28 Temmuz 2020

Necdet Doğan’ın anısına... | Neden "Cübbeli Ahmet Hoca" deniyor da Ahmet Mahmut Ünlü yazılmıyor haberlerde?

Biliyorum ki, her giden gibi Necdet de bizden, bireysel tarihimizden bir şeyleri alıp yanında götürdü. Onun bende kalan anısı ise hep özel bir köşede parlayacak

"Yazmak benim için şehvettir", "Yazmasam deli olacaktım" herhalde. Tıpkı Çetin Altan ve Sait Faik'in bir zamanlar dedikleri gibi… Ben de yazmadan duramayanlardanım….

Bugünlerde öyle bir ruh halindeyim ki, yazmazsam gazeteciliği bastıran güçlü dalganın altında kalmış, gazetecilik mücadelesinden vazgeçmiş hissederim kendimi. Eskiden yazmak insanlara bilgi aktarmak, karar verme süreçlerine yardımcı olmaktı benim için. Mesleğimi doğru düzgün yapma çabasıydı. Bu dönemde medyanın dışına itilmiş olmama rağmen yazmaya devam etmek artık inadına var olma çabasına, iktidarın kontrolü altındaki yaygın medyanın yaptığının gazetecilik olmadığını ve gerçek gazeteciliğin ne olduğunu gösterme mücadelesine dönüştü.

Hiçbir medya kuruluşunda Okur Temsilcisi kalmadığı, eleştiriye ihtiyaç olmadığının zannedildiği bugünlerde yazmanın ve "Medya Ombudsmanı" olarak yanlışlara dikkat çekmenin, gazetecilik dışı işleri kayda geçirmenin çok kıymetli olduğuna inanıyorum.

Çünkü bu ülkede hâlâ gazetecilik yapanlar var ve eninde sonunda gazetecilik kazanacak. Hakikat hep kazanmıştır, ne kadar üzeri örtülürse örtülsün günü gelmiş açığa çıkmıştır. Gazeteciler de hakikati insanlara ileten aracılardır.

Dostum Güray Öz, Birgün Pazar'da yazmış. "Medyada liberal dandy'lik" başlıklı yazısında gazeteciliğin içinde bulunduğu zor durumdan bahsetmiş. Sonra da "Gazeteciler 'direne direne kazanacağız' sloganı ile öyle kolay teslim olmayacaklarını ilan ettiler, 'darbe ağırsa ağır, meydanı boş mu bırakacağız, çaresini buluruz' inadı ile gerçek gazeteciler harekete geçti" demiş. Geleneksel medyadan uzaklaştırılan gazetecilerin dijital mecralarda, yepyeni kulvarlarda gazeteciliğe devam ettiğini, mücadeleden vazgeçmediğini anlatmış.

Mücadeleden vazgeçmek, kaybetmek demektir. Ne benim, ne de hiçbir gazetecinin geri çekilmek gibi bir hakkı olabilir. Kaldı ki, ben gazeteciliğe 12 Eylül 1980 askeri darbe günlerinde başladım. Askeri rejimin zulmüne, sansürüne genç bir gazeteci olarak tanık oldum. Demokrasinin esamesinin bile okunmadığı o günlerde bile gazetecilik mücadelesi veren gazeteler ve gazeteciler vardı. Bir yanda teslim olanlar, pısırık davrananlar olsa da öbür yandaki gazeteciler mücadeleye devam ediyorlardı.

Vitrin yerine mutfağı seçti

Geçen hafta kaybettiğimiz Necdet Doğan ile de o günlerde tanışmıştık. O İstanbul'da, ben Ankara'daydım. İkimiz de Cumhuriyet gazetesinin stajyer muhabirleriydik ve askeri mahkemeleri izliyorduk. Bütün günümüz mahkemelerde geçiyordu.

Siyasi davalarda işkence iddialarını kaçırmamaya çalışıyorduk. İşkencenin poliste ve cezaevlerinde ne kadar yaygın olduğunu biliyorduk ama duruşmalarda dile getirilmeden, tutanaklara geçirilmeden yazamıyorduk. Avukatların peşinden koşup tutanak almak, zor ulaşılan fotokopi makinesinden kopyasını çıkarmak başlı başına yorucu bir işti. İşkence yaptıklarını yazdığımız polisler de sinirleniyordu doğal olarak. Mamak'taki askeri mahkemeler birbirinden uzak binalara dağılmıştı. Bir iki kere yalnız yakaladıklarında arabayı üzerime sürüp korkutmaya çalışmışlardı.

