bahsetmiyorsak- vicdan asla ölmedi.

- Tencere kapak öykünden hareketle günümüz kapitalist dünyasında bireyin kendisiyle uyumsuz ve hoşnutsuz ve de sürekli tüketen olma halini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Günümüz kapitalist dünyasında bireyin kendisiyle uyumsuz, hoşnutsuz ve sürekli tüketen bir varlık haline gelmesi, ekonomik sistemin birey üzerindeki derin ve sistematik etkilerinin bir yansıması. Kapitalizm, yalnızca bir ekonomik model değil, aynı zamanda bireyin kendini ve dünyayı algılama biçimini şekillendiren bir kültürel ve ideolojik çerçeve sunuyor. Bu çerçevede bireyin uyumsuz ve hoşnutsuz hale gelmesi, tesadüf değil, tam tersine sistemin işleyişi için gerekli bir durum. Günümüzde birey, yalnızca bir tüketici olarak anlam taşıyor. Tüketim, bireyin kendisini ifade etme biçimine dönüştü iyice. Ancak bu tüketim, bir döngüden ibaret: Sahip olunan her şey hızla değerini yitiriyor ve yerini yeni bir arzu nesnesine bırakıyor. Bu nedenle birey, "olma" durumunu asla tam anlamıyla gerçekleştiremiyor; yalnızca "sahip olma" çabası içinde kalıyor.

Yekta Kopan (Fotoğraf: Muhsin Akgün)

"İnsan zihni, tanımlamak, sınıflandırmak ve keyif almak ister"

- Bu Bir Pipo Değildir Magritte'in İmgelerin İhaneti serisindeki tablo üzerinden gerçeğin algılarla nasıl oynandığını sorguluyorsunuz.  Peki gerçek nedir? Dayatılan mı? Sunulan mı? Yoksa Magritte’in simgelediği gibi haz duyulan mı?

Magritte, bize piponun resmini gösterir; o resim, bir nesneyi değil, sadece bir temsilini sunar. Böylece eser, "gerçek" dediğimiz şeyin ne kadar kırılgan ve oynak olduğunu açığa çıkarır. Günümüzde gerçeklik genellikle bize medya, ideolojiler ve kültürel normlar yoluyla dayatılıyor. Bu dayatmaların altını oymalıyız, sorgulamalıyız. Gösterilen her şeyin, hakikatle birebir örtüşmediğini biliyoruz, ama çoğu zaman sürü psikolojisiyle kabul ediyoruz. İnsan zihni, tanımlamak, sınıflandırmak ve keyif almak ister. Tablodaki pipo, gerçekte bir pipo olmasa da onu anlamaya çalışırken duyduğumuz entelektüel haz, gerçekliğe dair hislerimizi dönüştürür. O öyküde de bütün bunları sorgulamak istedim. Şimdi konuyu bir de yapay zekâ üstünden düşünecek olursak, önümüzdeki yıllar “gerçeklik” kavramının deneyimle açıklandığı yıllar olacak sanırım.

- “Okunmayan kitaplar, kitapları değil, okurları yaralar’ Peki, kitabın fetiş malzemesi olduğu bugünlerde bir kitap okunmadığında, okurun vicdanında bir gölge bırakır mı? Yoksa tamamen yok sayılmanın sessizliğini mi taşır?

Bırakmamalı, yazarda nasıl bir his bıraktığını da okur düşünmemeli. Yani bu tartışılmaması gereken bir şey. Bu işte hani toplum için mi sanat, sanat toplum için mi? İnsanı insana, insanla anlatma sanatı, yumurta, tavuk hikayesi bütün bunları kapsayan bir durum.  Seni mutsuz eden, seni inciten, senin zihnini yoran, senin kendi varlığınla hesaplaşmana neden olan, seni sen olmaktan çıkaran bir evliliği sürdürüyor musun? Ne olur boşan? Ve ne olur bırak. Ve burada da “o yazar ne düşünür” diye kaygılanma? Yazar da bir şey düşünmesin. Çünkü senin bıraktığın o kitap bir başkası için de en değerli kitap olabilir. Zaten o yüzden sanat çok güzel bir şey değil mi? O yüzden çok güler yüzlü bir şey. Okuduğunda, izlediğinde kimi zaman hüzünlü kimi zaman mutlu bir gülümseme bırakmalı arkasında. Sorgularına eşlik edebilmeli. Üstüne şakalar yapabilmeliyiz. Üzerine konuşmalıyız. Hüzünlü bir şey olduğunda bile o hüzünden bahsederken yüzümüz gülebilmeli. Yüzümüzü güldüren şey “Hep birlikte bir duyguda buluştuk” düşüncesi olmalı. Özetle tabii ki kitapları bırakabiliriz. Yazarın ne düşündüğünü de önemsememeliyiz.

Ebru D. Dedeoğlu kimdir?

Ebru D. Dedeoğlu, işletme-ekonomi bölümünden mezun oldu. Executive MBA alanında yüksek lisansını tamamladı. İktisat Bankası'nda MT olarak başladığı iş hayatını 13 yıl süresince portföy yönetim şirketlerinin pazarlama biriminde yönetici olarak tamamladı.

Bir yıllık Uzak Doğu serüveninden sonra hayatına yeni bir yön vererek yayıncılık hayatına adım attı ve Doğan Kitap pazarlama biriminde yeniden başladı.

Türkiye'nin çok sayıda yazarlarıyla bire bir geleneksel ve digital medya pazarlama stratejileri üzerine çalıştı.

Cumhuriyet'te Türk/yabancı yazarlarla söyleşiler yaptı. Oksijen gazetesinde de röportajları devam etmektedir.

Yeni yazarlar keşfetti. Doğan Kitap'ta uzun yıllar süren yayıncılık hayatından sonra Ajans Letra'yı kurdu.

Halen Ajans Letra'da çalışıyor ve yazarlara danışmanlık hizmeti veriyor. Aralık 2023'ten itibaren kitaplar, yazarlar, yayın hayatı üzerine T24'te söyleşi yapmaya başladı.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Hayata zekâsı ve kahkahasıyla meydan okuyan Deniz Türkali: Tiyatro, politik bir meydan okumadır; kadından, kediden korkmayan neuzubillah kâfir olur!

"Direnmek için umutlu olmaya ihtiyacımız var. Direnmek için gülmeye ihtiyacımız var. Direnmek için âşık olmaya, sevmeye, dostluklara ihtiyacımız var"

Ercan Kesal, geçmişin ve vicdanın rehberi ‘İsim, Şehir, Film, Roman’ı anlattı: Hakikat denilen şeyin gerçekle bir ilgisi yoktur

"Bulunduğun yere razı olmadan, merak ederek ve şaşırarak sürdürülecek bir ömürden yanayım ben. Modern hayat bütün bunlara set çekiyor. Korunaklı, muhafazalı ama hiçbir şey yapmadığınız, hiçbir risk almadığınız için de aslında size hiç “yaşamadığınız bir ömür” vaat ediliyor"

Zaman, ölüm ve korkunun derinliklerini anlatan “Kıyamet Sonrası Olağan Bir Gün”ün yazarı Murat Gülsoy: Aynaya baktığınızda kimi görüyorsunuz, hep aynı kişiyi mi?

"Ölüm, hakkında emin olduğumuz tek gerçeklik. Dolayısıyla en büyük korkumuz. Arzu denilen duygunun derinliklerinde en karanlık korkumuz duruyor"

"
"