Kırmızı Dans Pabuçları, Kibritçi Kız, Küçük Deniz Kızı, Çirkin Ördek Yavrusu, yalnızca büyüleyici değil, özgürleştirici masallardı.
Böylece ninemin kederle bezenmiş masallarının fışkırdığı coğrafyanın sınırlarını aşan düşler kurmaya başlayabildim.
Artık farklı olmanın, hüzünlü bir deniz kızı olmanın, kırmızı pabuç diye tutturmanın, kibrit ateşiyle tutuşan umutsuz düşlerin ne olduğunu duyumsayabiliyor, zihnime kodluyordum.
Yüzünü yaşamdan çok ölüme dönmüş ninemin, konuşturduğu taşın toprağın, henüz doyamadan yitirdiği insanlar olduğunu, böylece onun ölülerin bilgeliğine sığınarak teskin olduğunu da ilerleyen zamanlarda anladım.
Yangın yerine dönmüş memleketin orta yerinde, artık her gün buyurgan zihnime gönülsüzce eşlik ederek sürüklenen bedenimi alıp girdiğim hastane koridorlarında, taş olmamak için sığındığım vahalardan sıkça uğradığım sinemada İran sinemasından iki film seyrettim.
O son kibrit çöpü sönünce umutsuz düşleriyle birlikte soğuktan taş olanları, inancın gözünü cehennemden ayırmayan karanlığını, ninemin masallarındaki ağzından ateş çıkan ejderhaları, ejderhalara direnirken taş toprak olmuş kadınların, çocukların çığlığını duydum.
En Sevdiğim Pastam (My Favourite Cake) ve Kutsal İncirin Tohumu (The Seed of The Sacred Fig), yalnızca bu yılın değil son zamanların en iyi filmleri.
Cehennem ateşlerini harlayanların coğrafyasında yaşamak çırpınmalarını, her şeye rağmen ezeli umudu yoklayan aşka, hayaletlere uğrayan cesur kadınları, cehennemi yaratanların kendilerinin de birer zebaniye dönüşüp kül oluşunu sinemadan başka ne bu denli keskin ve berrak anlatabilir ki.
İlk filmin yönetmenleri uluslararası ödüllerini almak için ülkeden çıkamayınca, onların yerine ödül törenine gönderdikleri fotoğrafları katılmıştı.
İkinci filmin yönetmeni ise rejimi tehdit etmekten hapis cezası aldığı için iltica etmiş, yerleştiği yeni coğrafyadan özgürlükleri için ölen kadınları ve gençlerin katıldığı gösterileri rahatça paylaşmış, dünyayı sarsacak kocaman bir çığlık atar gibi her şeyi, cehenneme çevirdikleri ülkede tüm olup biteni iki buçuk saatte zihinlere dokumuştu.
O filmlerde yakalandığım yalnızca ortak hüzün müydü yoksa yokuş aşağı inen freni bozulmuş bir kamyona benzeyen memleket ile ilişkili endişeli karamsarlığımın sarsıntıları mıydı bilemiyorum.
Kendimi Melankoli (Lars von Trier) filmindeki, dünyanın sonunun geldiğini herkesten önce anlayan, duyumsadığı hüzün ve acıyla hemhal olan, normal olmadığını düşünenlerden uzaklaşıp yalnızlığına sığınan ama o son geldiğinde herkese umut ve güven veren karakterle özdeşleştiriyorum şu aralar.
İnsanın üzülerek ve hüzünlenerek iyileştiğine inanırım ben.
Hüzünden ve üzüntüden kaçanların, kaçtıklarına yakalanmalarının kaçınılmaz ve çok daha sarsıcı olduğunu düşünürüm üstelik.
Acımasızlıkları ve liyakatsizlik salgını savuşturma yöntemlerinde iyice belirmişti ama yine de o filmde dünyanın sonundan bakan o kadının sükunetini ben de hâlâ koruyordum.
Okul ara tatilinde doğaya, spora kavuşmaya niyetlenmiş çoğu Ankara’dan, hastane ve liseden tanıdık olan, ailelerin, çocukların, çalışanların yandığı korkunç yangın görüntü ve haberleri önüme düştüğünde Ankara-İzmit trenindeydim.
Kocaeli’de yaşamlarını ve birikimlerini, öğrenciler ve kadınlara yararlı kılabilmek için bir dernek kurmuş kadınların çağrısı için yola çıkmıştım.
Her sabah, sabahın bir türlü aydınlanamayan karanlığında yola çıkmış, bir karneye ve ara tatiline kavuşmuş, zihinleri ve bedenlerini tekinsiz uğraşlara kaptırmamaya niyetlenmiş çocuklar, hekimler, akademisyenler, sporcular, gelecekleri için otelde çalışanlar, birbirlerini kurtarmak için yeniden otele girenler, bir otelde, hiç çıkmaması gereken, hemen söndürülebilecek bir yangında çaresizce yandılar.
Nasıl yakıcı bir acı bu.
Ne salgın, ne deprem, ne yangınlar yalnızca afet değil hepsi, geçmişi silip geçen, geleceği belirsizleştiren birer felaket ve başka felaketlerin öncüleri olarak sıra sıra diziliyorlar.
Gözlerim raylarda akmakta olan trenin camlarında puslu bir ufku tararken aklıma yanıma aldığım dergi geliyor.
Çıkarıp okumaya başlıyorum.
Edebiyatımızın 1910 doğumlu Kemal Tahir’ini anlatan satırlara göz gezdirerek zihnimi oyalamayı deniyorum.
