06 Şubat 2024

Depremden öğren(eme)diklerimiz: İnşaat ve yıkım atıklarının yönetimi

Depremlerin yıldönümünde, deprem enkazlarının tamamına yakını kaldırıldı. Yapılan gözlemler ve araştırmalar ise, bu hızlı sürecin mevzuata uygun yönetilmediğine işaret ediyor. Mevcut uygulamalar, bölgede yaşayanları kimyasallara maruz bıraktı ve ekosistemlerde kalıcı hasarlar meydana getirdi. Türkiye, hem beklenen depremler hem de kentsel dönüşüm süreçleri için, güvenli bir enkaz kaldırma stratejisi geliştirmeli

Dr. Ezgi Ediboğlu ve Doç. Dr. Sedat Gündoğdu

2023 yılında ülkemizde gerçekleşen depremlerin yıldönümü haftasında konuşan İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, enkaz kaldırmanın hacmen yüzde 91'inin tamamlandığını ifade etti.

Oldukça yüksek miktarlardaki enkaz atıklarının kısa sürede kaldırılması bir başarı olarak sunulurken, uygulamanın ne şekilde yapıldığı, tehlikeli atıkların bertaraf edilmesi için gerekli güvenlik önlemlerinin ne ölçüde alındığı ve ortaya çıkan durumun çevresel ve sağlık etkileri, arka planda kalıyor.

Depremin üzerinden bir yıl geçmişken karşı karşıya olduğumuz tablo gösteriyor ki, depremin uzun vadeli etkilerinde kritik rol oynayan inşaat ve yıkım atıkları (İYA) iyi yönetilemedi. Atıklar, önlem alınmaksızın, ihale usulüyle alelacele kaldırıldı. Mevzuat ve yönetmelikler dikkate alınmadı. Ekosistemlerde kalıcı hasarlar meydana geldi ve bölgede yaşayanlar çeşitli kimyasallara maruz bırakıldı. Tüm bunların yaratacağı sağlık riskleri konusunda ise sessizlik hakim.

Hem geçmiş ve beklenen depremler hem de kentsel dönüşüm planları dolayısıyla, bu atıkların iyi yönetilmeye başlanması, Türkiye için kritik önem taşıyor.

İnşaat atıkları, afet yokken de yönetilemiyor

İnşaat ve yıkım atıkları, beton, tuğla, sıva, metaller, cam, seramik gibi birçok farklı materyalden oluşuyor. İnşaatın Türkiye ekonomisindeki yeri düşünüldüğünde, yalnızca kentsel dönüşüm ve tadilat ya da yenileme işlemleri sonucuyla bile ne kadar çok atık oluştuğu tahmin edilebilir.

Türkiye'de bu atıkların miktarı, ayrı bir atık kategorisi olarak takip edilmiyor. Ancak fikir vermesi için Avrupa Birliği verilerine bakacak olursak, buradaki toplam atıklarının üçte birinin inşaat ve yıkım atığı olduğunu görebiliriz. Türkiye'de de - herhangi bir afet yaşanmadığında dahi - atıkların kayda değer kısmının İYA olduğu söylenebilir.

Öte yandan, bütün inşaat ve yıkım atıkları bir değil: Kömür katranı, asbest, civa veya PCB (poliklorlu bifenil) içeren veya bunlarla kontamine olan tüm atıklar, tehlikeli atık kabul ediliyor ve bu doğrultuda bertaraf edilmeleri gerekiyor.

Ancak konuyla ilgili çalışmalara bakacak olursak, ortada bir afet olmadığında dahi bu atıklar doğru yönetilmiyor; yasadışı İYA boşaltımı devam ediyor. Bir çalışmaya göre, yalnızca İstanbul'daki kentsel dönüşüm çalışmalarının sebep olduğu yıkıntı atıkları, 55-65 milyon ton arasında tahmin ediliyor. Hafriyat toprağı da eklendiğinde, bu miktar 650 milyon tonu aşıyor. Ancak bu atıkların bir kısmı, şehirden uzak noktalara veya Belgrad Ormanı'na kaçak boşaltılıyor.