Necdet ile gazetede sık sık gece nöbetlerine kaldığımız için sohbet imkanımız da oluyordu. En büyük problemimiz kadrosuz olmamızdı. 1981 yılında Hasan Cemal'in Genel Yayın Yönetmeni olmasıyla gerçekleşti bu hayalimiz. Hasan Cemal, kadrosuz çalıştırmaya karşıydı. Onun talimatıyla bütün genç muhabirlerle birlikte biz de kadroya girdik. Çok sevinçliydik. Artık biz de sarı basın kartı için beyanname verebilecektik. Daha bir keyifle, enerjiyle koşturmaya başladık.

Yanılmıyorsam aradan bir yıl kadar geçtikten sonra iş değişikliğine karar vermişti. "Ben artık muhabirliği bırakıyorum. Sayfa sekreteri oluyorum." Muhabirlik, gazetenin vitrininde yer almaktır; sayfa sekreterliği ise işin mutfağıdır; oradakiler genellikle görünmez olurlar. O nedenle şaşırmıştım yazı işlerine geçmesine. Hatta ikna etmeye de çalıştım ama başaramadım.

Ben muhabirliğe devam ederken, Necdet yazı işlerinde ilerlemeye devam etti. Sayfa sekreterliğinin yanısıra gece sorumlu sekreterliği, Yurt Haberler Servisi şefliğini de yaptı bir ara. Sonra Sabah gazetesine geçti, oradan da yeni kurulan Star gazetesinde Yazı İşleri Müdürü oldu.

Yollarımız 2005 yılında Hürriyet gazetesinde yeniden kesişti. Cumhuriyet gazetesinde 1992'de yazarlar ve yönetim arasında çıkan "Kuvayi Milliye" kavgasının ardından ben de doğup büyüdüğüm gazetemden ayrılmış, Hürriyet'e geçmiştim. Ankara'da Haber Müdürlüğü görevini yürütüyordum.

Necdet ile yeniden buluşmak keyifliydi, titiz ve disiplinli bir Yazı İşleri Müdürü olarak gece geç saatlere kadar gazetede kalıyor; haberlerimizde sürekli yanlışlar bulduğu ya da daha önce başka yerlerde yayımlandığını hatırladığı için sık görüşüyorduk. Hafızası hep dipdiriydi, gazeteleri çok iyi takip ediyordu. "Bu haber bir yerlerde çıktı mı?" sorusu hep ona sorulur ve mutlaka da bir yanıt alınırdı.

Necdet Doğan

Cübbeli Ahmet Hoca yazmayın  

Okur Temsilciliği'ne başladıktan sonra da bir ara benimle Yazı İşleri arasında köprü görevi gördü. Sakin, dengeli ve adil tutumu sayesinde hep sorun çözücü oldu. Her zaman aynı görüşte buluşamasak da hep ilk başvuru kaynaklarımdan biri oldu.

Necdet, kıdemli bir yazı işleri elemanı olarak unvanlara takıntılıydı. En çok da "Cübbeli Ahmet Hoca" yazılmasına kızıyordu. "O bir hoca değil, neden hoca yazıp böyle bir adama meşruiyet kazandırıyoruz? Ahmet Mahmut Ünlü yazalım" diyordu.

Aslında haklıydı. Ahmet Mahmut Ünlü, İsmailağa cemaatinde dini eğitim almış, ilkokul mezunu biriydi. "Barbie bebeklerin erkekleri tahrik ettiği", "satranç oynayanların lanetlendiği" Gölcük depremi sonrasında "Mevlam zina yuvalarını vurdu" diyebilecek kadar ölçüsüzdü; bir kitabında "erkeğin tenasül uzvuna okunacak dualar"ı yazacak kadar cinselliğe takılıp kalmış bir kafa yapısına sahipti. İnsanların dini duygularını kullanarak edindiği servetle lüks bir hayat yaşıyordu.

Hürriyet gazetesi 2006 yılında Malta'da denize girdiği ve jet-ski'ye bindiği fotoğrafları yayımlamıştı. Hürriyet'in o haberinde de "Cübbeli Ahmet Hoca lakaplı Ahmet Mahmut Ünlü" diye bahsedilmişti bu kişiden. Necdet'in ısrarı ve takibi sayesinde -onun gözünden kaçanlar dışında- son yıllara kadar da hep böyle yazıldı Hürriyet'te. Ama bakıyorum son yıllarda Hürriyet'te de "Cübbeli Ahmet Hoca"lığa terfi etti. Zaten iktidarın desteğini arkasına alan Ahmet Mahmut Ünlü, Fatih'teki konut arsasının imarda kültürel tesis alanına dönüştürülmesi gibi ayrıcalıklar da sağlanabilen, ekranlardan eksik olmayan saygın bir din insanı konumunda.

