15 Kasım 2024

“Alemde Seyran Senindir”: Intra Muros İstanbul

Çağlar Fidan: Evimdeki bir odayı Kara Kitap odası haline getirdim. Odanın duvarları romandan kimi bölümlerle, romanı besleyen başka metinlerden alıntılarla veya bana romanın yazıldığı dönemi anımsatan görsellerle dolu. Genel hatlarıyla yapısını da oluşturdum aslında o albüm projesinin. Birkaç şarkısını da besteledim

İstanbul, sur dışına taşmadan evvel kendine has bir dili, zarafeti, nezaketi barındıran bir yer idi Suriçi; İstanbul'un çekirdeği, esası, özü…

İstanbul demek, Suriçi'nden bir görüntü demekti.

Bugün hala, İstanbul'un sesi, kokusu, rengi burada duyulur, görülür, hissedilir.

Eski şehrin sarayları, konakları, camileri ve kiliselerini, eski mahallelerini -ve hatta anlamı asırlar öncesinde gizli sokak adlarını-, kuru kahve kokan çarşılarını, eski hanlarını, tarihi hamamlarını içinde saklamanın yanı sıra -miş’li geçmiş zamanda çekimlenen fiillerle dilden dile aktarılan kayıp şehir hikayelerini de dinleyene uzun uzun anlatır Suriçi İstanbul...  

Latince deyişle “Intra muros İstanbul”...

Intra muros, “surlar arasında” anlamına geliyor. “Intra muros İstanbul” da Suriçi İstanbul’unu yani tarihi yarımadayı niteleyen bir ifade ve Çağlar Fidan’ın bugün yayınlanan yeni albümünün adı. Öyle görünüyor ki albümdeki şarkılar da tıpkı Suriçi gibi, dinleyeni ve merakının peşinden gideni, yüzyıllık öyküsünün içine alacak. Bu eserlerin bir araya gelip dinlemekten haz duyacağımız bir müzik albümüne dönüşmesi de öyle bir merakın ve heyecanın sonucu.

Çağlar Fidan’ın albümü Intra Muros İstanbul’da yer alan 8 şarkı dinleyiciye Suriçi İstanbul’undan müzikli bir rota sunuyor. Albümde bulunan şarkılar 17. yüzyıl ile 20. yüzyıl arasında yaşamış müzisyenlere ait. Şarkıların her biri Intra Muros içinde kalan yani surlar arasında konumlanan şehirde -tarihi yarımadada- bir mekâna veya bir karaktere atıfta bulunuyor.

Çağlar Fidan’ı sadece iyi bir müzisyen ve icracı olarak adlandırmak, onu yakından tanıyan biri olarak söylüyorum ki eksik olur! Çağlar’ın yolculuğu merak ve hazzından beslenen, disiplinler arasında yaptığı okumalarla zenginleşen, notalara dökülememiş gazellerden edebiyata, fotoğraftan şiire, sinemadan mimariye uzanan çok yönlü bir yolculuk.  Prof. Dr. Namık Sinan Turan danışmanlığında hazırladığı “Osmanlı İstanbul’unda Kahvehanenin Müziği ve Sosyal Topoğrafyası” başlıklı yüksek lisans tezi hala nasıl bir yayınevi tarafından kitaplaştırılmadı, şaşırıyorum! 

Çağlar Fidan, aynı zamanda iyi bir anlatıcı. “İstanbul Ansiklopedisi'nin Müziği” kapsamında Reşat Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi’nde yer alan eski İstanbul şarkılarının notalarından, Galata “batakhaneleri”nde sahne alan ve geç Osmanlı İstanbul’unun ayak takımı arasında meşhur olan Şamram ve Peruz Hanımlar gibi kadın şarkıcıların kantolarından ve şehrin çalgılı kahvehanelerini kendilerine mesken edinmiş tulumbacıların müzikal zevklerinden bir seçkiyi sunduğu Salt Galata ve Kumbaracı50’de dinleme şansım olmuştu. Ayrıca Çağlar’ın, Osmanlı döneminin en güzel örneklerini veren müzisyen ve bestekarların çok kültürlü ve çok sesli yapısını gözeterek eserler icra etmesinin ardındaki özen ve terbiye, ezgileri kültür kırımına uğratan zihniyet karşısında takdire değer.