Kurallara uygun bertaraf edilmeyen atıkların hem çevresel zararları hem de yarattığı sağlık sorunları ise uluslararası çalışmalara da konu oluyor. Devasa bir yıkımın yaşandığı 6 Şubat depremlerinin ardından ise bu atıkların ne ölçüde yönetilebildiği, ciddi bir tartışma konusu olmalı.

Hızlı ama ne pahasına?

Depremin hemen ardından Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı, alandan 116 ila 210 milyon ton arasında inşaat ve yıkım atığı (İYA) çıkacağını hesapladıklarını açıklamıştı. Bu miktar, 2022 yılında tüm Türkiye'de toplanan toplam atık miktarından (109,2 milyon ton) fazla. Başka bir araştırma makalesinde ise çıkan inşaat ve yıkım atıkları, 350 ila 580 milyon ton olarak hesaplanıyordu.

Farklı kaynaklarda önemli boyutta atıktan söz edilirken, 2 Şubat'ta açıklamalarda bulunan İçişleri Bakanı, 60 binden fazla acil yıkılacak ve yıkık binanın enkazlarının 68 günde tamamen kaldırıldığını söyledi. Ağır hasarlı 200 binden fazla binanın ise yüzde 80'inden fazlasının enkazları kaldırılmıştı.

Bu kadar ciddi miktarlardaki atığın bu kadar kısa süre içerisinde usulüne uygun olarak ortadan kaldırılabilmiş olması, akla yatkın görünmüyor. Bu atıkların yasaların önerdiği şekilde kaldırılmalarının, yıllar alması beklenirdi. Nitekim kentlerin en verimli sulak alanlarında, dere yataklarında ve tarım arazilerinde öylece duran ve her türlü kimyasalı barındırması muhtemel olan enkaz yığınları, bu şüpheleri doğrular nitelikte.

Deprem atıklarında her türlü kimyasal bulunabilir

Deprem olduğu anda çöken binaların içinde her tür fonksiyona sahip malzeme bulunduğundan, bu yapıların sıradan inşaat ve yıkım atıklarından farklı içerikte olması oldukça muhtemel. Örneğin, çöken hastanelerde tıbbi atık, endüstriyel üretim yapan alanlarda kimyasallar ve makineler, ecza depolarında çeşitli ilaçlar, zirai ilaç satışı yapan yerlerde zirai ilaç ve kimyasallar, evlerde değişik metaller ve kimyasallar içeren her tür elektronik alet, termometre, yangın söndürme tüpü, asbestli duvar ve izolasyon malzemelerinin olması oldukça olası.

Bu atıkların kötü yönetilmesi ise, birbirlerine karışmaları, kimyasal tepkimelere girerek zehirli gazlar yaymaları, asbest gibi maddelerin rüzgarla dağılmaları sonuçlarını doğurabiliyor. Bu maddeler daha sonra solunuyor, rüzgar veya araçlar vasıtasıyla uzun mesafelerde yayılarak geniş alanları etkiliyor, yağmurlarla toprağa, oradan yeraltı sularına, nehir ve göllere ulaşabiliyor ve nihayet denizlere dökülebiliyorlar.

Bütün bunlar olurken bu maddeleri solumamak, yememek, içmemek ne ölçüde mümkün? Bunu tam olarak bilmek mümkün değil. Dolayısıyla depremin uzun vadeli etkileri arasında belki de en kritik unsurun inşaat ve yıkım atıklarının yönetimi olduğu söylenebilir.

Güvenli atık yönetimi yerine hızlı inşaat tercih edildi

Türkiye'de ise maalesef -oluşturdukları büyük tehlikeye karşın- enkazın bir an önce göz önünden kaldırılması ve inşaat faaliyetlerine yeniden başlanması yöntemi tercih edildi. Atıklar, herhangi bir önlem alınmaksızın, ihale usulüyle alelacele kaldırıldı ve en olmadık alanlara depolandı. Bu işlemler, ilgili yasalar ihlal edilerek, kontrolsüzce ve itirazları dikkate almaksızın yapıldı.

