01 Aralık 2024

Melsa Ararat: Türkiye için umutlu, dünya için umutsuzum

"Kadın bakışının girdiği şirketlerde kârlılık oranı artıyor. Ama genel olarak şirketlerin özellikle çevresel sorumlulukları, sosyal sorumlulukları, yasal haklarına saygı, işten çıkartmaların azalması, yeniden yapılanmaların azalması, risklerin daha iyi yönetilmesi açısından baktığımızda bütün sektörlerde kadınların aynı olumlu etkiyi yarattığını ortalamada görüyoruz"

Geçtiğimiz haftalarda Borsa İstanbul’un gongu farklı bir şekilde çaldı. Bu kez finans şirketlerinde “karar alan” konumundaki kadın sayısının yüzde 30’a ulaşmasını amaçlayan ve kadının finans sektöründeki yerine dikkat çeken ve her sektöre ulaşması gereken bir gongdu bu. Tüm sektörlerde çalması gereken bir gong.

Bu vesileyle yıllardır takip ettiğim, konuşmalarını dinlediğim, çalışmalarını okuduğum Melsa Ararat ile tanışma fırsatı buldum. Melsa Hanım, ülkemizin yakın tarihinin en ilham verici, en mücadeleci isimlerinden biri. Özellikle kadın hakları alanında mücadele ediyor. Bunu nezaketle, bağırmadan, konuyu saptırmadan ve saptırılmasına izin vermeden, akıl, hukuk ve nezaket yolu ile gerçekleştirdiği için belki adını hiç duymamış olabilirsiniz. Tabii öğrencisi, iş arkadaşı olacak kadar şanslı değilseniz ya da aktif olduğu alanlarda çalışmıyorsanız.

Böyle biri ile tanışınca elbette ki sadece o anki projesi hakkında konuşacak değildim! Bunca zamandır merak ettiğim soruları sormanın tam zamanıydı! Kimdi Melsa Ararat? Annesi nasıl biriydi, kendi nasıl bir anneydi, bir mühendis iken ve yurtdışında muazzam bir kariyere sahipken neden ülkeye dönüp “kadın hakları” için çalışmaya başlamıştı?

Her şeyi öyle tatlı bir dille anlattı ki, hiç kısaltmadan, size de ilham olmasını umut ediyorum.

Melsa Ararat

- Bambaşka bir alandan, kimya mühendisliğinden gelirken nasıl sosyal konularla ilgilenmeye başladınız, onu merak ediyorum her şeyden önce…

Tuhaf değil mi gerçekten de? Ben de kendime bazen soruyorum bu yolculuk nereden başladı, nereye doğru gitti diye... Herhalde her şey çok meraklı olmakla başlıyor. Hem meraklı olmak hem de güçlü bir adalet duygusuna sahip olmakla. Dolayısıyla eğitiminiz hangi alanda olursa olsun, bu dünyayı merak ediyorsunuz ve aynı zamanda tabii ki “bu dünya nasıl daha iyi olabilir” sorusunu da kendinize soruyorsunuz. Eğer adalet duygunuz gelişmişse, -bu da herhalde çocukluktan size verilen bir şey- sorguluyorsunuz. Sonradan pek gelişmiyor anladığım kadarıyla bu duygu. Evet, ben kimya mühendisliği okudum, Master eğitimimi termodinamik alanında yaptım. Daha sonra da yönetim bilimleri alanında doktora yaptım, bunda çalıştığım yerin etkisi oldu.

- Nerede çalışıyordunuz?

Kavala grubunda bir şirketti. Genel müdür yardımcısıydım. Bir iş biriminin yöneticisiydim. Sanıyorum o şirket şimdi kapandı. Çok iyi bir kadro vardı ve Türkiye'nin önde gelen pek çok şirketi, bilgi teknolojilerini yönetimde kullanmaya o şirketle başladı. Bunların arasında Sabancı Holding'i ve pek çok önemli şirketi sayabiliriz. Daha sonra aynı alanda çalışmak üzere yurt dışına gittim. Yurt dışında değişik ülkelerde Belçika, Hollanda, Japonya, Singapur’da çalıştım.