Akademik terminolojide “Osmanlı Türk Müziği” olarak adlandıran, bugün sanat müziği olarak bilinen, Pers ve Bizans imparatorluğu medeniyetlerinin titreşimlerine sahip olduğunu düşündüğüm bu duyuşu Atatürk de Bizans’a dayandırıyor. 1930 yılında Gazeteci Emil Ludwig, Atatürk ile yaptığı röportajda “Şark’ın yegâne anlayamadığımız bir fenni varsa, o da onun musikiciliğidir.” diyor.  Atatürk şöyle cevap veriyor: “Bunlar hep Bizans’tan kalma şeylerdir. Bizim hakiki musikimiz Anadolu halkında işitilebilir.” Burada, musiki çevrelerince de çok iyi bilinen ama ayrıntıları eskilerin tabiriyle “umuma mâlum olmayan”, inkılaplardan nasibini alan “Türk Müziği Yasağı” (1926) konusu, mazinin sisli ufuklarındaki şanlı ve büyük perdeyi aralıyor. Güneş Ayas’ın “Mûsiki İnkılâbı'nın Sosyolojisi: Klasik Türk Müziği Geleneğinde Süreklilik ve Değişim” kitabında bu süreç detaylandırılmıştır. Cumhuriyet döneminde Türk Müziği Konservatuarı bölümü de çok geç bir tarihte, 1975 yılında ilk kez İstanbul Teknik Üniversitesi’nde (İTÜ) açılıyor. O tarihe kadar İstanbul Belediyesi Konservatuarlarında eğitim almış olanlar olsa da Türk Müziği icracıları alaylı bir gelenekten geliyor.

Şimdi ne Muallim Nacilerin, Ahmed Rasimlerin mekânı olan Hacı Reşid’in Direklerarası’ndaki kahvehanesi kaldı ne de onlardan sonraki edebiyatçı neslinin müdavimi olduğu Fevziye Kıraathanesi... Reşat Ekrem Koçu, Malik Aksel, Revnakoğlu gibi nice İstanbul aşığının beyhude bir gayretle de olsa eski bir hayatı yaşatmaya çalıştıkları “Başka İstanbul Yok!” denilen yer Suriçi... “Yaşadığım Gibi” adlı kitabında kendisinden söz ederken “Ben Şehzadebaşılıyım…. Her taşına ayrı ayrı bağlıyım” diyen Tanpınar da bir Suriçi çocuğudur. Liste öyle uzun ki hadi biz Nefs-i İstanbul’da sırlı kapıların ardından yükselip yedi tepeyi saran sese kulak verelim...

- Çağlar, Intra Muros Istanbul albümünün konseptinden, dinleyiciye ne anlattığından bahsedebilir misin?

Aslında geçmişe baktığımızda görürüz ki hiç olmazsa 20. yüzyılın ortalarına kadar “İstanbul” denildiğinde akla daima tarihi yarımada gelirdi; yani yüzyıllar önce surlar arasında yer alan bölge. Asırlardır İstanbul denilen bölgenin deniz sınırlarını Haliç ve Marmara suları, kara sınırlarını ise 5. yüzyıl başlarında Doğu Roma imparatoru II. Theodosius’un inşa ettirdiği surlar çizdi. Deniz surları varlığını büyük oranda bugüne taşıyamadı ama kara surlarını bugün hala Yedikule’den Ayvansaray’a uzanan hatta görebiliyoruz. Dediğim gibi en azından 20. yüzyıla kadar İstanbul ayrı bir yerdi, Beyoğlu ayrı, Üsküdar ayrı, Kadıköy ayrı... Bir Büyükada sakini olarak bu ifadenin benzer bir kullanımına hala tanıklık ediyorum. Adalılar, Kabataş vapuruna binmek üzere adadan ayrılırken “İstanbul’a gidiyorum” derler. Kabataş sur içinde yer almaz dolayısıyla bugün “İstanbul” denildiğinde daha önceleri akılda beliren bölge artık genişlemiştir, artık bütün bir şehri kapsıyordur bu ifade ancak “İstanbul’a gidiyorum” cümlesi bana yüzyıllar öncesini hatırlatır: 1800’ler Beyoğlusundan, Üsküdar’ından veya Kadıköy’ünden Eminönü’ne yani sur içine geçen bir İstanbullunun kurduğundan şüphe duyamayacağımız bir cümle bu.

