Suriye iç savaşında geçtiğimiz hafta Halep’te yaşanan şiddetli çatışmalar ve El Kaide’nin devamı olarak görülen Hey'et Tahrir el-Şam (HTŞ) güçlerinin rejim kontrolündeki bölgelere yönelik sürpriz saldırıları, sahadaki dengeleri beklenmedik şekilde sarstı. Uzun zamandır Suriye savaşının mevcut dengeler üzerinde donma eğilimine girdiği ve yerel çatışmaların devam etmesine rağmen büyük ölçekli çatışmaların sona erdiği düşünülüyordu. Ancak, son gelişmeler bu öngörüyü ciddi şekilde sarsmış durumda.
Sahada kimin ne yaptığına ve hangi amaçla hareket ettiğine dair net bir tablo oluşturmak şu an için oldukça zor. HTŞ’nin saldırılarının dış desteği, amacı ve sonuçları belirsizliğini korurken, mevcut durum bir sis ve toz bulutunun içinde şekilleniyor. Bu bilgi karmaşası, yalnızca şu anki durumu anlamlandırmayı değil, aynı zamanda gelecekteki olası senaryoları öngörmeyi de büyük ölçüde zorlaştırıyor.
Peki bu toz bulutunun içinde bildiklerimiz neler?
Bir rejim dış destekle ancak belirli bir noktaya kadar ayakta kalabilir; dengeler değiştiğinde sürdürülebilirlik, içeride güçlenmeye bağlıdır. HTŞ 2016'dan bu yana Halep'e yönelik en büyük saldırıyı gerçekleştirerek kenti ele geçirdi ve Suriye iç savaşında önemli bir dönüm noktasına imza attı. Suriye’de el Kaide’nin kolu olarak görülen ve bunu bağlantıyı silebilmek için sürekli isim değiştirerek en son HTŞ’de karar kılan silahlı cihatçı Türkiye ve ABD tarafından terör örgütü olarak nitelendiriliyor. HTŞ’nin son saldırısı, rejim güçlerinin savunmasındaki zayıflıklarla doğrudan ilişkili olup, özellikle rejimin müttefikleri olan Rusya, İran ve Hizbullah’ın farklı cephelerdeki yükümlülükler nedeniyle güç kaybetmesiyle doğrudan bağlantılı. Ukrayna savaşı nedeniyle askeri kaynaklarını Suriye'den çekmek zorunda kalan Rusya, İran’ın ekonomik yaptırımlar ve iç sorunlarla boğuşması ve Hizbullah’ın İsrail ile ve Lübnan’daki krizlerle uğraşması, rejimin Halep üzerindeki kontrolünü savunmasını ciddi şekilde zorlaştırdı. HTŞ’nin bu saldırısı, isyancı gruplar arasındaki liderlik rolünü pekiştirirken Suriye'deki çatışmaların ne kadar kırılgan ve öngörülemez olduğunu bir kez daha gösterdi. Suriye’nin ikinci büyük kenti ve ticaretin merkezi Halep’in düşüşü bölgesel ve uluslararası aktörlerin Suriye iç savaşına bakışını yeniden şekillendirecek bir potansiyele sahip.
İç savaşlarda toprak kontrolü neredeyse her zaman geçici ve değişkendir. Savaşın doğası gereği, taraflar arasında askeri üstünlük sürekli el değiştirir ve bir bölgeyi ele geçirmek, o bölgeyi gerçekten kontrol etmek anlamına gelmez. Geçtiğimiz hafta Halep’te yaşananlar, sadece muhalif güçlerin değil rejim güçlerinin de ele geçirdiği bölgelerdeki kontrolünün ne kadar kırılgan olduğunu bir kez daha gösterdi. HTŞ evet Halep’i ele geçirdi. Ancak bu ele geçirme durumunun sürdürülebilir olup olmadığı büyük bir soru işareti. Bir bölgeyi ele geçirmenin ötesinde, o bölgeyi uzun vadede elde tutabilmek çok daha karmaşık bir süreç. Bu süreç, yalnızca askeri üstünlükle değil, halkın desteği, bölgesel ve uluslararası dengeler, lojistik üstünlük ve yerel direniş gibi pek çok faktörle doğrudan ilişkili. Bu nedenle, HTŞ’nin Halep’te elde ettiği bu kazanımlar, yüzeyde hızlı bir başarı gibi görünse de, uzun vadede sürdürülebilir olmayabilir de. Zira Suriye iç savaşındaki örnekler, kontrolün geçiciliğini ve her an değişebileceğini defalarca kanıtlar nitelikte.