- Ne öğrendiniz bu ülkelerdeki mesailerinizde?

Şirketin nasıl yönetildiğimin, sadece yönetim kadrolarıyla ve onların yetkinliğiyle ilişkin bir konu olmadığı, aynı zamanda şirketin hissedarlarının, şirketin paylarına sahip olanların bu şirketle ilgili beklentileri ve bu şirketin yönetiminden beklentileriyle ilgili olduğunu kavramış oldum. Buna baktığınızda bu sefer piyasaları anlamaya çalışıyorsunuz.

Merak işte…  Atomlardan, psikokimyadan piyasalara…  Bu merağım toplumsal dönüşümleri, piyasayı, finans sektörünü anlamaya yönelik bir çaba haline geldi.

“Japonya'da üç şirketin yönetim kurulundaydım, genel müdürüydüm, tek başına bir kadındım”

- Kadın hakları ile ilgilenmeye başlamanız da aynı döneme mi denk geliyor?

Esasında sanıyorum 19 yaşındayken kadın hareketine katılmıştım. İlerici Kadınlar Derneği'nin Ankara Şubesi'nin sekreteriydim ve kurucular arasında yer almıştım.

O derneğin başına gelenleri biliyorsunuzdur… Dolayısıyla kadınlarla ilgili bir derdimin çok küçük yaşlarda var olduğunu söyleyebilirim. Bu, ilgi alanım ve çalışmalarım ne olursa olsun devam etti. Japonya'da üç şirketin yönetim kurulundaydım, genel müdürüydüm, tek başına bir kadındım. Çok çektim, öyle böyle değil yani. Avrupa'da da henüz kadınların bu kadar yönetimde olmadığı bir dönemde yine tek kadın olarak yönetimlerde yer almıştım. Dolayısıyla bu benim hep sorunum olarak kaldı diyebilirim. Ama kadın meselesini sadece bir cinsiyetin hak meselesi olarak almamak gerektiğini de, bunun esasında bir sistem meselesi olduğunu, güç mücadeleleri, güç farklılıkları sorunu olduğunu da zaten 1960'ların, 70'lerin mücadelesiyle öğrendim. Ben en genç yaşımda diyeyim, 17 yaşındaydım galiba, Amerika'da Berkeley yakınlarında bir yerde, lise son sınıfı okudum. O zamanlar orası toplumsal cinsiyet eşitliğinin, kadın-erkek eşitliğinin, kadınların güçlenmesinin çok gündemde olduğu bir yerdi. Feminist dalganın, -o zamanlar ikinci feminist dalga diyorlar ama bence kim bilir kaçıncı feminist dalga- çok güçlü olduğu bir dönemdi.

"Annem hep şunu derdi: Hiçbir komşum dul bir kadın olduğum için benden çekinmedi"

- Ailenizin etkisi var mı?

Tamamen kadınlardan oluşan bir evde büyüdüm. Annem, iki kız kardeşim, teyzemin kızı ve anneannemden oluşan tam altı kadınlı bir evde büyüdüm ve bir kız yatılı okulunda okudum. Dolayısıyla benim önümde hiç erkek yoktu. Erkekleri asla model almadım. Erkeklere kendimi beğendirmek gibi bir derdim olmadı. Kadınlardan oluşan bir dünyada bütün çocukluğum ve gençliğim geçti. Erkeklerin dayattığı, sizden beklenen belirli bir kadın normu vesaire hiç bende olmadı. Hatta üniversitedeyken böyle fırfırlı elbiseler falan giyen kadınları anlamıyordum. Kadınların ve erkeklerin aynı kıyafetleri giymesi gerekir diye düşünüyordum. Hakikaten işte pantolon, loafer ayakkabılar, ceketler… Kafamda kadınların ve erkeklerin ayrı kategoriler olduğuna dair bir şey gelişmemişti o zamanlar. Ama tabii annem üç kız çocuğunu yalnız büyüten bir anneydi. Ondan kaynaklanan bir şey vardı hep sanıyorum. Kadın meselesini daha yakından yaşamış olma durumu vardı. Çalışan bir anneydi. Üç kız çocuğuna tek başına bakıyordu.