Albümüm Intra Muros Istanbul, dinleyiciye sur içi İstanbul’undan müzikli bir rota sunuyor. 8 şarkı yer alıyor albümde. Bu şarkıların 7'si 17. yüzyıl ile 20. yüzyıl arasında yaşamış müzisyenlere ait. Albümün son parçası ise müziği bana ait bir şarkı. Şarkıların her biri Intra Muros içinde kalan yani surlar arasında konumlanan şehirde -tarihi yarımadada- bir mekâna ve bir karaktere referansta bulunuyor. Birkaç örnek vermem gerekirse, ilk şarkı 1650'li yıllardan bir dans müziği. Albert Bobowski’nin notaya aldığı bir müzik bu. Bobowski bu esere şu başlığı düşmüş: Sultan İbrahim’in Huzurunda Oynanılan Raks. Yani bir 17. yüzyıl sultanının dinlediğinden emin olduğumuz bir dans müziği bu... Albert Bobowski 1630'larda Polonya’daki bir savaşta esir düşüp İstanbul’a getiriliyor ve Topkapı Sarayı’na müzisyen olarak alınıyor. Burada Müslüman oluyor ve Ali Ufki adını alıyor. Ali Ufki Bey nota biliyor; muhtemelen Polonya’daki yıllarından. Ve döneminin İstanbul’unda çalınan 500 kadar müzik eserini notaya alıyor. Bu şu açıdan önemli: Osmanlı müziği besteleri 19. yüzyıl sonlarına kadar meşk adı verilen hafızaya dayalı bir eğitim sistemiyle öğrenildi. Bir müzik eserini öğrenmek isteyen talebe, bir hocanın karşısına geçti ve hoca o müzik eserini tekrar tekrar seslendirerek talebenin o eseri hafızasına almasını sağladı. Ama büyük bir dezavantajı vardı bu sistemin. Birçok eser zamanla hafızalardan silindiği için Osmanlı müziği repertuvarından da silindi ve bugüne gelemedi. Birkaç istisna isim dışında kimse kağıda geçirmedi bu müziği. Ali Ufki bu istisnalardan biri. O çok erken bir tarihte, 1600’lü yıllarda kendi devrinin müzik eserlerini nota sistemiyle kağıda geçirdi ve onları unutulmaktan kurtardı.

Ali Ufki’nin kendi el yazısıyla “Sultan İbrahim’in Huzurunda Oynanılan Raks”ın notası ve sözleri
Chester Beatty Library’de bulunan ve 1620 yılı civarına tarihlenen İstanbul kahvehanesi minyatüründe solda müzisyenler ve ortada raks eden köçekler

Bir başka şarkının adı “Kumkapılı Udi Afet”. Afet’in esas adı Hapet. Hapet, Kumkapı Ermenilerinden; 1847’de Kumkapı’da doğmuş. Ud çalarmış. On dokuz yaşındayken iki yıllığına Mısır’a gitmiş. Ud çalmadaki ustalığını burada geliştirmiş. Mısırla bir bağ kurmuş olmalı ki sonrasında kendisine “Mısırlıyan” soyadını almış. İstanbul’a döndükten sonra şehirde ud hocalığı yapmış. O dönem İstanbul’unda ud çalmak özellikle genç kadınlar arasında çok ilgi görüyor. Reşat Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi’nde Hapet’in, şehirde ud dersi veren hocaların “en değerlisi” olduğu yazılı. Hapet ud çalmada o kadar hünerliymiş ki performans esnasında udunu sırtında, ensesinde bile çalarmış. Uçarı bir karaktere sahip biri olmalı. Kantocu Peruz’a aşık olması da bu uçarılığı kanıtlıyor sanki. Öyle aşık olmuş ki ona, ihtiyarlığında bile onu unutamadığını söylermiş etrafındakilere. Hapet’in yahut bilinen diğer ismiyle Afet’in bestelediği bir şarkı, Intra Muros Istanbul’un yedinci şarkısı oldu. Şarkının ilk dizesi şöyle: “Bir aşık-ı dil-hastayı dil-şad edecek yok.”