Bakanlık tarafından yapılan ihaleyi kazanan firmalar, binaları ilkel yöntemlerle yıkarak kentleri koca bir zehirli toz bulutuna büründürdüler. Başta tekrar aday yapılan Hatay Belediye Başkanı olmak üzere belediyeler ise bu aceleci yaklaşıma ortak oldular ve enkazların dökülmemesi gereken yerlere boşaltılmaları için yol gösterdiler. Bugün devasa enkaz yığınları, kentlerin verimli sulak alanlarında, dere yataklarında ya da tarımsal alanlarında duruyor.

Deprem enkazı, doğal alanlara boşaltıldı

Uzmanlar, erken dönemden itibaren, bu atıkların yanlış yönetildiğine, sulara ve tarımsal arazilere karıştığına dair endişelerini dile getirdiler. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı'ndan yapılan açıklamalar ise, bu uyarıların yersiz olduğunu, atıkların usulüne uygun yönetileceğini savunuyordu.

Fakat sahadan gelen görüntüler, uzmanların kaygılarını haklı çıkarıyor. Hatay'ın enkaz kaldırma tozu nedeniyle görünmez halde olduğunu ortaya koyan çok sayıda görüntü bulunuyor. Şu ana kadar yapılan araştırmalar da bu şüpheleri destekler nitelikte.

TMMOB Çevre Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi, Hatay'dan aldığı örneklerde asbest tespit ettiği bir çalışma yayınladı. Başka çalışmalar ve değerlendirmeler, atıkların kötü yönetildiğini ortaya koydu; hatta bunların bazıları uluslararası yayınlarda da yer aldı. 

Bu tespitler ve raporlar, deprem enkazının sulak alanlara, dere yataklarına ve zeytinliklere, sızdırma önlemi alınmaksızın döküldüğünü ortaya koyuyor.

Aynı TMMOB raporuna göre, enkaz kaldırma çalışmalarında çalışanlar maske kullanmadı; atık taşıyan kamyonlar tozu engelleyecek şekilde kapatılmadı; asbestli yapılar, enkazları kaldırılırken yeterince sulanmadı.

Bu raporların hemen hemen hepsi, depolama alanlarının insan yaşam alanlarına yakın olduğunu da belirtiyor. Bizler de hem deprem bölgesinde yaşayan hem de o süreçte alanı çok defa ziyaret eden insanlar olarak, bazı depolama alanlarının insan yerleşim alanlarına yakın olduğunu gördüğümüzü ifade etmek isteriz. 

Sağlık etkilerine karşı önlem alınmıyor

Bu durumun yol açacağı olası sağlık sorunları ise şu ana kadar yalnızca konunun uzmanları tarafından dile getirildi. Yasa yapıcıların ve karar vericilerin bu konuda herhangi bir açıklama yapmadıkları veya uyarıda bulunmadıkları görülmektedir. Mevcut durumda, enkaz atıklarının yönetilememesinin yaratacağı sağlık sorunları, yalnızca akademik makalelerde dile getiriliyor ve gerekli uyarılar, yalnızca bilim insanları tarafından yapılıyor. 

Özetle, deprem bölgesinde yapılan uygulamalarda çevre ve insan sağlığına dair herhangi bir önlemden bahsetmek söz konusu değil. Bakanlık, yalnızca kendi yönetmeliklerini hiçe saymakla kalmıyor, uluslararası afet atığı yönetimi standartlarına da uymuyor. 

Oysa başka bir yol mümkündü, fakat bunun için çok önceden planlanmış bir enkaz kaldırma stratejisine ihtiyaç vardı. Asgari düzeyde de olsa önemli bir yol gösterici olabilecek mevcut yönetmelik ise dikkate alınmadı. 

Mevcut mevzuat, birçok sorunu önleyebilirdi

Çevre Kanunu'nun 8. Maddesi, 'kirletme yasağı' başlıklıdır ve atıkların ilgili yönetmeliklere aykırı yönetilmesini yasaklar. Mevzuata göre, bölgede bir Kriz Merkezi kurulması ve atıkların, ilgili üç mevzuatın (Hafriyat Toprağı, İnşaat ve Yıkıntı Atıklarının Kontrolü Yönetmeliği, Atık Yönetimi Yönetmeliği ve Atıkların Düzenli Depolanmasına Dair Yönetmelik) öngördüğü şekilde yönetilmesi gerekir.