- Peki annenizden ne öğrendiniz?

Annem esasında çok kırılgan, abisinin, babasının, kocasının sözünden hiç çıkmayan, naif bir kadındı. Abisinden ödü kopardı, babam kendisinden çok genç bir kadına aşık oldu, annemi ve bizleri terk ederek yok oldu. O kadın, o kırılgan, annenin - babanın - abinin sözünden çıkmayan, abisinin yanında sigara içmeyen kadın birdenbire sorumluluğu üstlendi ve o kadından bir o kadar güçlü bir kadın çıktı ki nasıl oldu bilmiyorum. Hepimizin içinde var bu bence. Annem birdenbire bir sürü sosyal aktivitenin içinde yer almaya başladı. İnsan oldu diyeyim. Yani insan değildi anlamında demiyorum ama annem o yaştan sonra artık aynı kadın değildi.

36 yaşındaydı. Tek başına bir anne olarak bütün hayatı çevirmeye başladığında. Üç tane çocukla tekrar çalışma hayatına döndü ki annem hukuk fakültesindeyken işte erkeklerin çok taciz etmesinden dolayı fakülteyi bırakıp eğitim hayatına son vermiş bir kadın, çok da güzel bir kadındı aynı zamanda. Annemle her zaman gurur duydum. Son derece katı, prensip sahibiydi. Çocuklarının geleceğini sağlamak için çalışma hayatına geri döndü. Ama hiçbir zaman kendisini ezdirmedi. Aile apartmanında oturuyorduk, komşularla görüşülürdü haliyle ve annem hep şunu derdi: “Hiçbir komşum dul bir kadın olduğum için benden çekinmedi.

- Ne kadar incelikli ve acı bir söz bu…

Bunun ne olduğunu ben çok sonra anladım. Çok sosyal de, çok faaldi de. Okul aile birliğine girer, derneklere katılır, toplantıları organize eder. O çekingen, son derece naif, minicik bir kadından böyle bir dev gibi bir kadın çıktı iş başa düşünce. Demek ki işi başa düşürmek lazım…

Melsa Ararat oğlu ile

- Bu kadar farklı kültürlerde çalıştıktan, yaşadıktan sonra Türkiye’nin böylesine güçlü kadınlarla dolu bir ülkenin kadın hakları konusunda 2024 yılında bu kadar geriye gitmesini nasıl yorumlarsınız?

Ben sosyolog değilim tabii. Ama kendi deneyimlerime bakarsak bunun tamamen bir politik irade meselesi olduğunu düşünüyorum. Siyasetin var olduğunu bildiği, derinlerde yatan bir kültürel dokuyu pekala kullandığını düşünüyorum. Türkiye bundan çok farklı bir yolda gidebilirdi. Bazen rastlantılar hem insan hayatında hem ülkelerin hayatında çok büyük değişiklikler yaratabiliyor. Ama şunu da görüyorum, Türkiye'de çok güçlü bir alternatif damar da var. O alternatif damar bir gün bypass yapacak diye düşünüyorum.

O bypassın olacağına dair öngörüde bulunan çok sayıda düşünür, aydın da var. Ben o bypassı bekliyorum.

- Ne güzel, umut verici oldu bu inanç. Günümüzde feminizmin geldiği noktayla ilgili ne düşünüyorsunuz?

Bu çok esasında sorunlu bir konu. Özellikle batıda yaşadığınız zaman bunu çok daha yakından hissediyorsunuz. Çünkü Türkiye gibi ülkelerde hala kadın meselesi ve kadınların eşitliği meselesi mücadele edilmesi gereken önemli bir konu. Feminizmin meyvelerini yaşamış, görmüş toplumlarda artık geri reaksiyon var. Erkeklerden kaynaklanan bir reaksiyon var. Çünkü o kadar çok sorun var ki dünyada, çalışma hayatında, ekonomik, toplumsal hayatta… Bundan dolayı erkekler kendilerinin dezavantajlı bir duruma düştüklerine dair bir kanaate sahip oldular ve burada bir geri tepki oluştu. Bu tepkiyi yine siyaset kullanıyor tabii ki. Esasında haksız bir tepki ama anlaşılabilir bir tepki. O anlaşılabilir tepkinin siyaset tarafından kullanılmasını ben çok riskli görüyorum. Nasıl ki kadınlar toplumun yüzde 50’siyken demokratikleşme süreçlerinde önemli bir rol oynadılarsa, toplumun diğer yüzde 50’sini oluşturan erkekler de antidemokratikleşme sürecinde önemli bir rol oynamaya başladılar.

