22 Eylül 2024

Pop müzik araştırmacısı Murat Meriç’le söyleşi (I): “1970’lerin müzik damarı sürüyor”

“1970’lerde politik müzik dediğimiz olguyu keşfettik. Alpay’ın ‘Fabrika Kızı’ gibi bir iki örnek dışında öncesi yok bu tür müziğin. Bu noktada âşıklar geleneğini vurgulamak lazım tabii. Âşık İhsani, Âşık Mahzuni, Âşık Zamani gibi ozanlar zaten politik müzik yapıyorlardı”

Murat Meriç

Türkiye'de pop müzik araştırmaları deyince akla Murat Meriç gelir. Beğendiğimiz, dilimize takılan, yıllar içinde bizimle yaşayan ya da öylesine dinleyip geçiverdiğimiz, sonra unuttuğumuz nice şarkının hikâyesini, pop müziğin derinliklerindeki duyguları, bestecilerin, yorumcuların yaşamlarındaki küçük ayrıntıları çoğunlukla ondan dinledik. Başka bir deyişle Türkiye pop müzik serüvenini onun iz sürmesiyle öğrendik. Müzik tutkusunun yanına koleksiyonerliği, baş edilemez araştırma ruhunu koyduğunda, olağan şarkıların içinden nice etkileyici hayatlar çıkarabilen Murat Meriç, ne zaman 1970'lerin şarkılarını çalsa, hikâyelerini anlatsa birkaç nesil bir arada kulak kesiliyor. 1970'lerdeki kültürel damarın bir yeraltı suyu gibi günümüzde de aktığını, verimli kültür toprağını beslediğini, bundan müzik dünyasının da etkilendiğini biliyoruz. Peki neden ve nasıl? Bunları konuştuk Murat Meriç'le...

“1970’lerin müzik damarı gerçekten bugün de sürüyor mu” diye sordum, “Biz o dönemin çocukları, kendimizi mi avutuyoruz yoksa” diye ekledim, kuşkuyla. Çünkü ne kadar yeni ve güzel şarkılar düşse de gündeme, toplumsal duyarlılık damarımız gidip 70'lere bağlanıyor. Bu konuda ne düşündüğünü sormadan edemezdim, ilk onunla başlayalım istedim.

"Evet o damarın sürdüğünü söyleyebiliriz" dedi, kuşku götürmez bir vurguyla; "Üçüncü nesil de gerçekten yine o şarkıları dinliyor. Aynı şarkılar kuşaktan kuşağa aktarılıyor. Anne ve baba o şarkıları dinliyordu, çocuk ve torun da kulağı alışkın olarak büyüyor. Bunu kendimden biliyorum. 1972 doğumluyum, annem o şarkıları gençliğinde dinlemiş, ben ondan öğrenip kendi gençliğimde dinledim; sonra ben de gençlere dinlettim. Günümüzde yeni isimler çıkıyor, güzel şarkılar yapıyorlar ama gerçekten senin de dediğin gibi onların da kimisi dönüp o eski şarkıları söyleyebiliyorlar; çünkü kendilerini tanıtmak için, gözle görülür olmak için 70'lerin müzik damarı iyi bir araç. Filmlerde, dizilerde de 70’lerin şarkıları kullanılır oldu son dönemde. Başka bir deyişle o dönemlerin müziği, şarkıları kuşaktan kuşağa aktarılan bir miras haline geldi.

- Bunun nedeni ne sence? Başka bir deyişle 1970lerin şarkılarının karakteristiği ne ki bu kadar seviliyor hâlâ?

Birçok duygunun karşılığı o şarkılarda var. Sanırım nahiflik de etken. Diğer açıdan, söyleyebiliriz ki Türkiye’nin bugüne göre daha mutlu olduğu yıllardır 1970’ler. 1960’larda hazırlanan süreç, bu on yılda çılgınca bir üretime dönüştü. Karşılığını da buldu. Ortaya çıkıp sonradan kaybolan çok az yorumcu var; en azından birer ikişer şarkıyla yaşamayı sürdürdü o dönemin şarkıcıları.

