06 Ekim 2024

Şilili şairler

Bu yılki Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi 11 Ekim’de açıklanacak. Bu listeye bir şair daha eklenecek mi, Şili şiiri bir kez daha Nobel ile taçlandırılacak mı göreceğiz. Nobel ödülü bu toprakların şairlerine bir daha uğramasa bile Şililerin şiir sevgisi sonsuza dek sürecek gibi görünüyor

“Şiirsiz şehir olmaz”

Şili, şairleriyle ünlü bir ülke. Dünyaca ünlü Nobel ödüllü Şilili şair Pablo Neruda’nın da elbette bunda büyük payı var. Ancak Neruda, buzdağının sadece görünen yüzü. Derinlerde şiirle yatıp kalkan, şiirle nefes alan gençlerin kapıldığı güçlü akıntılar ve nesilden nesle tutkuyla aktarılan köklü bir gelenek var.

“Şilili bir şair olmak Perulu bir şef, Brezilyalı bir futbolcu ya da Venezuelalı bir model olmaya benzer” diyor, kendisi de öykü ve romandan önce uzun süre şiir yazmış olan Alejandro Zambra.

Zambra’nın şiire bir güzelleme niteliğinde olan romanı Şilili Şair (Notos Kitap, 2022), insanlık dışı bir dünyada şiirin ne işe yaradığı ve şair olmanın ne anlama geldiği üzerine düşündürüyor.

Zambra, ülkesindeki şiir aşkını bir baba-oğul ilişkisi üzerinden anlatıyor bize. Hayat denilen karmaşanın içinde hakiki sözcükleri bulup o sözcüklere tutunmaya çalışan, insanları değiştiren ve dönüştüren şiirler yazmaya çalışan ve dünyayı sadece şiirin kurtaracağına inanan bir baba-oğulun hikâyesi bu. Zambra sizi bu hikâyenin içine öyle çekiyor ki kitabı bitirdikten sonra koşa koşa şiir okumak ve şiirin gücüne inanmaya devam etmek istiyorsunuz. 

Alejandro Zambra

Şilili Şair, aynı zamanda Roberto Bolaño’nun otobiyografik öğeler taşıyan romanı Vahşi Hafiyeler’e (Metis, 2007/ Can, 2019) bir nazire niteliğinde. Bizim romanlarıyla tanıdığımız, ancak romandan önce (tıpkı Zambra ve çoğu diğer Şilili yazar gibi) şiir yazmış olan Bolaño’nun “vahşi hafiyeleri”, Zambra’nın romanında da boy gösteriyor.

Bolaño, Vahşi Hafiyeler’i “kendi kuşağına yazdığı bir aşk mektubu” olarak tanımlıyor. Karşılığında hiçbir şey beklemeden elindeki her şeyi veren “aptal” ve cömert” bir kuşak bu, Bolaño’ya göre.

Vahşi Hafiyeler, kayıp bir şairin peşinde çölleri aşan ve kendileri de kayıplara karışan genç şairlerin hikâyesini anlatıyor. Hem vahşi hem de şefkatli bir hikâye bu.

Bolaño her ne kadar “Şimdi bizden geriye hiçbir şey kalmadı” dese de Zambra’nın Şilili Şair’inde “aptal” ve “cömert” hafiyelerin nasıl da hâlâ kanlı canlı olduklarını görüyoruz.

Roberto Bolaño

Şairler, dünya genelinde edebiyat dünyasının yıldızları arasında kolaylıkla yer bulamayabilir, romancılar kadar popüler olmayabilirler. Ancak Zambra’nın romanındaki ABD’li “gringa” gazetecinin gözlemlerine göre, “Şilili şairler, şaşırtıcı biçimde romancılardan daha ünlü ve şairler hakkında kitap yazan çok sayıda romancı var. Bir nevi ulusal kahraman, efsanevi figür sayılıyorlar.”