Sermet Muhtar Alus’un çizimiyle ensesinde ud çalarken Kumkapılı Udi Afet

“Confiserie Orientale” şarkısında Direklerarası’ndayız. Burası bugün kısmen Şehzadebaşı Caddesi’ne denk düşüyor. 18. yüzyıl başlarında Damat İbrahim Paşa Şehzadebaşı’nda bir külliye yaptırıyor. Bu külliyeye gelir sağlaması için de caddenin her iki tarafına önü revaklı dükkanlar inşa ettiriyor. Bu revakları taşıyan mermer sütunlar da bu caddeye -ve aynı zamanda bölgeye- Direklerarası adının verilmesine neden oluyor. 19. yüzyıl sonlarında burada bir dükkân var. Dükkânın cephesinde yan yana iki tabela asılı. Birinde Arap harfleriyle “Cemilzade Mehmed Ali” yazıyor; diğerinde Latin harfleriyle “Confiserie Orientale”, yani “Şark Şekerlemecisi”. Toplumsal Tarih dergisinde Eser Tutel’in Direklerarası üzerine kaleme aldığı detaylı bir yazı var. O yazıda suriçi İstanbul’unun -yani intra muros İstanbul’un- ilk pastasının Giritli bir pastacı tarafından bu dükkânda yapıldığı yazar. Pastayı yaparken belirli bir noktadan sonra hep yalnız kalmak istermiş bu Giritli. Püf noktasını çıraklarına göstermezmiş. İşte bu dükkânın sahibi Şekerci Cemil Bey, aynı zamanda bir müzisyen. O da Udi Afet gibi ud çalıyor. Hatta kimi zamanlar şekerci dükkanının girişindeki holde arkadaşlarıyla birlikte çalıp söylerlermiş. Şekerci Cemil Bey’in günümüze kalan çok şarkısı var. Albümde onlardan birini seslendirdim ve şarkının adını “Confiserie Orientale” olarak belirledim. Şarkı “Ezvak-ı cihan rüyet-i rüya gibi geçti” dizesiyle başlıyor. Dünya zevklerinin ve sevgiliyle geçen zamanın bir rüyayı görür gibi gelip geçtiğini anlatan sözleri var. Ayrıca şarkının sonunda Muallim Naci’nin “Lal olursun söylesem bir fıkra tab-ı sineden” dizesiyle başlayan bir gazelini okudum.

Udi Şekerci Cemil Bey’in şekerleme dükkanı “Confiserie Orientale”
Şekerci Cemil Bey

Udi Şekerci Cemil Bey’in şekerleme dükkanının biraz ilerisinde de -sanırım bugün İstanbul Üniversitesi’nin Su Bilimleri Fakültesi binasının bulunduğu bölgeye tekabül ediyor burası- Letafet Apartmanı adında bir bina vardı. Aslında Serasker Rıza Paşa’nın konağı varmış burada. Daha sonra bir apartmana dönüştürülmüş ve adını Letafet Apartmanı koymuşlar. Suriçi İstanbul’un ilk apartmanlarından biriymiş. 1960’lı yılların başında da yıktırılmış. Burası tiyatro tarihi açısından da önemli bir mekân. Sonraları Şehir Tiyatroları olarak tanıyacağımız Darülbedayi, 13 Ocak 1914’te bu binada kurulmuş. Letafet Apartmanı’nın zemin katında bir salon varmış ve burada kimi sahne sanatları performansları yapılırmış; meddah gösterileri ve gölge oyunu gibi... Konserler de olurmuş bu salonda ve burayla özdeşleşen bir orkestra varmış: Darüttalim-i Musiki Cemiyeti. Darüttalim “eğitim kurumu, okul” anlamlarına sahip. Albümde bu cemiyetin kurucusu Fahri Kopuz’un bir şarkısını seslendirdim ve şarkının adını “Letafet Apartmanı” olarak belirledim.