-Örneğin, Ali Rıza Binboğa gelir benim aklıma hep bu durumda…

Evet akılda kalan tek şarkısı var: “Yarınlar Bizim” olarak da bilinen Yarın. İskender Doğan var, birçok güzel şarkısı var ama “Kan ve Gül”le kaldı. Yeliz de öyle; “Bu ne Dünya” ile anıyoruz bugün. Bunun tersi örnek de var: Berkant 1960’ların sonunda “Samanyolu”nu söyledi, öncesinde söylediği şarkılar silindi ve ondan sonra ne yaparsa yapsın o şarkı ona yapıştı. Ayten Alpman da öyle. 1960’ların caz yıldızıydı, “Memleketim” şarkısı ile hatırlanır oldu.

 

-Bu yıllarda yükselen sol dalganın etkisi de var sanırım değil mi, o şarkıların karakteristiğinin oluşmasında?

Elbette, bu çok önemli bir etken. Az önce söyledim, Türkiye’nin mutlu olduğu yıllardı ve umut da vardı. Toplumun geleceğe ilişkin bir beklentisi vardı. Ali Rıza Binboğa’nın o şarkıyı yapması tesadüf değil, bu anlamda. Çünkü toplumda karşılığı vardı. Tanju Okan gibi, Füsun Önal gibi şarkıcıların toplumsal sorunlarla ilgili şarkılar söylemeye başlaması da rastlantı değil. Önal, kolejde okumuş rock and roll söyleyen bir genç kızken bir anda “Fakir Kızın Öyküsü”nü söylemeye başladı.

1970’lerde politik müzik dediğimiz olguyu keşfettik. Alpay’ın “Fabrika Kızı” gibi bir iki örnek dışında öncesi yoktu bu tür müziğin. Bu noktada âşıklar geleneğini vurgulamak lazım tabii. Âşık İhsani, Âşık Mahzuni, Âşık Zamani gibi ozanlar zaten politik müzik yapıyorlardı. Ama rock ortaya çıkınca ve genç kuşağı sarınca, pop müzik kavramı da doğdu. Bir sentez oluştu denebilir. Cem Karaca, Edip Akbayram, Selda, Sadık Gürbüz, Rahmi Saltuk, Zülfü Livaneli adlarını anabiliriz, örnek olarak. Bağlamanın yanına orkestrayı koydular, çok sesli müzik denemelerine giriştiler. Livaneli, bağlamanın yanına flüt, kontrbas ekleyince eleştirilmişti ilk zamanlar.

Bir anekdotu paylaşmak isterim. Timur Selçuk şarkılarını piyano eşliğinde söylerdi. ODTÜ’de konser verecek ama sol camia bağlamaya alışık, piyano devrimci bir enstrüman mı değil mi diye tartışmasını yapıyorlar. Sonunda “devrimci enstrüman olmasa bile devrimci amaç için kullanılabilir” kanısına varıyorlar. Bu oluşumlar sonraki dönem müziğini de oluşturuyor yavaş yavaş.

-Bir fotoğraf vardır: 1 Mayıs Mitingi, Taksim Alanı’nda yüzbinler. İşçiler, gençler, aydınlar, yazarlar, şairler, sinemacılar… Kürsüde ise kasketi ve bağlamasıyla Âşık İhsani. Bu bana çok paradoksal gelmiştir. Onun müziğinin araçsallığı bir yana, geleceği temsil ettiğini söylemek zor değil mi?

Çok doğru. Bundan uzun süre vazgeçemedik. 1980’lerde hatırlıyorum; Birlik ve Dayanışma Geceleri’nde de insanlar sazlarıyla kürsüde politik türküler söylüyorlardı. Biraz beklenti meselesi bu. Bizzat şahit oldum, böyle bir gecede, Grup Yorum çok masum bir şekilde harmandalı çalınca örneğin protesto edilmişti. Müzik anlayışlarını, insanların taleplerini ve beklentilerini kırmak çok zor. Mahzuni gibi bir isim bile ancak 1980’lerde orkestra kullanmaya başlayabilmişti.