Yoksulluk, işsizlik ile geçen yıllarında, o dönemki iktidarın komünistlere açtığı savaşın göstergesi olarak elle tutulur hiçbir delil olmaksızın hapse atılmış.
Karısına yazdığı mektupta cezaevini şöyle tarif ediyor:
“Acı, aç ve kinli bir uğuldama, geceleri ve gündüzleri tıka basa dolduruyor.”
Tıpkı yaşamakta olduğumuz, geçmişi geleceği ayırt etmeye fırsat bırakmayan, tekinsiz bir zamanı kaplayan son zamanlarımız gibi.
Benim bilmediğim o eski zamanları “insanın başına bu memlekette her şey gelir” diye anlatmış.
Demek bize memleketin umutlu yılları olarak anlatılan en eski zamanlar yalnızca komünistler için bir cehennemmiş!
Yıllar öncesini bugüne kavuşturan edebiyat köprüsünden şöyle sesleniyor yine de:
“Umudunu yitiren her şeyi yitirmiş olur.”
(Kafka Okur, Sayı86, Mart 2024, Okan Çil)
Güler yüzlü bir hanımefendi beni istasyonda elinde nergislerle karşılıyor.
Moralsizim diye sızlanıyorum...
Mecalsizliğimi saklamak için artarda kahve içiyorum.
Dönüş treninde, bir poşete yerleştirdiğim nergisler kucağımda, elimdeki telefonla oyalanmaya çalışırken önüme turuncu saçlı, yaşlılığa uğramamaya çalışan, dünyaya tehditler savuran adam ve güzeller güzeli karısının başkanlık töreni sırasındaki ilk dansları düşüyor.
“Bunlar birbirlerinden hatta kendilerinden de tiksiniyorlardır” diye geçiriyorum içimden.
İçimdeki şiddetin tezahürü içimi de zihnimi de çirkinleştiriyor, bunun farkındayım
Filistin’deki çocukların kanı, Ortadoğu’daki halkların yazgısı hepsi sıraya girip bunları ve bunları seçenleri lanetleyecek büyülere karışsın istiyorum…
“Düşlerinde taş olduklarını görüyorlardı, taşların uykusunun ne kadar ağır olduğu bilinir, kırlarda şöyle bir gezin görürsünüz, taşlar orada toprağa yarı gömülü olarak uyurlar, uyanmak içinse kim bilir neyi beklerler.” (Saramago, Körlük)
Yalnız zalimlerin, kötülerin değil seçtiklerinin suç ortağı olmuş insanların da uyanmak için bizden medet uman taşlar olmalarını düşlüyorum…
Esin Şenol kimdir?
Esin Şenol, lise eğitimini TED Ankara Koleji'nde tamamladıktan sonra, tıp eğitimini Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde 1987 yılında tamamlamış ve aynı yıl Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı'nda Araştırma Görevlisi olarak uzmanlık eğitimine başlamıştır.
Aynı anabilim dalında 1992 yılında ihtisasını tamamladıktan sonra uzman olarak göreve başlamış, 1995 yılında yardımcı doçent, 1996 yılında doçent, 2003 yılında da profesör unvanlarını almış ve 2009-2013 yılları arasında anabilim dalı başkanlığı yapmıştır.
1999 yılında Tufts University, New England Medical Center, Boston/MA'da "Kemik İliği Transplantasyon Ünitesi"nde Research Fellow (Araştırma Asistanı) olarak çalışmıştır. Halen kanser hastalarının infeksiyon izleminde konsultan olarak görev yapmakta ve bu konuda araştırmalarını sürdürmektedir.
Prof. Dr. Esin Şenol, Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Enfeksiyon Hastalıkları Ve Klinik Mikrobiyoloji Anablim Dalı Öğretim Üyesidir.
Ayrıca bağışıklama ve özellikle erişkin aşılması ile ilgili çalışmalar yürütmekte olup,
Gazi Üniversitesi, Tıp Fakültesi İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı bünyesinde Türkiye'deki ilk "Erişkin Aşı Merkezi" kurmuştur.
2013 yılında KLİMİK (Klinik Mikrobiyoloji ve İnfeksiyon Hastalıkları) Derneği alt grubu olarak, Erişkin Bağışıklama Çalışma Grubu (EBÇG) kurmuş ve halen başkanlığını yürütmektedir.
Ayrıca; Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Etik Komite (2005-2007), Gazi Üniversitesi Akademik Değerlendirme ve Akreditasyon Ofisi (GÜADEK) –Kurucusudur (2005-2007).
Gazi Üniversitesi - Avrupa Üniversiteler Birliği ve Bolonya Süreci Kurucusu (2005-2007) ve
Febril Nötropeni Derneği Genel Sekreterliği (2005-2011) yürütmüş olduğu diğer görevlerdir.
TTB_Pandemi Çalışma Grubu üyesidir.
ATO Onur Kurulu Üyesi olarak çalışmıştır (2020-2022).
ATO-Yönetim Kurulu Üyesi (2006-2008) olarak çalışmıştır.
Halen T24 ve Birgün Gazetesinde köşe yazıları yazmaktadır.
Yabancı dili İngilizce olup evli, 1 çocuk annesidir.
Dünya Kitle İletişim Vakfı tarafından gerçekleştirilen 31. Ankara Uluslararası Film Festivali (3-11 Eylül 2020) ve 32. Ankara Film Festivalı (4-12 Kasım 2021) Düzenleme Kurulunda yer almıştır.
33. Ankara Film Festivalı (3-11 Kasım 2022) Düzenleme Kurulundadır.
İlgi alanları, sinema, yelken ve edebiyattır.
|