Bu çerçevede temel amaç, atıkların çevreye ve insana en az zarar verecek şekilde yönetilmesi olmalıydı. Atık türleri, kaynağında ayrı ayrı toplanmalı, azaltımları ve geri dönüştürülmeleri hedeflenmeli, doğrudan toprak, deniz, göl veya akarsulara dökülmemeliydi. Tehlikeli atıkların ise kendi özel usullerine göre yönetilmeleri gerekirdi.

Benzer şekilde, yıkımların kontrollü yapılması, gürültü ve görüntü kirliliğinin yanı sıra toz emisyonlarına dikkat edilmesi, atıkların depolanacakları yerlerin ise atığın türüne uygun tasarlanması beklenirdi.

Depolama alanlarının yeraltı suyuna veya toprağa sızdırma yapmaması, bu alanlarda yangın, koku ve patojenlerin engellenmesi de bir diğer gereklilik.

Atıkların depolama alanlarına kabulü için ise atıklar hakkında bilgi toplanması ve gerekli testlerin tamamlanması, yine öngörülen adımlar arasındaydı.

Oldukça kapsamlı hazırlanmış olan bu yönetmelikler, aynı zamanda şu anda karşı karşıya olduğumuz birçok sorunu da önleyebilirdi.

Uygulanmayan yönetmelikler, anlam taşımıyor

Örneğin, bu konuyu düzenleyen Atıkların Düzenli Depolanmasına Dair Yönetmeliğe İlişkin Genelge şöyle diyor:

"Hafriyat toprağı sahaları, toprak işlenmesine elverişli ve üretim potansiyeli yüksek olan arazilerle, sulu tarım ve bağ-bahçe olarak kullanılan arazilerin veya sınıfı ne olursa olsun iklim özelliklerinden yararlanılarak tarımsal üretime ayrılan arazilerde, içme, sulama ve kullanma suları rezervuarlarının mutlak ve kısa mesafeli koruma alanlarında kurulmaz (...) Hafriyat toprağı sahalarının en yakın yerleşim birimine olan uzaklığı 200 metre (iki yüz), mezarlıklara olan uzaklığı ise 100 (yüz) metreden az olamaz."

Benzer şekilde, Sulak Alanların Korunması Yönetmeliği, inşaat ve yıkım atıklarının sulak alanlara dökümünü; Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu ise tarım alanlarının amacı dışında kullanımını yasaklar.

Kısacası, inşaat ve yıkım atıklarının bugün deprem bölgesinde yapıldığı şekliyle yönetilmesini engelleyecek tüm yönetmelikler, aslında Türkiye'de mevcut. Karşı karşıya olduğumuz durum ise, yönetmeliklerin tek başına hiçbir anlam taşımadığını ortaya koyar nitelikte. 

Anayasal haklar ihlal ediliyor

Deprem nedeniyle ortaya çıkan inşaat ve yıkım atıkları, içerikleri dolayısıyla, tüm ekosistemi ciddi olarak etkileme potansiyeline sahip. Tam da bu nedenle, aslında detaylı mevzuat araştırmasına girmeye dahi gerek yok. Yalnızca Anayasa'nın 56. Maddesi dikkate alındığında dahi ("Herkes sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir"), mevcut durumun yalnızca yönetmelik değil, bir anayasa ihlali olduğu kolayca anlaşılıyor.

Ancak anayasanın işlevsiz olduğu bir iklimde bu durumun da yeteri caydırıcılığının olamayacağını görmenin, depremle beraber ortaya çıkan yalnızlığı ve boş vermişliği daha da derinleştirmesi işten bile değil. 

Çevre ve sağlık yönetimi feda edildi

Depremin üzerinden bir yıl geçti ancak henüz barınma ve su gibi temel ve acil ihtiyaçların dahi yeterli düzeyde karşılanamadığı bölgeler bulunuyor. Bu şartlarda, deprem atıklarının sebep olacağı çevresel sorunlar için planlama ve yatırım beklemek, "lüks" görülebilir. Fakat aslında bu atıkların çevresel koruma bakış açısıyla ve yasalara uygun yönetimi, meydana gelmesi muhtemel ekonomik ve sosyal sorunların azaltılmasında kritik öneme sahipti.

