Bu sandık demokrasisi kavramını önemli buluyorum.
Şöyle ki, bu rejimin içinde yaşayan, onunla birlikte nefes alan 85 milyon insan olarak bizler meşhur “tenceredeki kurbağa” misali suyun hangi noktada kaynamaya başladığını pek kestiremiyoruz.
Dolayısıyla birinin Türkiye’ye bakıp “Sizin yaşadığınız rejim gerçek anlamda demokrasi değil” demesi üzerine zaman zaman şaşırabiliyoruz.
“Yok yahu. Basbayağı sandığa gidip oy veriyoruz. Hatta en son yerel seçimde neredeyse tüm Türkiye’de muhalefet oylarını neredeyse ikiye katladı” diye ülkemizdeki demokrasiyi savunma refleksi gösterebiliyoruz.
Lakin siyasete yapılan bu son müdahale sonrası şimdi artık “sandık demokrasisi” diye tarif edilen bu alanı savunma imkanı da pek kalmamış gibi görünüyor.
Öyle görünüyor ki, iktidarın yakın gelecekte en büyük handikabı da bu olacak.
Hayır, yurt dışındaki muhataplarını Türkiye’de bir demokrasinin hüküm sürdüğüne inandırma çabasından söz etmiyorum.
AKP ve iktidarın hala bir “sandık demokrasisi” içinde olduğumuz konusunda bizzat bu ülkenin yurttaşlarını ikna etmesi gerekecek.
Zira İmamoğlu’na yapılan son iki hamle, tüm gerekçelerden bağımsız bir biçimde toplumun hemen her kesiminde “rakibini susturma hamlesi” olarak algılandı.
KONDA’nın son araştırmasına göre Türkiye’de yaşayan her dört insandan üçü (yüzde73) İmamoğlu’nun tutuklanması sonrası yapılan eylemleri belirli şartlar altında “haklı” buluyor.
Dolayısıyla şunu söyleyebiliriz: Halkın AKP seçmenini de kapsayan büyük bir kısmı önce diploma iptali, hemen akabinde bekletmeden yolsuzluk ve teröre destek operasyonlarıyla gelen tutuklamayı doğrudan “sandığa müdahale” olarak görüyor.
İşte, tüm sokak eylemleri bastırılsa, muhalefet sindirilse, İmamoğlu coşkusu bir biçimde sona erdirilse bile rejimin karşısında dev gibi bir dert duruyor olacak: Ülkede bundan sonra sandık demokrasisinin bile kalmadığına inanan, istediği kişiyi seçebileceğine dair inancını tamamen yitirmiş kocaman bir kitle.
Yani rejime “rızası” kalmamış büyük bir kalabalık.
“Rıza” önemli bir kavram. İtalyan sosyalist Gramsci’ye ait.
Gramsci’ye göre toplumda hegemonya ancak rıza ile kurulur.
Rızanın karşısında bir de “zor” vardır.
İktidar topluma kendinden başka birilerinin “zor” uygulamasına izin vermez.
Kendi de “zor”a ancak çok gereken durumlarda başvurur. “Zor”la toplum yönetilemez, hegemonya kurulamaz.
Özellikle ara rejimlerde “zor”un uzun süre toplum üzerinde bir baskı aracı olarak kullanıldığını görürüz ama sürdürülebilir bir hegemonya için en kısa sürede “zor”dan “rıza”ya geçilmesi gerekir.
Rızayı oluşturabilmek için devletin bazı araçları vardır.
Mesela entelektüeller. Gramsci Türkçeleştirilirken “aydın” kelimesi tercih edilmiştir.
Devletin rızayı kurabilmesi, toplumun o hegemonyaya razı gelmesi için siyasette, iktisatta, sanat ve bilim alanında kendi duruşunu dillendirecek aydınlara ihtiyacı vardır.
İşte devletin adeta bir uzvu gibi faaliyet gösteren, onun hegemonyasını toplumun içselleştirmesini sağlayan bu aydınlara “organik aydın” der Gramsci.
Bugün bakıyoruz, toplumun “rızası” kalmadığı gibi elinde bu rızayı yeniden inşa etmek için kullanabileceği “organik aydını” bile yok.
Kendine gazeteci, yorumcu, sanatçı diyen bir kalabalık İmamoğlu’nun neden diplomasının geçerli olmadığını, nasıl da yolsuzluk yaptığını ve terör faaliyetlerine destek verdiğini bulabildikleri her kanaldan 7/24 kitlelerin üzerine boca ediyor.
Buna karşın toplum birkaç sebepten ötürü bu söylenenlere inanmamakta ısrar ediyor ve öyle görünüyor ki karşı taraf ne kadar bağırırsa bağırsın bu sesler topluma sirayet etmeyecek.
Yani toplum bu yaşanana razı gelmiyor. Gerekçeler topluma geçmiyor. İktidar zaman içinde türlü biçimlerde aşındırdığı ve İmamoğlu hamlesiyle inceldiği yerden kopardığı toplumsal rızayı yeniden kurmakta güçlük çekiyor ve bundan sonra da çekecek gibi görünüyor.