Letafet Apartmanı
“Fahri Kopuz torununa bir bestesini çalıyor” Kaynak: SALT Research

- Şarkı isimlerini de sözünü ettiğin mekân ve karakterlere yapılan referanslara göre belirlediğini anlıyorum.

Evet. Osmanlı müziği repertuvarına dahil olan sözlü eserler aslında ilk dizeleriyle isimlendirilirler. Enstrümantal eserler de aynı şekilde. Bir besteci bir peşrev veya saz semaisi bestelediğinde o eser “şu bestecinin şu makamdaki peşrevi/saz semaisi” diye adlandırılır. Onlara ayrıca bir isim verilmez. Birkaç istisnası yok değil. 17. yüzyılın son yarısında doğmuş olan Neyzen Osman Dede bestelediği enstrümantal bir esere -rast makamında bestelediği bir peşreve- “Gül Devri” adını koymuş. Bu eseri bir gül bahçesinden etkilenerek bestelediği söylenir. Osman Dede peşrevine bu ismi koymasaydı o eseri “Neyzen Osman Dede’nin rast peşrevi” olarak adlandıracaktık. Ben de Intra Muros Istanbul’daki müziklerin adlarını bahsettiğim mekân ve karakterlere referansta bulunacak şekilde belirledim. Bu tercihin albümün ve içindeki müziklerin bağlamlarını daha da kuvvetlendireceğini düşünüyorum.

Bu arada eserlerden birinin ismi mekân ve karakterin yanı sıra bir tarihe de referansta bulunuyor. 18. yüzyıl Rum müzisyenlerinden Zaharya’nın bestelediği bir eser bu. Zaharya Rum aristokrat sınıfına dahil edilen birisi. Döneminin iyi gelir getiren bir mesleği sayılan kürk ticaretiyle uğraşırmış. Ama diğer yandan müzikle de ilgili. Bazı yazarlar onun Fener’deki Rum Ortodoks Patrikhanesi’nde ilahi okuduğu ve tanbur çaldığı bilgisini paylaşıyorlar. Zaharya’nın adı 18. yüzyılda yazılmış bir Osmanlı kroniğinde de geçiyor. Sırkâtibi Salâhî Efendi adında Kastorya doğumlu bir şair, dönemin sultanı I. Mahmud’un günlük aktivitelerini kayıt tutmuş. O kayıtların birinde 4 Şevval 1150 Cumartesi günü “millet-i nasârâ”dan -yani Hıristiyan cemaatinden- Zaharya’nın Topkapı Sarayı’nda sultanın huzurunda kendi bestelerini seslendirdiği yazılı. Verilen hicri tarih, miladi takvimde 25 Ocak 1738’e denk düşüyor. Albümde bu müziğin ismini bu tarihe referansla “Zaharya – 25 Ocak 1738” olarak belirledim. Seslendirdiğim eser de Zaharya’nın bir yürük semaisi. İlk dizesi: “Terkeyledi gerçi beni ol mah-cemalim”. Aslında “yürük semai” adı verilen 6/8’lik usulle bestelenmiş bir eser bu. Yani geleneksel icra pratiğinde ritim içinde okunuyor. Ama albümde serbest formda, tıpkı bir gazel gibi enstrüman eşliği olmadan yorumladım.

- Peki albüm kapağı?

