Dünyanın tüm felaketleri ve çözülmesi çoktandır ertelenmiş meseleleri, sanki uzaylılar bizlere bir müfredat hazırlamış da zorluk seviyesine göre arka arkaya dizip; 2020'ye programlanmış gibi. Zaten bu, malumun ilanı oldu. Bir seviye bitiyor, diğeri başlıyor. Bölüm sonu canavarının kafasına kürekle vuruyorsun, onun arkasından 'N'aber' diye göz kırpıp yandan yandan gülümseyen bir canavar falan çıkageliyor.
Baştan, hadi en baştan
Küçükken Fifth Element'i (1997), Ridley Scott'ın bilimkurgu efsanesi Blade Runner (1982)'yi ve benzerlerini izlerken, 'gelecekte bulutların üstünde çarpışan araba oynayacağız, düşünce gücüyle bir yerden bir yere hoppp ışınlanacağız, görünmez olup arkamızdan iş çevirenlere kafa atıp, onları ters getireceğiz' gibi fantastik cümlelerle bizi küçük, tatlı beklenti toplarına çeviren uzay çağında, mesela işte 2020'de, biz ne mi yaşıyoruz? Tamam, bunun esprisi çok yapıldı, cevabı biliyorsunuz. Şunu ekleyeceğim sadece yanına: 'Back to Basics' bu yaşadığımız, tam da. Temellere Dönüş mü desem, nasıl çevirsem. Bir sistem arızası olmuş da arabanın kullanma kılavuzunu sinir bozukluğu içinde okumak zorunda kaldığımız bir durumun içine düşmüşüz gibi düşünebiliriz. 'İnsanın beş duyusu vardır,' veya 'Her şey önce toz ve gaz bulutuydu' türünden bir baştan alış mecburiyeti gibi veya.
Çentik canikom, çentik
Bunca bilime rağmen 1300'lerin vebası, 1800'lerin kolerası gibi dünyayı aptala çeviren bir salgın hastalık? Atalım yanına çentiği. Bu sebepten işsiz kalan yüz milyonlarca insan. Çentik. Evden çıkmayın uyarısını ciddiye alamayacak kadar kendisiyle meşgul olma hali, bencillik virüsü, insanların empati yoksunluğu? Çentik. Ten rengi üzerinden kişilere değer biçip, kimin nasıl yaşayıp nasıl öleceğine karar verme sapkınlığı, yani halk arasındaki adıyla ırkçılık? Bas çentiği bas annem. Issızlarda mahsur kalan sevgisiz, ilkel kalpler? Bas bas bas. Amerika'nın Mississippi eyaleti doğumlu müzisyen Sly Johnson'ın bilhassa çok güzel söylediği, 'Is it Because I'm Black' parçasının 2020'de hala geçerli olmasından doğan haklı kırgınlık? Çentik. Yangınlar, düşen meteorlar, Kobe Bryant'ın trajik kazasını falan söylemiyorum bile. Çentik tospiğim, onlara da birer birer koyuver.
Ağzım açık, kalbim interaktif
Amerika'da olanları ağzım açık ve her şey çokça tanıdık bir yerden izliyorum. New York'ta arkadaşlarımdan gelen videolardan Twitter'a, oradan acayip acayip profillere sekerek resmen Gezi'nin bir tekrarını seyrediyorum kalbim taşarak. "Aaa, protestonun en yoğun olduğu o cadde o bizim Pınarların evinin önü, e burası bizim Prospect Park'ın girişi, George Floyd için anma töreni düzenlenen yer Zeynepler'in tam köşesi" derken interaktif bir canlı yayının içinde gibiyim ta buralardan. Dünya küçük yer. Küçücük bir yer. Eh, artık öyle.
E, hani sevgi emekti, arkadaşlar?
Bizim yedi yıl önce yaşadığımız ve fabrika ayarlarımıza belki hala dönemediğimiz onurlu Gezi efsanemizle, ABD'de şu an yaşanan haklı protestolar arasındaki benzerlikler çıldırtıcı. Devlet başkanlarının göstericileri yaftalamak için yaptığı kelime seçimlerinden, arkadaşlarımın 'O köprüde polis sizi sıkıştırırsa evim şurada, bende kalabilirsiniz' tweet'lerini çılgınlar gibi retweet etmelerini dünyanın bu hali adına bulantı, ama değişim için çırpınanların hevesine aşina ve hayranlıkla seyrediyorum. 20 gün toprak altında kalınca solacak, sonra da çürüyecek olan ten yani et- baya bildiğin et- ve onun renginin bir üstünlük mevzusu olabilmesi, insanoğlunun gerçekten 'insan' olabilmek için yeterli mesaiyi kesinlikle harcamadığının bir kanıtı oluyor yine. Çünkü insan doğmak insan olmaya yetmiyor, bunun için her an bir emek harcamak gerekiyor. 'İnsan olmak' ve öyle de kalabilmek hiç bitmeyen bir ödev. Kafadaki bariyerleri her gün bir bir kırmadan bu iş olmuyor. Unutmayalım, sevgi emektir, arkadaşlar.
