Alejendro Casona'nın yazdığı metin, Nedim Saban'ın çevirip uyarlaması ve yönetmesiyle sahnelerdeki yerini aldı. Nevra Serezli'nin torununu özleyen babaanneye hayat verdiği, Nuri Gökaşan'ın eşine ve ailesine düşkün bir adamı canlandırdığı sahnelemede; Burcu Kazbek, Arif Güney, Oral Özer, Mahir Akgündoğdu ve Meltem Özlevent de seyirciyi oyun içinde bir oyunu izlemeye davet ediyor.
Fotoğraf: Ahmet Ferah
Sahne açıldığında ana dekorun akıllıca gizlendiği mekanı, iyilik derneğini görüyoruz. Zeynep, onu mutlu eden güllerin peşine düşmüş ve kendisini bu derneğin kapısında bulmuştur. Hiç tanımadığı birini mutlu etme derdindeki kişiyi merak etmiş ve gördüklerine, duyduklarına hayran olup bir de kendisine göre bir iş bulmuştur. Oyun, seyircisine iyilik yapmak ve iyiliğin ne denli zor ya da kolay olduğu cevabı ile gülümser böylece. İyiliğin kazanacağı daha ilk sahnede seyirciye usulca fısıldanır Saban tarafından. Dernek, çocukların dileklerini gerçeğe dönüştüren bir yapıdır. Jonglajla, neşeyle ve iyilikle açılan oyun sahneler ilerledikçe kendini melodrama, gerçek ve yalanın karşıtlığının kucağına bırakır.
Fotoğraf: Ahmet Ferah
Eşini mutlu etmek için bir dilek dilemeye gelen adamı oynayan Nuri Gökaşan'ın sahneye girmesi seyircinin büyük reaksiyonunu alıyor. Derneğin sahibi, genç bir avukat olan Arif karakterine hayat veren Arif Güney de oyun boyunca dede kimliğe ile karşımıza çıkacak olan yaşlı adamın bu isteği karşısında afallıyor. Ama adam acıklı hatıralarla dolu hayat hikayelerini anlatınca el birliği ile babaannenin dileğini gerçeğe çevirmek için yalan ve gerçeğin birbirine geçtiği bir oyun da başlamış oluyor. Sahnelenen torun meselesi hem bize 70'ler, 80'ler yerli sinemamızdaki duyguları anımsatıyor hem de içine girmeye hevesli olduğumuz bu yalanı aklıyor. Seyirciye henüz ilk sahnede oyunun nereye gidebileceği ihtimalleri açılıyor. Bir anda izlediğimiz bir videoyu ileri sarmak için heveslenir gibi hep daha fazlasını öğrenmek için izlemeye koyuluyoruz. Koskoca bir evde geçirilen yıllar, evlat ve torun hasreti, evi yuva yapanın ne olduğu, beyaz yalan gibi kavramlar oyun boyunca işleniyor. Babaannenin torununa bakışı, torunun ailesini ne olarak gördüğü, yabancıların aslında kan bağından daha kıymetli sevgilerinin olabileceği, iyiliğin tanımı ve ahlak konuları oyun boyunca irdeleniyor. Gerçekte; ebeveynlerini kaybetmiş bir gencin kendi hayatını mahvedişi ve ortadan kaybolarak babaanne ve dedesine koskoca bir hasret bırakması yeterince üzücüyken; bir de dernekten iyilik isteyen yaşlı bir adamın eşini son kez de olsa mutlu görmek istemesi ve neticesinde dernektekilerle sahne torun, gelin oyununa girişmesi yürek burkuyor. İzleyici babaannenin bu oyunları fark edip etmediğini, etse bile bu oyunu yaşamayı kendisinin de istediğini ya da hiç fark etmediğini düşünüyor. Saban'ın seyirciyi bu ihtimaller içine mesafeli bir şekilde bırakması ise rejinin seyirciye ve metne duyduğu saygıyı işaret ediyor. Oyun sonunda gerçek torunun gelişi ile tüm yapı sallanıyor gibi görünse de herbir oyun kişisinin gerçek torunu nasıl gördüğü sade biçimde seyirciye aktarılıyor. Aile içi kavgalar, özlem, göz yaşı, hayal kırıklıkları, saygı, para konuları sahneye saçıldığında seyirci de tanık olduğu trajediye pür dikkat odaklanmış oluyor. Çünkü trajedi için gerekli olan her şey sahnede hızlı bir biçimde hayata geçmiş oluyor.
Cihan Aşar'ın oyun boyunca sahnede kalacak dekoru daha ilk sahnede hiçbir değişime gerek kalmaksızın örtüler altında gizleyişi ve seyirciye koca bir evde ferah bir seyir alanı bırakma saygısı çok önemli. Baktığımız evin içinde; basitçe sayılabilecek koltuk ve masa dekoru ana temayı zarifçe işaret eden ağaçların önünde bulunmakta. Ayrıca oyuncuların sahnedeki en ufak aksesuarı bile kullanmaları da tasarımı akıllıca kılan detaylardan. Ağaçlar hiç yokmuş gibi yüzyıllardır oradaymış gibi bir hisle sahnedeki yerini almış. Gölgelerinde dinlenilmesi istenen, gelecek yeni nesli ailenin. Yani aslında hiç var olmayanlar... Işık tasarımı İsmail Sağır'a ait olan Ağaçlar Ayakta Ölür'de, ağaçların vurgulandığı bir tema sergilenmiş. Önce köklü ağaçlar gibi dik duran aile büyükleri, sonrasında ise iyiliğin peşinde koşan nostaljik melekler faydalanmış bu ışık tasarımından. Kostümler ise Saban'ın Türkçeleştirmekle yetinmeyip bir de yakın tarihimize uyarladığı döneme uygun. Arif ve Zeynep'in giydiği kostümlerin renkleri ise sahnenin dramaturjisine uyacak şekilde renklendirilmiş.
Oyun minik bir iyilik oyunu ile açılıp ilerledikçe yabancılardan oluşan bir aileye, acıma ve nostaljinin hayal kırıklığına, şefkatli bir özlemden gelecek yaratan yaşlı ruhlara doğru açılıyor. Oyunda bir babaanne ve dede varken, çok uzaklardan gelen bir gelin olan Zeynep ve ömrünü gerçeğe, iyiliğe adamış olan Arif ile tek derdi sanıyoruz ki sevgi olan bir diğer torunun ilişki ağı anlatılıyor. Akrabalık, yalan, sevgisizlik ve en çok da özlemden bahsediyor oyun. Geçmişin yükünü taşımaktan yorulan yaşlı kalpler için bir son şans durağı da oluyor bu kurmaca aile oyunu. Her bireyin bir diğeri ile geçmiş ya da gelecek için hesaplaştığı, insanı sevmenin kolay ve zor yolları, kaderin kadersizler için şekillendiği bir sahneleme ile uyarlayan ve yöneten Saban'ın seyircisine bu kalabalık kadro ile yarattığı dünya hep iyiliğe ve onun getirdiği soru, sorunlara yer veriyor. Kalbi sevgi ile atarken ağaçlar gibi içten içe ama ayakta ölen insanların hikayesini izlemek isteyenler bu oyunu ajandalarına not etmeliler.
Fotoğraf: Ahmet Ferah