- Bu çok konuşulmayan ama çok önemli bir durum, gözlem.

Çok önemli buluyorum bunu. Feminizmin nereye doğru evrileceği konusunda esasında hiçbir fikrim yok. Esasında hiçbir konunun nereye doğru evrileceği konusunda hiçbir fikrim yok. Çünkü o kadar öngörülemez, tahmin edilemez dinamikler var ki bugün. Toplumsal yaşamı, ekonomik yaşamı, siyasi yaşamı etkiliyor. Şu anda genç olanlara, çocuk olanlara merakla bakıyorum, nasıl yaşayacaklar bu hayatı? Yani o kadar bilinmezlerle dolu bir hayat, bilinmezler dolu bir süreç içindeyiz ki şu anda neredeyse yaşlı olduğumu ve çok uzun yaşamayacağıma sevineceğim geliyor!

- Aşk olsun! Uzun ve sağlıklı yıllarınız olsun.

Yani işte ortalama ömür nedir? 85. Çok kalmamış oraya. Demek ki bütün o karmaşayı ve kaosu ve belki son derece kötü olayları yaşamayacağımı düşünüyorum. Çok iyi şeyler yaşayabilir miyiz konusunda çok ümitli değilim. Genel olarak dünyadan bahsediyorum tabii.

- Oysa biraz önce bypass olacağına dair inancınızla ümit vermiştiniz…

Türkiye için daha iyi ümitliyim. Ama genel olarak dünyaya baktığımızda çok ümitli değilim. Çünkü orada çok ciddi bir savaş tehlikesi görüyorum. Bugün dünya savaşının içinde miyiz, değil miyiz sorusu hala tartışılıyor. Çünkü dünya savaşı dediğimiz zaman artık tarafların birbirlerine tüfekle ülkelerine girdikleri bir savaş anlamıyoruz. Herkes bir taraf şu anda. Ekonomik önlemlerle taraf, ticaretle taraf. Dolayısıyla hakikaten bir küresel bir savaş hali var. Ve bütün ülkelerde savunma masraflarının, güçlerinin giderek arttırılması doğrultusunda bir baskı var bildiğiniz gibi. Ve ben o 1970’lerin, 60’ların “Savaşma, seviş” sloganının ne kadar kıymetli olduğunu tekrar anladığımızı düşünüyorum. Ama artık tabii sloganın biraz değişmesi lazım galiba. “Savaşma, seviş” değil “Savaşma mücadele et” gibi bir şey. Bu yüzden endişeliyim. Yani nükleer tehdidin çok ciddi bir tehdit olduğunu düşünüyorum. Amerika ile Rusya arasındaki nükleer silahların sınırlandırılması anlaşmasının sonuna gelindi. Bunun uzatılmayacak olması ya da uzatılacağına dair herhangi bir belirti de olmaması benim bu aralar en fazla düşündüğüm konulardan bir tanesi.

 - Öte yandan savaşa karşı, coğrafi sınırların ötesinde yaşayan, dünyayı koruma bilinci olan bir gençlik de var.