"FETÖ" değil "Hizmet Hareketi" yazıyorlardı

Ben de haber müdürlüğüm sırasında Fethullah Gülen ile ilgili haberlere takılmıştım. "Fethullah Gülen hocaefendi" yazılmasına karşıydım; "Fethullah Gülen" ya da "Cemaat lideri Fethullah Gülen" yazılması yeterliydi bana göre. Ama çoğu medya kuruluşu gibi Hürriyet'te de "Fethullah Gülen Hocaefendi" olarak anılıyordu. Hatta sonra "Gülen cemaati" yerine "Hizmet Hareketi" diye anılmasını istendi, birçok medya kuruluşu da bu isteği hemen yerine getirdi.

15 Temmuz darbe girişimi sonrasında "FETÖ" diye anılmaya başlayınca Okur Temsilcisi köşesinde 14 Ağustos 2016'da yayımlanan "Özeleştiri zamanı" başlıklı yazımda bu konuya değindim:

"Şimdi hava döndü, medyada Gülen'in resmi kayıtlardaki ismi kullanılıyor ve iddianamelerdeki gibi 'FETÖ' diye anılıyor bu örgütlenme. Olabilir ama madem yeni bir aşamadayız, geçmişin muhasebesini yapmamız şart."

Tabii ki özeleştiri yapılmadığı gibi, bir zamanlar bu örgütle içli dışlı olan gazeteciler bile geçmişin üzerine bir sünger çekip, en hızlı "FETÖ düşmanı" kisvesine bürünüverdiler.

Necdet geri çekilmişti

Çoğumuz gibi Necdet de gazeteciliğin gidişatından hoşnut değildi. Hürriyet'te de Yazı İşleri toplantılarına katılmak, siyasi sayfaların editörlüğünü yapmak mutlu etmiyordu onu. Yılını tam hatırlayamıyorum ama son zamanlarda kendini geri çekmişti. Artık gazeteye geç vakit geliyor, akşamları fazla kimseyle karşılaşmadan, gazetenin yayın politikası ile fazla içli dışlı olmadan çalışıyordu. Kendisini bir çeşit rölantiye almıştı yani.

Hastalık, böyle bir dönemde yakaladı onu. Umutla direndi, mücadele etti. Hastayken internette "Göz ucuyla iyi haberler" başlıklı yazılar yazmaya başlayacak kadar da dirençliydi.

Birkaç ay önce son konuştuğumda artık tümörü yendiğine inanıyordu, kendini iyi hissediyor, gazeteye işinin başına dönmekten bahsediyordu. Sonra aniden WhatsApp mesajları kesildi, telefonu yanıt vermez oldu. 20 Temmuz'da da kötü haber geldi; "Necdet'i kaybettik."

Yazmakta zorlandım

Yazının girişinde yazmanın benim için önemini ve yazmadan duramadığımı uzun uzun anlatmamın amacı, buna rağmen yazmanın bazen ne kadar zorlaşabildiğini anlatmaktı.

Necdet Doğan için yazmak benim için böyle bir süreçti. Onu yazmak üzere bilgisayarın başına her oturduğumda zihnim de parmaklarım da beni alıp başka diyarlara götürüyor, yazmamı imkansızlaştırıyordu. Parmaklarım ağırlaşmıştı, hareket ettiremiyor, tuşlara dokunamıyordum.

Sonunda bu kadar gecikmeyle kendimi zorlayarak yazmaya başlayabildiysem, yazmayarak onun anısına saygısızlık yapacağım kaygısının giderek içimde büyümesi sayesinde oldu.

Biliyorum ki, her giden gibi Necdet de bizden, bireysel tarihimizden bir şeyleri alıp yanında götürdü. Onun bende kalan anısı ise hep özel bir köşede parlayacak.

Yazarın Diğer Yazıları

Kurtuluş Savaşı arşivinden çıkan büyük aşk; Emu ile Hüseyin'in öyküsü

100 yıldır sevgilinin mezarına ulaşamayan saçlar (*)

Daktilodan bilgisayara gazetecilikte teknolojik dönüşüm ve hâlâ faks kullanan gazeteler

Zaman denilen büyük çarkın benimle birlikte döndüğünü hissedebilen gazeteci kuşağındanım ben.  Gözlerini açtığında bilgisayar teknolojisini gören dijital doğan kuşaklara göre daha avantajlı sayıyorum kendimi…

Nerede o eski kongreler; parti kongreleriyle kısa Türkiye tarihi

Parti kongrelerinde günler süren tartışmalar, anahtar liste yarışları, tribün kavgaları yok artık; lider kararlarının tasdik edildiği kongre salonlarında müzikli şölenler var…