Kapakta MS. 450-550 yılları arasına tarihlenen bir mozaik var. İstanbul’da Büyük Saray Mozaikleri Müzesi’nde sergileniyor bu mozaik. Albümün kayıt sürecinde Stefanos Yerasimos’un Konstantiniye ve Ayasofya Efsaneleri kitabını okuyordum. Kitapta yer alan bir efsane İstanbul’un I. Konstantin tarafından kurulduğu günlerde geçiyordu. 15.-16. yüzyıllarda kaleme alınmış bir efsane bu. Özetle şöyle:

İstanbul kurulurken bir yılan yuvasından çıkarak sürünmeye başlamış ve bir kartal hızla alçalmış, yılanı kapmış ve havalanmış. İmparator Konstantin ve yanındakiler o esnada bütün bu olanları seyrediyorlarmış. Yılan, kartalın gırtlağını sıkmaya başlamış. Kartal iyice yükselmiş ve bir an ikisi de gözden kaybolmuşlar ama sonra tekrar görünmüşler ve yılanla birlikte kartalın onu yakaladığı yere düşmüşler. Yılan kartalı yenmiş. İnsanlar hemen koşup yılanı öldürmüşler ve kartalı kurtarmışlar. Gördükleri, Konstantin’i endişeye düşürmüş ve hemen ermişler ve bilginleri çağırıp bütün olan biteni yorumlamalarını istemiş onlardan. Ermişler ve bilginler demişler ki: “Bu şehre yedi tepeli denilecek; yeryüzünde başka bütün şehirlerden fazla şan ve şöhrete kavuşacak ama, iki deniz arasında olduğundan, iki okyanusun dalgaları onu dövdüğünden, bir o yana bir bu yana meyledecek.”

Aslında efsanede sözü edilen iki deniz ve iki okyanus Akdeniz ve Karadeniz fakat bana İstanbul’un yüzyıllardır süren coğrafyalar arası sıkışmışlığını, o her daim “arada kalma” halini anımsatıyor. Efsanedeki kehanet yerini bulmuş gibi geliyor bana.

Kapak görseli düzenleme: Özer Yalçınkaya

- Albümde yer alan başka sanatçılar da var mı?

Evet, albümde solo performansların yanı sıra 1 kuartet ve 2 düet var. Bu şarkılarda kanunu Asineth Fotini Kokkala, İstanbul kemençesini Erhan Bayram, lavtayı Nikos Papageorgiou ve yaylı tanburu Muaz Ceyhan çaldı. Kayıtları ITU MIAM Stüdyo’da aldık. Teknik masada Kerem Duru vardı. Post prodüksiyon sürecini de Kerem üstlendi.

- Albüm konserleri olacak mı?

Geçtiğimiz yıl yaptığım İstanbul Ansiklopedisi’nin Müziği konserlerinde olduğu gibi Intra Muros Istanbul konserlerini de anlatı-konser formatında sergileyeceğim. İskelet bir metin yazdım ve müzikleri bu yapının içine yerleştirdim. İzleyiciye önce müziklerin bağlamlarını aktaracağım, ardından müzikleri dinleyeceğiz. Lansman konserimizin tarihi henüz belli değil. Netleştiğinde duyurusunu yapacağım. Ayrıca albüm için bir belgesel senaryosu yazdım. Albümün bağlamı ve şarkıların arka planı belgesel aracılığıyla da aktarılacak. Aslında albümün yayımlandığı dönemde belgeselin de yayınlanmasını planlamıştım fakat sonrasında sezon içinde vereceğimiz albüm konserlerinden video kayıtları alıp belgeselde bu görüntülerin de yer almasına karar verdim. Dolayısıyla belgeseli önümüzdeki yıl yayınlamayı düşünüyorum.

- Bu albümün ardından odaklanacağın bir çalışma olacak mı? Orhan Pamuk’un Kara Kitap romanının müziğini yapmak istediğini hatırlıyorum. O projeyle ilgili çalışmaların nasıl gidiyor?

Evet o roman ve romanın müziğini yapma hayali benim için çok önemli, hatta beni hayatta tutan şeylerden biri diyebilirim. Kara Kitap’ı ilk okuduğumdan beri -ki bu 6-7 yıl önceye tekabül ediyor- hayal ettiğim bir şey bu. Evimdeki bir odayı Kara Kitap odası haline getirdim. Odanın duvarları romandan kimi bölümlerle, romanı besleyen başka metinlerden alıntılarla veya bana romanın yazıldığı dönemi anımsatan görsellerle dolu. Genel hatlarıyla yapısını da oluşturdum aslında o albüm projesinin. Birkaç şarkısını da besteledim. Bu albüm için ilk defa söz yazıyorum ki bu benim için yeni bir deneyim. Ama yine Osmanlı müziği repertuvarına dahil birkaç eser de yer alacak o albümde. Uzun yıllardır beni en heyecanlandıran şey bu.