Ne var ki “ulusal kahraman” sayılmaları, şairlerin şiirlerinden para kazandıkları anlamına gelmiyor. Şili’de, dünyanın geri kalanında olduğu gibi, şairlik ikili bir hayat sürmek demek. Hiçbirinin tek uğraşı şiir değil. Çoğunluğu ya öğretmen ya atölye veriyor. Hükümetin verdiği bazı burslar var ama yetersiz. Buna rağmen milyoner olmayı hedefleyenler de var. Zira Neruda milyoner olmuştu.

Zambra’nın gazeteci karakteri, Şili’de şair olmanın farkını böyle özetliyor: “İşin ucunda milyoner olmak da var, sefaletten ölmek de.”   

Poeta Chileno, Alejandro Zambra

Zambra, Okumamak (Notos Kitap, 2022) adlı deneme kitabında ülkesindeki şairlerin genel durumunu özetliyor. Buna göre, yirmi yaşlarında şairler, dergilerde ve antolojilerde şiirlerini yayımlamış, atölyelere katılmış, okul yıllıklarına katılmışlardır. İlk kitapları kötü olsa da yayına hazırdır. Yirmi beş yaşlarına geldiklerinde ilk şiirlerini geçmiş günahları olarak görüp reddederler, ikinci kitaplarını olgunluğa ermeyi ve kendi seslerini bulmayı umut ederek yayımlatırlar.

Otuz yaşlarında artık üç kitap yayımlamış olmalarına rağmen hayal kırıklıkları daha görünürdür. Birçok antoloji ve dergi tarafından dışlanmışlardır ama bunu kolay kolay kabullenmezler. Otuz beş yaşına geldiklerinde “genç şair” olarak anılmaktan rahatsızlık duymaya başlarlar, artık atölye yapmazlar. Kırk yaşlarına geldiklerinde ise artık kimse onlara “genç şair” demez. Bundan sonrası artık çöküştür.

Elli, altmış, yetmiş yaşlarında şairler ufak tefek iki üç ödül alır, belki kitapları birkaç yabancı dile çevrilir ya da şiirleri tezlere ve makalelere konu olur. Unutulup gitmiş şairleri geçmişin karanlığından çekip çıkaran yayınevleri de bulunabilir zaman zaman. Onları telefonun başında birilerinden haber beklerken görmek acıma hissi uyandırır. İnanmadan da olsa dünyayı sadece şiirin kurtaracağını söylemeye devam ederler.

“Ulusal kahraman” sayılan Şilili şairleri bekleyen son aşağı yukarı böyle olabilir. Fakat bir de Nobel alan ya da adı Nobel adayları arasında geçen Şilili şairler vardır ki gözler her daim onların üzerindedir.

Nobel’e doğru

Bu yılki Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi 11 Ekim’de açıklanacak. Şilili şair Raúl Zurita’nın adı da uzun zamandır adaylar arasında geçiyor.

Bugüne kadar Şili’den iki şair Nobel’e layık görüldü: 1945’te Gabriela Mistral, 1971’de ise Pablo Neruda.

Nobel komitesinin tercihlerinin daha çok kurgu yazarlarından yana olduğunu düşünürsek, bir ülkeden Nobelli iki şair çıkmış olması hiç de yabana atılır bir durum değil. Zira son otuz yılda sadece üç şair Nobel alabildi: Tomas Tranströmer (2011), epey tartışmaya yol açan müzisyen Bob Dylan (2016) ve Louise Glück (2020.)

Bu listeye bir şair daha eklenecek mi, Şili şiiri bir kez daha Nobel ile taçlandırılacak mı göreceğiz. Nobel ödülü bu toprakların şairlerine bir daha uğramasa bile Şililerin şiir sevgisi sonsuza dek sürecek gibi görünüyor.

Bu arada biz de bu şiir ülkesinin Nobel alan ve Nobel için adı geçen şairlerine biraz daha yakından bakalım.

Mistral: Feminist bir şair ve eğitimci

1945’te edebiyat dalında Nobel alan Gabriela Mistral, bu ödüle layık görülen ilk Latin Amerikalı ve aynı zamanda ilk kadın şairdi.