Tabii ki olumsuz tarafları konuşuyoruz hep ama yine de hakların farkında, çok bilinçli bir gençlik yetişiyor. Yani bilinçliler ama o bilincin kollektif bir iradeye dönüşmesi konusunda bir gelecek tahayyülümüz yok elimizde şu an. İşte bunu bir sorun olarak görüyorum. Yani 60'ların, 70'lerin bir ideali, bir gelecek tahayyülü vardı ve o tahayyüle doğru insanlar organize oldular, mobilize oldular, mücadele ettiler. Ama şu anda öyle bir gelecek tahayyülünün ben felsefi olarak, ekonomik olarak, politik olarak gençlerin önünde bulunduğu kanısında değilim. Gençler bilinçli ama bu bilinç daha çok onların bireysel duruşlarını etkiliyor. Ama kolektif çabalarını organize edecek, organize edecek bir yol gösterici yok gibi geliyor bana. Onun için çok ümitli değilim. Çünkü devletlerin o zekayı ve o yetkinlikleri barındırabilecek bir kurumsal yapıları yok. Ne finansal olarak ne de onları psikolojik olarak doyuracak yapıları yok. Dolayısıyla yapay zekanın insanlara getireceği pek çok olumlu şeye rağmen getirebileceği olumsuzlukların ve risklerin yönetilemeyeceğiyle kanısındayım. Bir de böyle bir endişem var.

Yani bir savaş endişesi, ikincisi yapay zekanın bütün hayatı domine eden, artık yapay zekanın kendi zekasını üreten bir sisteme dönüşmesi durumunda insanlık olarak bunu anlayıp yönetebilecek olup olmadığımızdan emin değilim. Hele ki devlet dediğimiz müessesenin, kurumun çok zayıfladığı böyle bir dönemde... Dolayısıyla gençler için endişeliyim dediğim gibi.

Bir buçuk yaşında bir torunum var. Kara kara düşünüyorum yani ne olacak bu çocuğun geleceği diye.

- Şu an çocuk yapmak büyük cesaret…

Eskiye göre çok büyük cesaret. Oğlum çok hevesli değildi ama kız arkadaşı çok istekliydi. Ben dedim ki “Bir kadın doğurmak istiyorsa doğursun.” Ama endişeli olmaya devam edeceğim herhalde.

- Bir çocuğunuz var değil mi?

Bir çocuğum var. 1980 doğumlu. Eşimin iki çocuğu var. Hepsi yetişkin. Şimdiki yetişkinler gibi hiçbirinin maaşlı düzenli bir işi yok. Hepsi kendi işleriyle, kendi çalışmalarıyla bağımsız çalışan insanlar. Bizim geçmişimizden çok farklı üçü de.

- Siz şimdi kariyerinizin ilk başına dönseydiniz nasıl bir yol izlerdiniz? Ya da kendinize nasıl bir tavsiye verirdiniz?

Kariyerim nerede başladı diye düşünüyorum. Mezun olduktan sonra nükleer santral projelerinde çalışmıştım. Türkiye'de. O zamanlar hayatımı idame ettirmek için ben emeğimi satıyorum ve karşılığında bir para alıyorum diye bakıyordum işe. Kısa süre sonra öyle bakmamaya başladım. Yaptığım işin olumlu sonuçları olan, en azından olumsuz sonuçları olmayan ve aynı zamanda olumlu şeyler üreten iş olmasına gayret ettim. Yani mühendis olarak başladım, yönetici olarak devam ettim. Bilgi teknolojileri sektöründen başlayıp çok fazla farklı sektörlere girdim. Yapmadığım iş kalmadı diyebilirim. 40 yaşımda akademisyen oldum. Kolay bir şey değildi. Ve kırk yaşında akademiye döndüğümde tabii ki çok da zorlu bir süreç yaşadım. Araştırılması gerektiğini düşündüğüm konularda araştırma yapan kimse yoktu. Bir meslek içerisinde iyi olmaya çabalamanın, yaptığın işi iyi yapmanın ne kadar önemli olduğunu akademi içinde en iyi şekilde gördüm. Yani akademide herkes akıllı, herkes sizin ne yaptığınızı çok iyi değerlendirebiliyor. Burada kaçamak yok. O kaçamak olmadığı için en büyük baskısının üzerinizde akranlarınızdan gelen “iyi olma, iyi yapma baskısı” olduğunu düşünüyorum.