İç savaşlarda vekalet savaşı yürüten grupların tamamen dış güçlerin kontrolünde olduğu inancı doğru olsa bile eksik bir değerlendirmedir. Suriye iç savaşında da sıkça karşılaşılan savaşan grupların bir devletin “maşası” olduğu algısı sahadaki aktörlerin karmaşık ve dinamik yapısını göz ardı eder nitelikte. Örneğin; "HTŞ'nin Halep'e yönelik saldırısı, hangi dış gücün talimatıyla gerçekleşti?" sorusu, çatışmanın akışını kavramak için yetersiz kalacaktır. Evet, HTŞ bu saldırıyı gerçekleştirirken muhtemelen onay ve destek almıştır. Ancak bu grupların her zaman kendi bağımsız çıkarları ve stratejik hedefleri de vardır. Dolayısıyla vekillik her zaman sahada bir başka gücün maşası olmak anlamına gelmez. Üstelik sahada savaşanlar onlar oldukları için çatışmada karşılaştıkları gerçeklik, masada yaptıkları müzakereden çok farklı sonuçlar doğurabilir. Dolayısıyla sahada bir dış aktörün çıkarı lehine tutarlılık aramak ve dış sponsoru o tutarlılık üzerinden bulmaya çalışmak her zaman yanıltıcıdır. Sahada bir grubu bütünüyle kontrol etme varsayımı vekalet savaşlarının en kırılgan noktası ve dış aktörlerin en ciddi yanılgısıdır.
İç savaşlarda savaşan gruplar arasında geçişkenlik sandığımızdan fazladır. Çöken devletlerde faaliyet gösteren silahlı grupların kimlere hizmet ettiği veya hangi ideolojiyi benimsediği sürekli bir tartışma konusudur. Ancak bu gruplar, genellikle sabit yapılar olmaktan ziyade geçici koalisyonlar ve stratejik ittifaklar şeklinde hareket ederler. Bu gruplar içinde yer alan savaşçılar yer değiştirir, bir gruptan diğerine katılır veya tamamen bağımsız hareket etmeye başlar. Aile üyeleri başka bölgelere göç eder; bu durum, grupların demografik ve ideolojik yapısını sürekli olarak değiştirir. Bir grup tarafından ele geçirilen yardım malzemeleri ya da silahlar, zamanla çatışmalar ve el değiştirmeler yoluyla diğer grupların eline geçebilir. Silahlı gruplar, değişen güç dengelerine ve saha koşullarına hızla uyum sağlayarak varlıklarını sürdürmeyi hedefler. Bu adaptasyon sürecinde ideolojik motivasyonlar genellikle arka planda kalır. Savaşanlar açısından, hayatta kalma çabası ve savaş koşullarında stratejik avantaj sağlama arzusu belirleyici faktörler haline gelir. Bu hareketlilik, HTŞ ve benzeri grupların ideolojik sınırlarını daha da bulanıklaştırır ve net bir kimlik tanımlamasını zorlaştırır. Dolayısıyla Suriye’de Müslüman Kardeşler, IŞİD, HTŞ, ÖSO arasında kesin çizgiler çizmek oldukça zor. Birini diğerini ayırmak siyah beyaz renkler arasındaki fark gibi değil. Örgütler arasında gri alanlar oldukça geniş.
Savaş, normal olandan bir kopuş ya da geçici bir dönemden ziyade, bir yönetim biçimi olarak süreklilik kazanabilir. İç savaşlarda savaş öncesinin otoriter, yağmacı ve kriminal ekonomik normları mevcut durumun gereklerine hizmet edecek şekilde yeniden düzenlenip, kalıcılaştırılabilir. Bu anlamda çatışma geçici bir kriz ya da sonrasında gelecek kurumsal reformlar veya müzakere için bir kesinti olmaktan çıkar. Bu tür iç savaşlarda taraflar, bir çözüm üretmek ya da tüm ülkeyi yönetmek için değil, mevcut durumu koruyarak kendi etki alanlarını kaybetmemek amacıyla rekabet ederler. Taraflar çatışmaların sona ermesinden ziyade, aralıklarla parlayıp sönen ve süresiz bir şekilde devam eden bir durumdan hoşnut olabilirler. Herhangi bir müzakere olasılığı, savaşan tarafları müzakereleri bozucu şekilde hareket etmeye iter. Zira savaşan aktörler için barış ve kalıcı çözüm en tercih edilir seçenek olmayabilir. Lübnan’da iç savaşın 15 yıl (1975-1990) sürdüğü, Afganistan’ın 1978’den beri düzene ve barışa kavuşmadığı akılda tutulmalı.