Dediğim gibi burada organik aydınlar da devreye giremiyor zira elde organik aydın bile yok.
Çünkü organik bile olsa bu insanların bir yanıyla da aydın, yani entelektüel olması gerekiyor.
Mesela Diyanet İşleri Başkanlığı yapısı gereği tam olarak Gramsci’nin “organik aydın” tarifine oturabilecek bir pozisyonken bugün toplum bu mevkiye baktığında lüks arabalar, adam kayırmalar ve koltuk hırsından başka bir şey görmüyor.
Organik aydının topluma kıyasla ahlaki ve entelektüel bir üstünlüğü bulunması gerekirken bugün bu role soyunanlar toplum tarafından “-mış gibi yapan” yahut son dönemin moda kelimesiyle takiyeci olarak algılanıyor.
Toplum, hegemonyayı entelektüel ve ahlaki açıdan meşru hale getirecek bu insanların aslında kendilerinin de söylediklerine inanmadığını, güçlünün yanında durma refleksiyle altı doldurulmamış ezber cümlelerini durmadan tekrarlayarak sureti haktan görünmeye çalıştığını hissediyor.
Oysa Gramsci’nin “egemenliğin memurları” diye tarif ettiği bu aydın grubunun halkın duygularını iyi anlaması, kitleyle duygusal bir bağ kurması ve en önemlisi halkla arasına bir mesafe koymaması gerekiyor.
Bugün ise organik aydın işlevini görmeye yeltenenlerin bu üç gereklilikten hiçbirini yerine getiremediğini görüyoruz.
Peki, vaktiyle AKP iktidarının da organik aydınları var mıydı?
Şüphesiz vardı.
Sadece kendi mahallelerinde değil karşı mahallede de saygı duyulan, ezberlenmiş cümlelerle değil fikirleriyle kendini ifade eden isimler vardı.
Lakin bu isimlerin bir kısmı süreç içinde dışlandı, bir kısmı kendiliğinden hareketin dışında kalma kararı aldı, bir kısmı da sistemin nimetlerinden faydalanabilmek adına aydın kimliğinden vazgeçti.
Ezcümle, elde toplumu bu son yapılan İmamoğlu tutuklamasının siyasal bir hamle olmadığına “ikna edebilecek” kimse kalmadı.
Dolayısıyla başta da belirttiğim gibi bugün iktidarın önündeki en büyük tehlike bu: Rızayı yeniden inşa edememek.
Sınırlı da olsa, sandık demokrasisi de olsa elde bir demokrasi olduğuna halkı ikna edememek.
Bugünkü toplumsal hareketlilikten anlıyoruz ki, ilk seçimini Osmanlı’da, ta 1877’de yapan toplum sandığın elinden alınmasını kabul etmiyor.
İktidar devlet eliyle propaganda gücünü sonuna dek kullanarak haksız rekabet yaratsa da…
“Post truth” çağında kitleleri manipüle etmek için her türlü numara yapılsa da…
Sadece kendi siyasal alanını değil, muhalefetin siyasal alanını da tanzim etmek üzere türlü Alicengiz oyunları dönse de…
Toplum sandığı ve o sandıkta istediği kişiye oy verme özgürlüğünü talep ediyor.
Bugün yaşananın suçluyu değil toplumu cezalandırma anlamına geldiğini düşünüyor.
Ve “Sen en dişli rakibini siyaset alanının dışına atarsan benim o sandığa gitmemin ne anlamı var ki” diye soruyor.
Bu meşru soru karşısında iktidar nasıl bir yanıt ve rıza üretecek ya da üretebilecek mi…
Göreceğiz.
İyi haftalar.
Eray Özer kimdir?
Eray Özer ODTÜ'de psikoloji okudu, sosyoloji hatmetti. Akabinde Bilgi Üniversitesi'nde yüksek lisans, Anadolu Üniversitesi'nde ise tez aşamasına takılan bir doktora ile akademik hayattan bir türlü elini eteğini çekemedi. Hatta iki yıl boyunca Kadir Has Üniversitesi'nde sosyoloji dersleri verdi.
Meslek hayatına Radikal Gazetesi'nde başladı, kısa süreli televizyon haberciliği deneyiminin ardından Doğuş Dergi Grubu'nda devam etti.
Son olarak ise Cumhuriyet hafta sonu eki Sokak'ı çıkaran ekipte yer aldı. Radikal, Birgün, Cumhuriyet ve Diken'de yazdı.
Yaklaşık dört sezondur devam eden bir podcast içeriği hazırlıyor. Buzdolabının tarihinden Yapay Zekâ'ya, Roman halkının hikâyesinden Kayıp Kıta Mu'ya birbirinden farklı konular hakkında hiç bilinmeyenlerin anlatıldığı "Yeni Haller" ismindeki podcast yayınına Spotify'dan veya tüm podcast uygulamalarından ulaşabilirsiniz.
|