Bütün mesleklerde bunun olması herhalde iyi olurdu. Bundna sonra ok fazla bir değişiklik yapacağımı zannetmiyorum. Kimya mühendisliği okuduğum için çok memnunum. Hiç kimya mühendisi olarak çalışmadım ama bana termodinamik bilgisi, sistem bilgisi, analitik düşünme gibi çok şey verdi. Dolayısıyla yani bir şey değiştirir miydim bilmiyorum. Değiştirmezdim herhalde.

- Kendi gençliğinize bir öğüt vermek ister miydiniz peki?

Merak etmeyi bırakmamak herhalde. Dünyayı anlamaya çalışmayı bırakmamak.

Kendime küçük minik ceplerde konfor alanları yaratmak, sanatla biraz ilgilenmek, iyi müzik dinlemek, resim yapmak. Ben sanatçı değilim ama sanatla çok ilgiliyim.

10 sene klasik gitar dersi alıp bir türlü klasik gitarda doğru dürüst bir şey çalmamış biriyim ama hala çok büyük bir zevkle klasik müzik dinlerim, çok büyük bir zevkle rock dinlerim, rock'u çok severim. Resim yapamam ama iyi resmi severim. Sanat çok besliyor sizi. Olayı farklı görmenizi sağlıyor, başka boyutlarda düşünmenizi sağlıyor, ön yargılarınızı törpülüyor, size yeni dünyalar açıyor.

- Akademinin yanı sıra bireysel işleriniz de var değil mi? Yine özellikle cinsiyet eşitliği konusunda çalıştığınız…

İngiltere'de kurdu bir şirketim var. 2002 yılında kuruldu, üniversitede başladığım zaman.

Kalkınma bankalarına, Birleşmiş Milletler'e ve benzeri kurumlara araştırmalar yapmak üzere kurulmuş bir şirket. Özellikle işyerinde cinsiyet eşitliği konusunda projeler yapan, danışmanlık veren bir şirket. Ben artık sahaya çıkıp sahada bunları yapmak için biraz yaşlandım açıkçası. Ama genç arkadaşların bu konuda ilerlemesine, yetişmesine, sosyal geçmişleriyle gelip iş dünyasını anlayarak, iş dünyasını nasıl dönüştürebileceklerine dair bir formasyon kazanmalarında yardımcı oluyorum. EBRD (The European Bank for Reconstruction and Development) ile çok yakın çalışıyorum. IFC (The International Finance Corporation) ile aynı şekilde. Beraber çalıştığım arkadaşlar bana “mentor” diyor. Yani emekli oldum üniversiteden ama hala hocam diyorlar. “Bırakın şu hocayı” diyorum. Zaten benim hocalığım çok kısa bir dönemdir. Ben ders vermeyi hiç sevmedim! Üniversitede çalışırken de dönemin yarısında “Ben ders vermeyeceğim” dedim. Çünkü çocuklara bir şey anlatırken onlar anlamadığı zaman ya da ilgilenmedikleri zaman beni çok kızdırıyordu açıkçası. O yüzden “Ben ders vermeyeceğim, araştırma yapacağım” dedim. Herhalde emekli olmadan bir 7-8 sene önce ders vermeye ara verdim. İş etiği dersi veriyordum, kurumsal yönetim dersi, strateji dersi veriyordum. İş etiği dersi ilk defa bir  üniversitede ana ders olarak kondu master programına. Sabancı Üniversitesi, Executive MBA programına. Çok büyük bir hevesle onu gerçekleştirdim. Fakat sonra birdenbire o dersin önemi azaldı. Ben de herhangi bir operasyonel ders vermek, tekrar strateji vermek istemedim.

- Bir de %30 Kulübü var. Borsa’da tanıttığınız üzere, finansal kurumlarda, işletmelerde kadının karar alan pozisyonundaki yerinin artmasını amaçlayan global bir klüp. Türkiye'de bu oranı önemseyen ve bunun için çalışan kurumlar var ama bunun yasalaşması ve hatta her sektörde zorunlu olması için meclise sunulan herhangi bir çalışma var mı?