Gabriela Mistral

Asıl adı Lucía Godoy Alcayaca olan Gabriela Mistral, 1889’da Şili’nin kuzeyinde küçük bir kasaba olan Vicuña’da yoksul bir ailenin kızı olarak dünyaya geldi. 15 yaşından itibaren Şili’nin çeşitli bölgelerinde öğretmen olarak görev yaptı ve ilk şiirlerini de o yıllarda “Gabriela Mistral” mahlasıyla yayımladı. Hayran olduğu şairlerin isimlerinden oluşturduğu bu mahlasla 1914’te önemli bir ulusal edebiyat ödülü kazandı.

Zamanının çok ötesinde feminist bir duruşu olan Mistral, bu duruşu sadece şiirlerinde değil pedagoji üzerine kaleme aldığı politik makalelerinde de sergiledi. 1922’de Meksika Eğitim Bakanı’nın davetiyle Meksika’ya geldi ve ülkedeki eğitim reformuna fikir ve öneriyle katkıda bulundu.

Mistral, Meksikalı köylü kadınlara yönelik pedagojik düşüncelerini, 1923’te yayımladığı Lecturas Para Mujeres (Kadınlar için Konuşmalar) kitabında dile getirdi. Ona göre, kırsal kesimdeki eğitimin amacı, köylü kadınları entelektüel ve pratik olarak toplulukları içinde özne haline getirmek ve dönüştürmek olmalıydı. Mistral’in kadın ile doğa arasındaki ilişki üzerine yazdığı şiir ve makaleler, günümüzdeki ekofeministler için de referans oldu.

Nobel Edebiyat Komitesi’nin ödülü takdim ederken dediği gibi, “güçlü duygulardan esinlenen lirik şiirleri”, Mistral’in adını “tüm Latin Amerika dünyasının idealist özlemlerinin bir sembolü” haline getirmişti.

Neruda’nın hayatı, kişiliği ve şiirleri

1971’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan Pablo Neruda, Gabriel García Márquez’e göre,yirminci yüzyılın en büyük ozanı”ydı. Üstelik sadece büyük bir ozan değil, aynı zamanda önemli bir siyasi aktivist ve Pinochet diktatörlüğüne karşı direnişin de sembolüydü.

Ne var ki Neruda’nın anılarında 1929’da diplomat olarak gittiği Sri Lanka’da bir hizmetçiye tecavüz ettiğini anlatması, onun hem edebi hem de siyasi mirasına büyük bir gölge düşürdü. En ağır insan hakları ihlallerinden biri olan tecavüz ne onun yazdığı aşk dizeleriyle bağdaşıyordu ne de savunduğu eşitlik ve adalet ilkeleriyle.  

Neruda’nın eserlerinin değeri tartışılmaz. Ancak bir sanat eserini, o eseri yaratan sanatçıdan ne kadar ayrı düşünebiliriz, bu çok önemli bir tartışma konusu. Bu derin tartışmaya hiç girmeden, şiirlerin şairlere değil okurlara ait olduğunu düşünen postacı Mario’ya kulak verebiliriz.

1994 tarihli Il Postino (Postacı) filminde Neruda’nın postacısı olan Mario, evlenmek istediği Beatrice’yi tavlamak için Neruda’nın şiirini kendi şiiriymiş gibi kullanır. Neruda buna itiraz ettiğinde ise “Senin yazdığın şiirle kızı baştan çıkardığım doğru. Ama o şiir sana ait değil” diye cevap verir. Çünkü Mario’ya göre, “Şiir, yazana değil ihtiyacı olana aittir.”

Il Postino (1994) filminden bir kare

Parra ve karşı-şiir

Modern Latin Amerika şiirinin öncülerinden Nicanor Parra, 1914’te Şili’nin güneyindeki Biobío bölgesinde yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası müzik öğretmeni, erkek kardeşi gitaristti. Kız kardeşi ise Gracias a la vida şarkısının da bestecisi olan ünlü folk müzik sanatçısı Violeta Parra’ydı.