Bugün geldiğimiz noktada, deprem atıklarının kötü yönetimi nedeniyle ekosistemlerde kalıcı bir kirlilik oluştu. Bölgede yaşayan insanlar, çok çeşitli kimyasallara maruz kaldı. Gelişigüzel toplanan atıklar ise kalıcı birer utanç abidesine dönüştü. 

Aradan geçen bir yılın ardından ortaya çıkan fotoğraf, terk edilmiş bir bölge ve feda edilmiş bir çevre ile kalıcı olarak hasara uğramış bir sağlık yönetimini ortaya koyuyor. 

Ezgi Ediboğlu kimdir?

Dr. Ezgi Ediboğlu, İstanbul Üniversitesi'nde Hukuk lisans derecesini tamamladıktan sonra çevre hukuku alanında avukatlık yapmış ve Marmara Üniversitesi'nde Kamu Hukuku Yüksek Lisans programına katılmıştır. Millî Eğitim Bakanlığı'ndan yüksek eğitim için burs aldıktan sonra Marmara Üniversitesi'ndeki eğitimini askıya alarak Birleşik Krallık'a taşınmış ve burada Aberdeen Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde Yüksek Lisans ve Doktora çalışmalarını tamamlamıştır.

Yüksek eğitiminde ana olarak Birleşmiş Milletler iklim değilikliği rejimi ve çevreye duyarlı teknolojilerin transferinin olası hükümetler arası yöntemlerine odaklanmıştır.

Doktora sonrası iki yıl kadar Türkiye'de akademisyenlik yapmış ve aynı zamanda 2021/22 Mercator - İPM Araştırmacısı olarak İstanbul Politikalar Merkezi bünyesinde 'İklim Değişikliğiyle Mücadelede Teknolojik Yol Haritası: Türkiye İçin Bir Öneri' adlı projesini yürütmüştür.

Türkiye'de bulunduğu sürede çalışmalarına Türkiye'nin iklim değişikliği rejimi altındaki durumunu da eklemiştir. Konu hakkında çalışmaya KAHİP ve kurucu üyelerinden biri olduğu Gıdanın Durumu Derneği gibi sivil toplum kuruluşları ile devam etmektedir.

2023 yılının başlarından beri Max Planck İnovasyon ve Rekabet Enstitüsü'nde kıdemli araştırmacı olarak çalışmaktadır.

Uzmanlık Alanları: Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Rejimi; Çok Taraflı Çevre

Anlaşmaları; Teknoloji Transferi; Uluslararası Çevre Hukuku; Uluslararası Örgütler Hukuku

 

Sedat Gündoğdu kimdir?

Doç. Dr. Sedat Gündoğdu biyologdur ve 2009 yılından beri Çukurova Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesinde deniz biyolojisi üzerine çalışmalar yürütmektedir. Özellikle denizel plastik kirliliği üzerine yoğunlaşan çalışmaları mevcuttur. Gündoğdu'nun, mikroplastiklerin sucul ortama girdiği kaynaklar, sucul ortamdaki dağılımı, canlılara etkisi ve besin zincirine transferi konularında çok sayıda çalışması mevcuttur. Şimdiye kadar, sofra tuzları, midyeler, tüketimlik balıklar, konserve balıklar, balık yemleri gibi gıdalardaki mikroplastik kirliliğini ortaya koyan çalışmalar gerçekleştirmiş olmakla birlikte, atık sulardan salınan, deniz yüzeyi ve sedimentinde dağılım gösteren mikroplastiklerle ilgili çalışmalarda da yer almıştır. Hali hazırda, plastik kirliliğinin kaynakları ve çeşitli ekosistemlerdeki dağılımını araştırmaktadır. Plastik çöpün ülkeler arası dolaşımının ekosistem üzerindeki etkisine dair de çalışmaları olan Gündoğdu'nun, çoğunluğu plastik ve mikroplastik kirliliğiyle ilgili olan 100'e yakın ulusal ve uluslararası yayını mevcuttur. 'Plastik: Mucize mi Felaket mi?' isimli bir popüler bilim kitabı, Yeni İnsan Yayınları tarafından henüz yayınlanan Gündoğdu, hala Çukurova Üniversitesi'nde Mikroplastik Araştırma Grubu bünyesinde çalışmalarını sürdürmektedir.