Bir devlet çökerken, yalnızca o ülke değil, çevresindeki tüm komşuları da bu çöküşün altında kalır. Geçtiğimiz 25 yıl içerisinde Türkiye'nin sınırında iki devlet çöktü: Irak ve Suriye. Şu anda ise İran'ın nasıl çökeceği üzerine planların yapıldığı ya da en iyimser senaryoda bu ihtimallerin tartışıldığı bir dönemdeyiz. Çöken devletlerin yarattığı kaos ve istikrarsızlık, her zaman bölge ülkelerine ağır maliyetler getirir. Komşu devletin çökmesine bilfiil ortak olmuş devletlere daha da ağır maliyetler getirir. Suriye örneğinde olduğu gibi, iç savaşın yarattığı şiddet dalgaları komşu ülkelere mülteci akınları, sınır güvenliği sorunları ve vekil grupların faaliyetleri gibi ciddi riskler olarak yansır. Bu durum, sadece güvenlik kaygılarını değil, aynı zamanda ekonomik ve toplumsal dengeleri de alt üst eder. Çöken bir devletin sınır komşusu olmak, o ülkenin içindeki istikrarsızlıkların, çatışmaların ve belirsizliklerin doğrudan etkisini hisseden bir konumda bulunmak anlamına gelir. Türkiye’nin mevcut sorunlarının odağında bu devletlerin çökmesine engel olmayıp bizzat katılması vardır. Afgan iç savaşına krizi fırsat olarak görerek taraf olan Pakistan bunun faturasını hala ödemeye devam ediyor. Türkiye iç savaşın tarafı olarak Suriye’yi Afganistanlaştırırken, tıpkı Pakistan gibi bunun karşılığında milyonlarca mülteciye ev sahipliği yapmak, her türlü terör örgütüyle uğraşmak gibi hiç hesap edemediği sorunlarla iç içe durumda. Üstelik komşusu Suriye’de büyük güçlerle karşı karşıya gelmek, bölgesel güçlerle rekabet etmek gibi riskleri de göğüslemek zorunda.
Sonuç olarak; Rusya'nın Ukrayna'da zayıfladığı, İran ve Hizbullah'ın İsrail ile meşgul olduğu bir dönemi fırsat olarak görüp, İran’ın çökmesine zemin hazırlayacak veya Suriye’deki iç savaşı körükleyecek hiçbir girişimin Türkiye’ye fayda sağlaması mümkün değildir. Bu tür süreçleri kontrol edebileceğini düşünenlerin, geçtiğimiz on beş yıla bakması yeterli olacaktır. Ancak bakmak kadar, bu geçmişten doğru dersleri çıkarabilmek ve görebilmek de önemli bir meziyet.
Kitap önerisi
Erdoğan'ın iktidarının ilk günlerinden ona karşı düzenlenen başarısız darbeye, Kürt barış sürecinden Arap ayaklanmalarına ve mülteci krizine kadar Türkiye ve Suriye’nin kaderinin nasıl birlikte örüldüğünü anlamak için Gönül Tol’un “Erdoğan”s War” kitabını okumanızı tavsiye ederim.
|
Evren Balta kimdir?
Evren Balta, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi (Mülkiye) Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü bitirdi. ODTÜ’de ‘sosyoloji’, Columbia Üniversitesi’nde ‘uluslararası ilişkiler’ alanında yüksek lisans yaptı. Doktora çalışmasını ‘siyaset bilimi’ alanında New York City Üniversitesi’nde tamamladı. Karşılaştırmalı siyaset, siyasal şiddet, popülizm, güvenlik, dış politika, vatandaşlık ve ulusötesi siyaset alanlarında yoğunlaşan çalışmalar yaptı.
Derleme çalışmaları Türkiye’de Devlet, Ordu ve Güvenlik Siyaseti (İsmet Akça ile birlikte, Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2010); Küresel Siyasete Giriş (İletişim Yayınları, 2014), Kuşku ile Komşuluk: Türkiye ve Rusya İlişkilerinde Değişen Dinamikler (Gencer Özcan ve Burç Beşgül ile birlikte, İletişim Yayınları, 2017) adlarıyla yayımlandı.
Küresel Güvenlik Kompleksi (İletişim Yayınları, 2012), Tedirginlik Çağı: Şiddet, Siyaset ve Aidiyet Üzerine (İletişim Yayınları, 2019), The American Passport in Turkey: National Citizenship in the Age of Transnationalism (Özlem Altan-Olcay ile birliktee, UPenn, 2020) adlı kitapları yayımlandı.
Türkiye’de Amerikan Pasaportu / Ulusötesi Çağda Aidiyet ve Vatandaşlık (Koç Üniversitesi Yayınları, 2024) adıyla Türkçe’ye çevrilen ortak çalışması, 2021 yılında Amerika Sosyoloji Derneği’nin en iyi kitap ödüllerinden birine değer görüldü.
Araştırmaları Fulbright, Mellon Vakfı, Social Science Research Council, American Association for University Women ve TÜBİTAK tarafından desteklendi.
Özyeğin Üniversitesi’ne katılmadan Avusturya ve ABD’de akademik çalışmalar yaptı, Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi’nde ‘kıdemli araştırmacı’, TÜSİAD bünyesinde oluşturulan Küresel Siyaset Forumu’nda ‘akademik koordinatör’ olarak görev üstlendi, New York City Üniversitesi The Graduate Center’dan ‘seçkin mezun’ ödülü aldı.
Özyeğin Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanlığı görevini yürütürken, 2024/2025 akademik yılı için “kıdemli araştırmacı” olarak Harvard Üniversitesi Weatherhead Uluslararası İlişkiler Merkezi’nde çalışmaya başladı.
|