-Politik müzik anlayışı deyince aşk konusunu da konuşmak gerekmez mi? Sol camianın sözünü ettiğimiz türdeki şarkılarında neredeyse aşk yok.

Yoldaşa âşık olunmaz, ilkesi şarkılarda da kendini göstermiş diyebiliriz. Yaşanmışlıklar da gizli gizlidir. Çünkü babasından çok örgütünün liderinden çekinirdi o dönem gençleri. Slogan içeren şarkıların içine aşkın girmesi imkânsızdı, bu çok sonraları gerçekleşebildi. Mahzuni anonim aşk türküleri söylüyordu, bu geleneğe bağlanarak Grup Yorum, Rahmi Saltuk sonraki dönemlerde aşk şarkıları söylemeye başladılar. Livaneli ilginç bir örnek. Baştan çok politik albümler yaptı. Ada albümü büyük değişimdir. Öncekilerde, “Atlının Türküsü”nde “Nâzım Türküsü”nde aşk varsa da Nâzım Hikmet’in devrimci aşkı o. Bir tarafta da Sezen Aksu, Nilüfer, Ajda Pekkan var. Hatta Orhan Gencebay var ama bu iki akım birbiriyle kolay kolay kesişmedi.

“Özellikle liseli gençlik kendini yabancı müzikle var etti. Enstrüman satın alıp öğrenebilen, plak alabilen, iyi kötü İngilizce bilen gençlikten söz ediyoruz tabii. Gençlerin kendilerini var ettikleri müzik için kurdukları orkestralar var. Kentlerde kendi içinde müzik yapan gençlere, turneye giden İstanbullu şarkıcılar da örnek oluyor”

-Aslında 1960'ların ortalarından itibaren yabancı müzik de var değil mi? Plaklar ve radyo yoluyla yaygınlaşmaya çalışan bir tür. Şehirlerde gençler tarafından orkestralar kuruluyor, kolejler bu işin öncülüğünü yapıyor, sonra birçok yerde pıtrak gibi okul orkestraları ortaya çıkıyor. 70'lere giden yolda bunların da etkisi olmalı diye düşünüyorum.

Gerçekten de1960’larda oluşmaya başlıyor aslında 70’lerden bugüne değin uzanan müzik damarı. Beatles başlangıç denebilir. Bob Dylan, Joan Baez, Pink Floyd dinleniyordu. Pop bunun üzerine kuruldu diyebiliriz. Özellikle liseli gençlik kendini yabancı müzikle var etti. Enstrüman satın alıp öğrenebilen, plak alabilen, iyi kötü İngilizce bilen gençlikten söz ediyoruz tabii. Gençlerin kendilerini var ettikleri müzik için kurdukları orkestralar var. Kentlerde kendi içinde müzik yapan gençlere, turneye giden İstanbullu şarkıcılar da örnek oluyor.

Bu, senin de dediğin gibi 60’ların ikinci yarısında oldu. Öncesinde İstanbul’da ve birkaç büyük şehirde var orkestralar, caz grupları filan var. Kulüp kültürü var her şeyden önce. Bu dönemin ikinci yarısında Hürriyet gazetesinin Altın Mikrofon Armağanı yarışması var ki bu çok önemli. Çünkü organizasyona katılan ekipler birçok şehre gidip konserler de veriyorlar, halk onları izleyip oyluyor. Böylece bir tanışma ve yönelme oluyor. Erkin Koray, Moğollar, Selçuk Alagöz gibi şarkıcılar bu yarışmayla ortaya çıkıyorlar. Şehirlerde orkestralar bu dönemde kuruluyor. Milliyet gazetesi de Liselerarası Müzik Yarışması düzenlemeye başlıyor. Bu yarışma gençleri orkestra kurmaya, müzik yapmaya teşvik ediyor. İstanbul ve Anadolu birbirini tanımaya başlıyor, kısaca. 1970’lerin temeli böylece atılıyor.

-O zaman tam bu noktada, müzik toplumu değiştirme gücüne sahip mi diye sormak da lazım değil mi?