Uzmanlık Alanları: Atık yönetimi; Mikroplastikler; Çöp ticareti; Çöp kolonyalizmi; Plastik kirliliği

 

İklim Masası Hakkında

İklim Masası, basına bilimsel temelli iklim haberleri servis etmek amacıyla kurulmuştur. İklim değişikliğini, ekonomiden tarıma, biyoçeşitliliğe etkilerinden toplumsal sonuçlarına, tüm yönleriyle ele almayı hedefleyen bir haber ajansıdır.

Bilim insanları tarafından İklim Masası için kaleme alınan haber metinleri, gazetecilere ve basın kuruluşlarına ücretsiz servis edilir.

Gazeteciler, haberi hazırlayan bilim insanını ve İklim Masası'nı referans göstermek kaydıyla, metinlerin tamamını veya bir kısmını kullanmak ve metinlerden alıntı yapmak konusunda özgürdür.

İklim Masası, iklim değişikliğiyle ilgili basında yer alan haberlerin nicelik, nitelik ve konu çeşitliliği bakımından gelişmesini hedeflemektedir. İklim değişikliği konusundaki çalışmaları daha görünür kılmayı, yeni araştırmalara ilham vermeyi ve iklim değişikliği konusunda üretilen akademik bilgiyi bir araya getirerek gazeteciler için güvenilir bir bilgi kaynağı oluşturmayı amaçlar.

* T24, İklim Masası köşesini herhangi bir kurumdan karşılık almadan yayımlamaktadır.

Yazarın Diğer Yazıları

Türkiye'de otlaklar verimsizleşiyor, geleneksel hayvancılık gerileyecek

Milyonlarca insanın geçim kaynağı olan geleneksel hayvancılık, iklim değişikliği nedeniyle tehdit altında. Yeni bir çalışmaya göre, Türkiye'nin de dahil olduğu Batı Asya'da kuraklıkların kuvvetlenmesi ve otlakların verimsizleşmesi, geleneksel hayvancılığa zarar verecek. Yerel halkların geçim kaynaklarını destekleyebilmek için geleneksel ekolojik bilgi birikiminden faydalanmak ve uyum önlemleri almak gerekiyor

G7 Bakanlar Toplantısı: "1,5°C vurgusu önemli fakat somut adımlar yetersiz"

G7 Zirvesi öncesi İtalya’da bir araya gelen iklim, enerji ve çevre bakanları, küresel ısınmayı 1,5°C ile sınırlandırma hedefini yineledi. Ancak kömürden çıkış için mutabık kalınan 2035 tarihi, bu hedef için yetersiz. G7 Bakanlar Deklarasyonu’nda yalnızca ‘‘verimsiz’’ fosil yakıt sübvansiyonlarının kaldırılması çağrısı yapılması ve enerji arz güvenliği ile azaltım politikaları arasındaki mücadelenin devam etmesi de dikkat çekici. Bu eksiklikler, 1,5°C hedefi için hâlâ yeterli kararlılığın sağlanamadığını gösteriyor

Marmara'da gemicilik kaynaklı hava kirliliği yüzde 80'e kadar azaltılabilir

İstanbul ve Çanakkale boğazlarından her yıl geçen yaklaşık 50 bin gemi, Marmara Bölgesi'ndeki hava kirliliğinin de önemli sebepleri arasında. Gemi yakıtları nedeniyle açığa çıkan kükürt ve azot oksitler ile parçacıklı maddelerin ciddi sağlık sorunlarına yol açtığı biliniyor. Türk Boğazlar Sistemi'nin "Emisyon Kontrol Alanı" ilan edilmesi ve gemi yakıtlarının denetlenmesi, gemicilik kaynaklı hava kirliliğini yüzde 80'e kadar azaltabilir