Bütün bakanlıklar, parlamento, kadın erkek eşitliği grubu başkanı, SPK, borsa, ticaret bakanlığı, hazine, hepsinin temsilcilerinin katıldığı bir çalışmayla rapor çıktı. Ve o rapor dedi ki “Türkiye'de kota olmadan bu konuda ilerlemek mümkün değil”. Çünkü diğer faktörler yeterince gelişmiş değil. Sermaye piyasaları gelişmiş değil vesaire. Ve bu herkesin katıldığı, herkesin imzasını attığı çalışmanın raporu esasında ilgililere gitti.

Sonra neler oldu? Tabii ki kurumlardaki insanlar değişti. Burada konunun esas muhatabı şu anda Sermaye Piyasası Kurulu. Ama Türkiye'de hiçbir önemli değişiklik, yasal değişiklik siyasi iradeden bağımsız olarak maalesef gerçekleşmiyor. Dolayısıyla oradaki iradenin eğer bu yolda bütün bu kurumların ortaklaşa olarak önerdikleri kota konusunda bir adım atılacaksa, bu bir kişinin iki dudağının arasında olabilir.

- Siyasette eril dilin ve gücün hakim olduğu bir süreçten geçiyoruz ve bu hem günlük hayata hem de tüm sektörlere sirayet ediyor ama kadınların söz sahibi olabildiği şirketlerde nelerin değiştiğine dair yapılan araştırmalar ve müspet ve somut sonuçlar var mı?

Kadınların iş hayatındaki yeri için kota konan ülkelerde yapılan araştırmalar var ve bu bize biraz kontrollü bir ortam sağlıyor. Böyle baktığımızda en önemli etkinin daha çok tüketim malları üreten şirketlerde kendini gösterdiğini görüyoruz. Kârlılık anlamında.

Yani kadın bakışının girdiği şirketlerde kârlılık oranı artıyor. Ama genel olarak şirketlerin özellikle çevresel sorumlulukları, sosyal sorumlulukları, yasal haklarına saygı, işten çıkartmaların azalması, yeniden yapılanmaların azalması, risklerin daha iyi yönetilmesi açısından baktığımızda bütün sektörlerde kadınların aynı olumlu etkiyi yarattığını ortalamada görüyoruz. Tabii bu her kadının aynı etkiyi yapacağı anlamına gelmiyor ama genel olarak baktığımızda risklerin daha iyi yönetildiğini, yasalara daha fazla uyulduğunu, yolsuzlukların daha az olduğunu görüyoruz. Amaç esasında şirketlerin en üst düzeydeki icra sorumlularının, CEO'larının, genel müdürlerinin kadın olmasını sağlayabilmek.

- Dünyada durum nasıl?

Maalesef dünyada da durum iyi değil. Yani kadınlar kotalar aracılığıyla yönetim kurullarında önemli bir ağırlık kazandılar. Ama CEO seviyesine baktığımızda yine %7, %8'ler civarında kadın oranı. Özel sektörün bütün paydaşlarının baskısıyla şekil değiştirerek yeni bir şirket teorisi, yeni bir şirket paradigması yaratması mümkün olacak. Belli noktalara kadınları koydular ama kadınların aşağıdan yukarıya yükselmesi için uzun bir süreç geçmesi gerekiyor. Çünkü şu anda 40 yaşlarındaki kadınların çoğu ikinci çocuklarını yapınca işi bırakıyorlar ya da ara veriyorlar. Geri geldiklerinde dezavantajlı konuma düşüyorlar. Dolayısıyla o yukarıya çıkma meselesi zorlaşıyor. Yani ikinci bir cam tavan var şu anda. O ikinci cam tavanda kadınlar yönetim kurullarında bağımsız yönetim kurulu üyesi olarak duruyorlar sadece. Halbuki kadınların orada CEO olarak, CFO olarak durmaları önemli. Bu da bu politikaları benimseyen şirketlerin daha yeni işe aldıkları kadınları daha iyi politikalarla destekleyerek, onların yukarıya doğru çıkma süreçlerine katkı vererek destekledikleri zaman olacak gibi geliyor. Bunun yerleşmesi de nereden baksanız herhalde bir 10-15 senelik süreç demek.