E, bu hangi normal?
Bir yanda bunlar, diğer yanda bizde bir anda hunharca, delicesine, kademe kademe değil; böyle doğrudan denize karpuzlama atlarcasına geçilen 'yeni normal' hali var. Korina (Nükhet Duru, koronaya bence çok sevimli bir şekilde böyle bir alternatif isim koymuş) geçti de biz mi anlamadık, insanlar evlerde sıkıntıdan patlıyordu da hiç mi tutamadık, bilemedim. Hayat çat diye döndü normale. Haliyle, düşünür halde bulduk kendimizi: Bir kere, her şeyden evvel, normal denen şey neydi de yenisine, ara sürümüne, güncellenmiş haline falan alışacağız? Ortaçgil'in nefis parçasında yerli yerinde sorduğu gibi, zaten halimiz, 'Biri anlatsın hemen, nedir bu normal? Canım sıkıldı artık, yoksa ben miyim anormal?' den halliceydi, sonra korina hayatlarımızı kılıç gibi ortadan böldü, sosyal mesafeli bir anormalliğe düştük. Şimdi oradan bizi yeni normale çekmeye çalışıyorsunuz. Kardeş, önce tanımlarda anlaşsaydık iyiydi. 1 Haziran oldu, baktık pencereden. Gördük ki, parklardayız, AVM'lerdeyiz (zaten o bizim hayat damarımızdır, onsuz bir yanımız hep eksiktir), ofislerde, yollarda, ne bileyim ben, hep bir yerlerdeyiz. 'E bu yeni normal, yine baya baya normal?' dedik biz de. Derken anladık: Yeni normal eşittir eski normal artı maske. Anlamayacak ne vardı bunda be tospik.
Bıraktık, dağınık kaldı
"Yahu neyinize güveniyorsunuz, korinaya bağışık mısınız, bilmediğimiz bir sırra mı vakıfsınız, muzlu ekmek pişirirken bir yandan aşı da mı buldunuz?' demeye kalmadı, Starbucks'taki kuyruklar İzmir'den Ardahan'a uzandı. Yine anladık: Bu yeni normal, bize göre normal değil. Yine kafalar karıştı. Aslında adını ne koyduğumuz ne fark edecekti ki? Yenisi, eskisi, bilmem ne. Artık ne olursa olsun hiçbirimizin pek normal davranıp hissedebileceğini zaten düşünen yoktu. Bu şekildeydi hissiyatlar. Mecburen bıraktık, dağınık kaldı.
Derken odama makyajsız bir kelebek geldi
İşte böyle normal, anormal, normalimsi veya değil günlerden birinde, yani geçenlerde, rüya alemine çıkacağım seyahate hazırlanırken yatağımın üzerindeki yastıklardan birini kenara kaldırıyordum. Hani böyle ışığa doğru gelen gri, renksiz kelebeğe benzer bir canlı vardır ya. Kelebek olacakmış da biri kanatlarını boyamayı unutuvermiş gibi olanlar. Duvarlarda saatlerce kıpırdamadan duranlar. İsimsizler. İşte onlardan biri yastığın üzerinde öylece duruyordu. Dur dedim, yavaş hareket edeyim. Aldım yastığı, sakince sandalyeye koydum, dikine. Ah, bir baktım, bizim gri, atanamamış kelebek, zorlukla tutunmaya çalışıyor kumaşa, aşağıya kaymamak için. Hemen koştum, yatay hale getirdim yastığı. Baktım rahat etti, tekrar dinlenmeye geçti. Herhalde, diye düşündüm ya yorgun ya da bir fiziki sıkıntısı var. Şu anda uçamıyor, tutunmakta da zorlanıyor. Makyaj yapmamış bu gri kelebekler ne yer ne içer bilmem ki. Bilsem, bulup getireceğim. Pilav mı? Yapayım. Dolma mı? Sarayım. İkisini de yapmayı bilmiyorum ama senin için internetten tarif bakarım. Ama tek düşünebildiğim, çay tabağına biraz su koymak oldu. Onu da yastığın üzerine, minik gri hanımefendinin yanına bıraktım. Böyle diyorum çünkü bence tüm kelebekler dişidir. Hadi bakalım dedim, inşallah iyileşir veya dinlenirsin. Yani sıkıntın neyse, çözersin.
Gelişmelerden memnun kaldım
Gece birkaç kez uyandım, hemen koştum baktım, hâlâ yatıyordu. Hafif dürttüm, 'pişt, ablacım, uyanık mısın' dedim, kıpırdadı. Umarım sabaha uçmuş gitmiş olursun diye geçirdim içimden. Uyandığımda ilk iş yanına koştum, baktım uçmuş, pencereye konmuş. Aferin Gri Hanım dedim, o zaman pencereyi de açayım belki senin için kendi doğalına dönmek zamanıdır. Açtığım anda yüzümün etrafında uçarak, sanki selam veriyormuş gibi bir hareketler, bir şeyler yaptı, sonra da uçtu gitti. Çok memnun kaldım olanlardan. Yastığı yerine geri koydum.