Değişmesine büyük etki yapar. Sinemalar, yarışmalar, turneler, plakların yaygınlaşması, Ses, Hayat ve sonra Hey gibi dergilerin çok okunması bu etkiyi sağlıyor. Filmlerde gördüklerini dergilerde de görüyorlar ve öyle yaşamak, öyle müzik yapmak istiyorlar. Şarkılar için filmler yapılıyor, şarkıcılarla filmler yapılıyor ve bunlar Anadolu’da çok izleniyor. Etki etmemesi mümkün değil. Bir örnek vermek isterim. Karslı Âşık İsmail Azeri’nin bir şarkısı vardır: “Türkan Şoray Bizim Evde” diye. Karısıyla çocuğunun Şoray’a özendiklerini, onun gibi mini etek giyip dans etmek istediklerini anlatır eleştirerek. Daha çarpıcı bir örnek yakın dönemden verilebilir. Gezi Direnişi zamanı Duman, “Eyvallah” diye bir şarkı yaptı, işin rengi değişti. Hemen ertesi gün Grup Yorum bir şarkı paylaştı, Kardeş Türküler direnişin içinden bir şarkı yaptı. Duman bugün bile konserlerinde bu şarkıyı söylediğinde “Her Yer Taksim Her Yer Direniş” sloganları atılıyor coşkuyla. Şöyle de diyebiliriz: Gezi Direnişi hiçbir şekilde unutulmayacak çünkü bu şarkılar var!

-70lerde şarkıcılar daha bir ikonik değil mi? Sinemada davranışları, giyimleri, yaşam biçimleriyle örnek oluşturuyorlar, dergilerin verdiği posterlerle evlerin duvarlarını süslüyorlar. Röportajlarda iri iri laflar ediyorlar. Bu da onlardan etkilenen gençler üzerinden toplumu etkiliyor olmalı.

Kesinlikle öyle. Çünkü o dönem insanların kitap okuduğu yıllar. Aydınlanmacı yıllar. Bilinçli bir gençlik geliyor. Dolayısıyla şarkıcı da okumak zorunda hissediyor kendini. Müziğini ya da kendini ifade ederken aynı jargonu kullanıyor. Kültürlü olmak şarkıcılar için de bir gösterge. Hiç okumasa bile, en sevdiğim yazar Yaşar Kemal, der. Hayranları da onu bu nedenle daha çok seviyor. 1980’lerde bu yok oldu. 12 Eylül ezdi geçti, perspektifleri değiştirdi. Karanlık bir dönem başladı, kitap düşmanlığı başladı. Müzik de değişti. İlerici müzik yapılamaz oldu. Arabesk patladı, bunun sonucu olarak. Köyden kente göçüşün hızlanmasını da eklemek gerek buna. İlginçtir, devlet arabeski yasaklayınca, TRT’de yer vermeyince, dolmuşlarda, kahvehanelerde, gecekondularda belki tepkisel olarak da en çok dinlenen müzik oluverdi arabesk. 

-Ama aynı dönemde alttan alta ilerleyen bir devrimci müzik de var. Çağdaş Türkü, Yeni Türkü var. Cem Karaca Almanyada şarkılar söylemeye devam ediyor. Edip Akbayram, Selda yeniden görünür oluyorlar. Özgün müzik denilen bir tür de doğuyor o zaman. Nasıl başlıyor bu?

Öyle bir tür yok tabii aslında. Bir film müziği yapıyor Yeni Türkü. Pop desen değil, türkü desen değil, rock desen değil ama hepsi var içinde; jeneriğe “Özgün Müzik: Yeni Türkü” yazıyorlar. Sonra Selda kendi şirketi Majör’den bir kaset yayınlıyor ve adını “Özgün Müzik Şöleni” koyuyor. Kasette Ahmet Kaya, Livaneli gibi isimler var. Böylece “özgün müzik” kavramı yaygınlaşıp yerleşiyor maalesef.

-Bu noktada Ahmet Kayadan söz etmesek olmaz. Bir fenomen, belki bir milat değil mi?

Kesinlikle öyle. Ben çok severek dinlerim Ahmet Kaya’yı. En doğru yerden çıkış yaptığını düşünüyorum. Ancak önce sol camia onu sevmiyor, arabesk buluyorlar şarkılarını. Aslında bir sentez onunki. Gerçekten de arabesk damarı var mı var ama pop damarı da var, rock da var şarkılarında. Üstelik ağır rock; “Dokunma Yanarsın” albümü öyledir örneğin.