- Kadının erkeklerin engeline takılmasından bahsediyoruz ama bir de kadının kadına uyguladığı psikolojik şiddet ya da engellemeler var. Başka sektörlerde ne kadar değişiyor bilmiyorum ama ben medyada bunu çok yaşadım. Bununla ilgili sizin hiç zorlandığınız bir durum oldu mu ya da sizin gözlemleriniz nasıl?

Kadının kadına uyguladığı şiddet. Hiç görmedim, hiç duymadım. Şöyle bir durum var esasında; liderliği bugün bilinçli ya da bilinçsizce kafamızda maskületiyle ilişkilendiriyoruz. Şimdi böyle olduğu zaman önemli pozisyona gelen kadınlar bir kadın olarak görülmek istemiyorlar. Bunu istemedikleri zaman, kendilerini daha aşağıda pozisyonlarda olan kadınlardan ayrıştırmak gereğini hissediyorlar. Çünkü “Kadın olduğu için kayırdı” ya da “Kadın olduğu için böyle davrandı” denmesini istemiyorlar. Bundan dolayı oluşan mesafe koyma süreci çok dengeli yürüyen bir süreç değil. O süreçte kazalar olabiliyor görebildiğim kadarıyla. Ama bunu kadının kadına şiddeti diye nitelendirmek ne kadar doğru bilmiyorum. Sonuçta o da güç sahibi olanın güçsüz olana uyguladığı şiddet diye bakmak lazım.

Yani o şiddetin bir cinsiyet, cinsel temeli yok. Cinsiyetle ilgili bir temeli yok. O güç sahibi olanların gücünü koruma ve daha yukarıya gitmek için engelleri bertaraf etme çabası.

Sabancı Business School Kurumsal Yönetişim Forumu kurucu direktörü ve Strateji Profesörü Melsa Ararat, Belçika, Singapur ve Japonya’da şirketlerde yönetim ve yüksek istişare pozisyonlarında bulundu. Sürdürülebilir Kalkınma Amaçlarını destekleme anlamında işletmeleri seferber eden Aile için Şiddete Karşı Ticaret, Bağımsız Kadın Direktörler ve Karbon Saydamlık projelerinin kurucularındandır ve bu projelerin süpervizörlüğünü de yapmaktadır. Uluslararası Kurumsal Yönetişim Ağı’nın (ICGN) da yöneticilerinden biri olan Melsa Ararat, BM Global Compact Turkey Network yönetim kurulu üyeliği, 30%Club Global Danışmanlık Kurulu üyeliğine de sahiptir. Borsa İstanbul 2014 Sürdürülebilirlik Endeksi’nin oluşturulmasında da kilit rol oynamıştır.

Yüzde 30 Kulübü hakkında daha fazla bilgi için: https://www.yonetimkurulundakadin.org

Yazarın Diğer Yazıları

Oyun devam ediyor: 'Squid Game'in başrol oyuncuları Lee Jung-jae ve Wi Ha-jun, ikinci sezonda izleyicileri nelerin beklediğini anlattı

Netflix’in en popüler dizilerinden olan Squid Game, 26 Aralık’ta ikinci sezonu ile karşımızda olacak. Dizinin iki başrol oyuncusu Lee Jung-jae (Gi Hun yani Oyuncu 456) ve polis rolündeki Wi Ha-joon ile dizinin yeni sezon basın lansmanında online olarak bir araya geldik ve sorduk: Şimdi neler bekliyor bizi?

Bilge Kağan Etil: Beste yaparken içsel olarak duygu bütünlüğünü hissetmem gerekiyor

Red Bull 60 Seconds Solo'da yaylı tambur tercih eden Bilge Kağan Etil, bunun nedenini "Kendime yaylı tanbur almıştım kısa süre önce. Enstrüman bir nevi seçilmiş oldu" ifadeleriyle anlattı

Çocukluğumuzu canlandıran kahraman: Mark Henn

Mark Henn: Animatörler, aslında birer oyuncu ama ekranda beni değil, çizdiğim karakterleri görüyorsunuz. Karakterle ilgili sevdiğim yönleri alıp o karaktere bürünüyor ve onun yaşadığı durumlarda benim ne hissedeceğimi canlandırmaya çalışıyordum

"
"