Gri Hanım'ın biricik hayatı
Bunu niye mi anlattım? Şundan: O atanamamış Gri Hanım Kelebek Birey, yaşamı için kendi bildiği dilde mücadele etti. Çünkü onun biricik hayatıydı bu nihayetinde, bir tek yaşamayı biliyordu, başka bir bilgisi yoktu, bir kez yapacaktı bunu ve kaybetmek istemiyordu. O biricik yaşamına kendince sahip çıktı çünkü işte yaşamak böyle bir şey. Çoğu zaman çok zor, hep adaletsiz, sert ve kavranamayacak düzeyde kompleks olsa da yaşamak, bu. Onu beğendiğimiz günler var, beğenmediğimiz zamanlar da. İyi birisi olduğu anlar var, terbiyesizin teki de. Ama var yani, hayat var. Onu, sahibinden bir zevk için, ten rengini sevmiyorum diye almak ne demek? Kişisel tatmin için kendi halinde uçup giden kuşu vuran bir avcı olmak ne demek? Beyazı siyahtan üstün bilip o teni taşıyan kişiyi nefessiz bırakacak haddi kendinde bulmak ne demek? Biricik bir yaşamı var sonunda nefes alıp veren herkesin, her şeyin. Buna saygı duymamak ne demek? Sahiden bu dünya çok canımı sıkıyor tospikler.
Elon Musk, seni uzaya fırlatmayacak Işık'çım
Ama, sanırım barışmalıyız onun bu hırpani haliyle. Sonuçta hiçbirimiz hayattan büyük değiliz. Yani ne yapacaksın başka Işık Cansu, Elon Musk seni uzaya fırlatmayacak işte. Planları arasında bu yok. Onun başka işleri var. Anca çocuklarının adını rastgele klavyeye basmışız gibi görünen isimlerden koysun. Xmcosadcnawıda199292 gibi falan. Neydi oğlunun ismi? Ah doğru, telaffuzu zor diye 'X Æ A-12''ten 'Æ A-Xii'' olarak değiştirmişti çocukcağızın adını geçenlerde. Çünkü böylesi çok daha sade ve mantıklı geliyor kulağa. Hem çok daha kolay okunuyor. Doğru. Garibim, zor okunan isimli reis zaten doğuştan deli oldu. Neyse, demem o ki, uzaylılara kızgın olduğum kadar Musk'a da kırgınım. Bu işleri çoktan çözmeleri ve şahsen ikametimi uzayda bir yere taşımış olmaları gerekirdi, yapmadılar. Güçlerinden şüphe etmem bundandır.
İnsanlık Tarihi'ne söz hakkı doğmuştur
Neyse, şahsi uzay meselelerimden çıkıp konuya dönelim: Evet, ne diyorduk, barışmak lazım vaziyetle. Hani başımıza gelen bazı şeylerde diyoruz ya, demek ki yaşanması gerekiyormuş diye. Yani, desek iyi olur en azından. İşte insanlık tarihi bir kişi olsaydı, belki o da şimdi aynısını demeli. "2020, benim acı söyleyen dostum, her şeyi yüzüme vurup bana topluluk içinde laf sokan akrabam, güya kendimi geliştirmem adına hiçbir şeyden memnun olmayan patronum. O benim hem yara bandım hem yaram, beni değişmeye mecbur kılan, derinden gelip içinde döndüren de döndüren dalgam, o hiç sevmesem de saymak zorunda olduğum büyüğüm, o teslim olmam gereken döngüm. Evet, sevmiyorum, evet çok zorluyor, ama ne kadar az yol almışım ne kadar az, yolun başındaymışım meğer, dedirtiyor bana öpe öpe. Hem zaten hiçbir değişim, ohhh ne kadar da rahatım, dur biraz değişeyim diye doğmamış ki" falan dese ya hadi. Desene be, insanlık tarihi. Haydi söyle. Sen de barış kendinle. Biz nasıl mecbur kaldıysak buna, sen de kal. Anneannem hep, 'kazanan sen olursun,' der böyle durumlarda.
Her şey hayatın içinde, her şey ve hepsi
Çünkü bir kez daha anladık ki arkadaşlar, her şey ama her şey hayatın içinde. Hiçbir şey hayatın dışında değil. Salgınlar, tuzaklar, zalimler, kutsal kitaplar, kutsal olmayan kitaplar, mesafeler, yenileri ve eskileriyle normaller, kötü kişiler, iyi kişiler, henüz olgunlaşmamış çilekler, beyaz kediler, kara kediler, kozalaklar, ırkçılar, seri katiller, sempatikler, pelüş oyuncaklar, patlayan hayaller, öfkeler, tepkisizlikler, maskeler, anlayanlar, anlamayanlar, zaten anlamaya hiç çalışmayanlar, gidenler, kalanlar ve hatta gri, boyasız, atanamamış kelebekler bile. Çünkü onların da söz hakkı vardır.