Çağlar Fidan

1994'te doğdu. İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı Ses Eğitimi Bölümü'nden mezun oldu. Bu okulda Aslıhan Erkişi, Gülşah Çubukçuoğlu Sönmez, Sinem Özdemir ve Nevzat Atlığ ile repertuvar; Serkan Halili ile kanun çalıştı. 2016 yılında TRT İstanbul Radyosu’nda ses sanatçısı kadrosunda görev yapmaya başladı. Namık Sinan Turan danışmanlığında Osmanlı İstanbul’unda Kahvehanenin Müziği ve Sosyal Topografyası başlıklı tez çalışmasını İstanbul Üniversitesi İstanbul Araştırmaları yüksek lisans programında tamamladı. 2022 yılında dijital platformlarda yer almak üzere I (bir) isimli dört şarkılık bir EP yayımladı. Aynı yıl İKSV 50. İstanbul Müzik Festivali kapsamında Şerefiye Sarnıcı’nda İstanbul: Şehrin Müziği başlıklı konserde proje sahibi ve ses sanatçısı olarak yer aldı. 2023-2024 sezonunda tarihçi Reşat Ekrem Koçu’nun kült eseri İstanbul Ansiklopedisi’nin müzikal içeriğini derleyip İstanbul Ansiklopedisi’nin Müziği başlıklı bir konser serisi düzenledi ve bu konserleri SALT Galata, Akbank Sanat, Metrohan ve Kumbaracı50 Tiyatro’da sahneledi. 2024 sonbaharında yayımlanan ilk müzik albümü Intra Muros Istanbul, kara sınırları Doğu Roma İmparatoru II. Theodosius döneminde inşa edilen surlarla çizilen suriçi İstanbul’dan Osmanlı dönemine ait müzikler sunuyor. Intra Muros Istanbul’daki müziklerin her biri suriçi İstanbul’undan karakterlere ve mekanlara referansta bulunuyor. Çoğunlukla geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet İstanbul’unun müziğiyle ilgilenen Çağlar Fidan çalışmalarında şehrin mekân ve karakter portrelerinden esinleniyor.

Çağlar Fidan (Fotoğraf: Selen Örcan, Post Prodüksiyon: İmge Yüksel)
Çağlar Fidan (Fotoğraf: Selen Örcan, Post Prodüksiyon: İmge Yüksel)

Yazarın Diğer Yazıları

Doktor Dikran Toraman ve eczacı Ardem Toraman’ın vefatının 2. yıl dönümü

Doktor Dikran Toraman’ın Ordu’da yıllarca ilçe ve köylere kadar gidip ücretsiz olarak baktığı hastalar, Orduspor’da 20 yıl boyunca sürdürdüğü saha doktorluğu ve Eczacı Ardem Toraman’ın raf eczacılığının olmadığı dönemde hazırladığı, herkese şifa olan ilaçlar, bu topraklara olan sevgileri, emeği, tüm kimliklerin üstünde olan var oluşları 200 yıllık baba evlerinin bulunduğu sokağa isimlerini vermek için yeterli olmuyor

Ordu Hypapante Rum Ortodoks Kilisesi (1853): İsa'nın Mabede Takdim Yortusu

Yuhanna İncili’nin başlarında İsa kendisini “dünyanın ışığı” olarak tanımlamıştır. İncillerde geçen bu ifadelerin, Hristiyan dünyasında ışık ve onun kaynağı olan muma kutsallık kazandırmıştır

Harutyun Artun 100 yaşında

"Bakırcılık belki devam eder ama bakır üzerine sanat uygulayan son kişileriz" 

"
"