Nicanor Parra, müzisyen bir ailenin matematikçi çocuğuydu. Şili, ABD ve İngiltere’de matematik ve fizik alanında eğitim gördü, 1953’te ülkesine dönerek Şili Üniversitesi’nde fizik profesörü olarak görev yaptı. Ancak ailedeki sanatçı genlerden o da nasibini almıştı.

İlk şiir kitabını 1937’de çıkaran Parra, esas çıkışını 1954’te yayımlanan Poemas y Antipeomas (Şiirler ve Karşışiirler) kitabıyla yaptı. Karşı-şiirin manifestosu olarak anılan ve 1960’ta İngilizceye çevrilen bu kitap, Parra’ya dünya çapında bir ün getirdi. 

Nicanor Parra

Kendisini bir “Karşışair” olarak tanımlayan Parra’nın 1954-1969 arasında, en verimli döneminde yazdığı şiirler, 2015’te Bülent Kale’nin çevirisiyle Ayrıntı Yayınları tarafından dilimize kazandırıldı. Şiirler Karşışiirler Başka Şiirler adını taşıyan kitabın önsözünde çevirmen Bülent Kale, karşı-şiiri şöyle tanımlıyor:

“Nedir Karşışiir? Mevcut şiire dahil olmadan şiir olarak kalmayı başaran her şiir mi? Belki. […] Eleştirmenler bu şiirin öncelikle bir ‘karşıkahraman’ tarafından söylenen bir anlatı şiiri olduğunu belirtirler. Bu karşıkahraman yaşadığı çağın ürünüdür, bir özneden çok nesneye benzer, bize aktaracağı büyük doğruları, aydınlatıcı saptamaları yoktur. İnsana özgü kendi küçük hikayelerini de anlatmayı beceremez. Dağılır, kekeler, anlatılmaya değer olanı seçemez. Bu yüzden anlatıları kopuk ve dağınıktır. […] Bu şiirlerde konuşan aslında sistemin ürettiği insandır, dil ona reva görülen dildir, anlattığı kendi hazin hikâyesidir.”  

Lirizmden uzak, doğrudan, süssüz bir dil kullanan Parra’nın şiirlerine genellikle kara bir mizah hâkimdi. Bolaño onun için “Bildiğim kadarıyla, sadece Meksikalı şair Mario Santiago onun eserini anlaşılır bir şekilde okudu. Biz diğerleri sadece karanlık bir göktaşı gördük” demişti.

2011’de Cervantes ödülünü kazanan ve Nobel Edebiyat Ödülü için dört kez aday gösterilen Parra, 2018’de 103 yaşında hayatını kaybetti.

Zurita’nın Araf’ı

Nobel için defalarca aday gösterilen bir diğer Şilili şair ise Raúl Zurita. 1950’de Santiago’da İtalyan göçmeni bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen ve anadili İtalyanca olan Zurita, büyükannesinin sık sık kendisine okuduğu Dante Alighieri’nin İlahi Komedya’sının etkisinde büyüdü. Bu etki, elbette şiirlerini de biçimlendirdi.

Zurita, 11 Eylül 1973’te Pinochet önderliğindeki askeri darbenin gerçekleştiği gün gözaltına alındı ve 21 gün boyunca işkenceye maruz kaldı. Serbest kaldıktan sonra çeşitli işlerde çalıştı ama esas olarak çaldığı pahalı kitapları satarak para kazanıyordu. 1979’da ilk şiir kitabı Purgatorio (Araf) yayımlandığında, kitabını satan kitapçılara girmesi yasaktı.  Hepsinde kara listeye alınmıştı.

Raúl Zurita

Zurita’nın Dante’den esinlenen Araf kitabı, Şili’nin 11 Eylül’ünün ebedi metni olarak görüldü. Cehennemin ardından kurtuluşa giden yolda, cenneti inşa etmeye yönelik bir arayışın ürünüydü bu kitap. 