İbrahim Dizman kimdir?

1961'de, Çanakkale'de doğdu. Ankara Üniversitesi'nde, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Türk Dili, Güzel Sanatlar Fakültesi'nde Yaratıcı Yazarlık dersleri verdi.

1983'ten beri çeşitli kültür-sanat ve edebiyat dergilerinde eleştiri-röportaj, değerlendirme ve kültür tarihi üzerine inceleme-araştırma yazıları yazdı.

İbrahim Dizman'ın ikisi roman olmak üzere yayımlanmış 20 kitabı var; bir kitabı Yunancaya da çevrildi.

Dizman'ın yönetmenliğini yaptığı 4 belgesel film de bulunuyor.

Sahnelenmiş iki tiyatro oyunu bulunmakta. Ayrıca, çeşitli sahne gösterileri de hazırladı ve uyguladı.

Kültür Bakanlığı Roman Başarı Ödülü, Behzat Ay Ödülü ve Genel-İş Abdullah Baştürk İşçi Ödülü sahibi de olan Dizman, çeşitli yıllarda Çağdaş Türk Dili ve Roman Kahramanları dergilerinin yayın yönetmenliğini ve editörlüğünü yürüttü. Türkiye PEN üyesidir. 

Kitaplarından bazıları:

Suyun ve Rüzgârın Şehri Çanakkale, İletişim Yayınları, 2020

Aşrı Memleket Trakya (T. Bilecen'le birlikte), İletişim Yayınları, 2018

Adı Başka Acı Başka (Karadeniz'in Son Ermenileri), İletişim Yayınları, 2016

Kardeşim Gibi (A. Papadopulos ile birlikte), Heyamola Yayınları, 2016

30 Yıl 30 Hayat (Ç. Sezer'le birlikte), İmge Kitabevi Yayınları, 2010

Başka Zaman Çocukları (roman), 2007, Heyamola Yayınları, 2007

Denize Düşen Dağ (monografi), 2006, Heyamola Yayınları, 2006

Belgesel filmleri: 

Kardeş Nereye: Mübadele, senaryo yazarlığı ve danışmanlık (yön: Ö. Asan), 2010

Oyunlarla Yaşayan Şehir, yönetmen, 2012

Hrant Amca: Memlekete Dönüş, yönetmen, 2016

Poliksena: Kız Öldün, yönetmen, 2018

Yola Gelmeyenler, yönetmen, 2020

 

Yazarın Diğer Yazıları

Duvarları günler, aylar ve yıllarla örülmüş bir zaman hapishanesindeyiz

Sözcükler üzerinden bir hayatı analiz etmek mümkün olabilirdi ya da zaman kavramının içinde nasıl tutsak olduğumuzu apaçık görebilirdik. Herhalde belli bir yaşa kadar gelecek zamanla çekilmiş cümleler ağırlıklı olurdu; umutlu, arzulu, hayallerin pırıltısını taşıyan sözcüklerle dolu olurdu günler

Her bir harf dünyanın keşfedilmeyi bekleyen küçük bir sırrıdır

Türkçeyi bilim ve sanat dili olarak geliştirmenin en kapsayıcı alfabetik karşılığı gerçekten de bugünkü alfabemiz. Ancak okullarda aynı kaynak dili kullanan akrabalarımızın (ve elbette bu ülkede yaşayan başka dillerin) zengin birikimini öğretmek, onları anlamak ve paylaşmak için de böyle bir uzlaşma yararlı bir girişim olacaktır; umarım başarılır

İstanbul’u en güzel o anlattı; en mutsuzu da o oldu

Orhan Veli ne yazarsa yazsın, hangi kelimelere sığınırsa sığınsın elini tutamadığı, öpemediği, sarılamadığı, sesini sesine katamadığı sevgilisiyle inişli çıkışı, fırtınalı duyguların özlem ve sitem yüklü girdabına sürüklenir

"
"