Zurita’nın Araf’ında cehennem azabı, çaresizlik ve umutsuzlukla ilahi aşka duyulan özlem iç içeydi. Üçlemesinin ilk kitabı olan Araf ile biçimsel yaratıcılığını ve becerisini ortaya koyan Zurita, 1982’de yayımlanan Anteparaíso (Cennet Öncesi) ve 2018’de son halini alan La vida Nueva (Yeni Hayat) ile dile yönelik baskıcı kodları aşmaya devam etti.

ABD’li editör ve çevirmen Steven F. White, 1986 tarihli Poets of Chile (Şilili Şairler) adlı kitabında “yeni Şili şiiri Raúl Zurita ile ölçülüyor” diyecekti. Görünen o ki henüz iki kitabı olan bu “genç şair” dikkatleri üzerine çekmeyi başarmıştı. Cennet Öncesi, 1986’da New York’ta iki dilli bir baskıyla hem İngilizce hem İspanyolca olarak yayımlandı.   

Pinochet rejiminin başından sonuna kadar Zurita, yüzünü dağlamak ve gözlerini amonyakla yakmak gibi kendine zarar veren korkunç eylemlerde de bulundu. Bu eylemler onu politik açıdan da tartışmalı biri haline getirdiyse de o her zaman baskı ve sansüre karşı yaratıcı bir şekilde şifreli ve özgün şiirler yazmaya devam etti.  

Zaman onun ideallerini hiçbir zaman törpülemedi ve şiir onu hiç terk etmedi. Zurita, diktatörlük sona erdikten sonra da dayanılmaz olanı sanat yoluyla aşmaya ve hayal bile edilemeyecek acılar karşısında bile Cennet’in mümkün olduğunu öne sürmeye devam etti.

Şilili bir eleştirmenin kendisi için yazdığı şu sözlere Zurita’nın itirazı olmasa gerek:

“Zurita’nın Araf’a gitmeyeceği izlenimini ediniyoruz. Doğrudan cehenneme ya da cennete gidecek. Orada ya ateş ya da bulut yazılarıyla varlığını sürdürecek.”

Esra Akgemci kimdir?

Esra Akgemci, lisans eğitimini Hacettepe Üniversitesi İktisat (İngilizce) bölümünde, yüksek lisans ve doktora eğitimini Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümünde tamamladı. ABD, Meksika, Şili ve Brezilya'da lisansüstü araştırmalarda bulundu.

Kâzım Ateş ile birlikte Dünyanın Ters Köşesi Latin Amerika: Tarih, Toplum, Kültür (İletişim, 2020) adlı kitabı derledi. Selçuk Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü'nde doçent olarak görev yapıyor. ODTÜ Latin ve Kuzey Amerika Çalışmaları programında yüksek lisans dersleri veriyor.

Yazarın Diğer Yazıları

Bir yazarın sağa dönüşü: Vargas Llosa ve “Zor Zamanlar”

“İktidar yapılarını ve bunlara karşı direnişi” bu kadar ustalıkla anlatan bir yazar nasıl bu kadar radikal bir sağ kutba savrulabilir? Bir sanat eserini, onu yaratan sanatçıdan bağımsız olarak düşünebilir miyiz?

25 Kasım: Yaşamak için direnmek

Dedé, hayatını kız kardeşlerinin hikâyelerini anlatmaya adadı. Çünkü kadın katillerinden hesap sormak kadar öldürülen kadınların anılarını yaşatmak ve onların sadece birer rakamdan ibaret olmasına izin vermemek de mücadelenin bir parçasıydı

Pedro Páramo: Toprak ağaları ve hayaletler

Pedro Paramo, bir çürüme hikâyesi. Yaşayanların da tıpkı ölüler gibi çürüdüğü, ölülerden pek de farklarının kalmadığı bir toplumun hikâyesi bu. Toprak ağaları ve hayaletler birbirinden çok da uzak değiller

"
"