"Kristof Kolomb sadece Amerika’yı keşfetti, bense çocukluğu keşfettim” diyen Victor Hugo’dan esinle, çocuk ve çocukluk algısının tarih boyunca sürekli değişim içinde olduğu söylenebilir.
Fransız tarihçi Philippe Ariés, Orta Çağ’da çocukluk duygusunun olmadığını ileri sürer. O dönemde yedi yaşına gelen çocuklar doğrudan yetişkin olarak kabul ediliyordu. İş gücündeki beklentiler bir yetişkinden beklenenle aynı idi. Kıyafetler ve davranışlar yetişkinle aynı olup, bir “minyatür yetişkin” gibi toplumsal yaşam içinde yer alıyordu çocuklar…
15’nci yüzyıla gelindiğinde Yeni Çağ’la birlikte artık çocukluk, açık seçik yetişkinlikten farklı görülmeye başlanır oldu. Bu dönem eğitimi ön plana çıkarmış, 16’ıncı ve 17’nci yüzyıllarda üniversitelerin kurulması, eğitim ve felsefenin konuşulmaya başlanması ve konuların çocukluk dönemine odaklanması çocuk algısında değişimlere neden olmuştur. 18’inci yüzyılda John Locke’un “Eğitim Üzerine Bazı Düşünceler” isimli çalışması, çocukluk imgesine daha da olumlu yönde bir bakış açısı getirdi. İlk kez çocuğa karşı şefkatli bir anlayışın dikkat çektiği ve çocukların “nankör” ve “günahkâr” olmadığı görüşü kabul gördü.
Charles Darwin’den, Arnold Gesell’e kadar pek çok bilim insanının, çocuk gelişiminin önemini ortaya koyarak oluşturdukları çocukluk algısı/anlayışı, 20’nci yüzyıla taşınmış ve bu yüzyıl “Çocuk Yüzyılı” olarak tarihe geçmiştir. Böylece tıp, psikoloji, biyoloji, antropoloji, sosyoloji, tarih ve eğitim gibi pek çok alan, çocuk ve çocukluk kavramı ve anlayışı için multidisipliner çalışmalara yöneldi. Çocuk yetiştirme yöntemleri, çocuğun emeği, annenin refahı, kadın statüsü, eğitim yaklaşımları gibi konular, modern yaşamın belirleyicileri olmaya başladı. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra çocukların doğal ortamları ve doğal gözlemler önem kazandı.
Çocukluk, insanlığın “prehistoryası”dır
21’inci yüzyıla gelindiğinde, teknoloji gelişimi; bilginin hızlı değişimi ve yaygınlaşması; tıp alanındaki yenilikler; tüketim alışkanlıklarının değişimi; iletişim ve etkileşim hızının artması; ve küreselleşmeye bağlı hızlı kültürel değişimler, çocuk ve çocukluğa ilişkin yeni anlayışları ortaya çıkardı. Bir bakıma Orta Çağ için söylenenleri yeniden çağrıştırır şekilde bazen “çocukluk kısaldı”, bazen de “çocukluk kayboldu” denilirken aslında çocuklar üzerinden yetişkinler var olmaya çalıştı ve çalışmaya acımasız bir şekilde devam etmekteler.
İletişim profesörü Ünsal Oskay’ın bir söyleşisindeki şu ifadeleri bize çarpıcı bir şekilde “çocukluğun kısalması”ndan ne anlaşılması gerektiğini açıklamakta:
“Çocukluk insanlığın prehistoryasına [tarih-öncesine]dönüştür. Mülkiyetin, otorite farkının olmadığı bir doğaya en yakın, bozulmamış halimize… Oysa sosyalizasyon, bunun mümkün olduğu kadar kişiliğin oluşum sürecinde izinin kalmaması için, ileride hatırlanabilecek hiçbir şey olmaması için, çocukluk sürecini kısaltır.”
Bu noktada, çocuğun bir parçası olarak yaşadığı sistem içinde yönlendirildiğinden söz edilebilir. Bir an önce büyümesi beklenmektedir artık onun... Asimetrik şekilde yapılanmış çocuk ve yetişkin ilişkisi, çocuğun gelişimini göz ardı eden bir sisteme dönüşür.
Bu dönüşümde ekonomik-politik stratejiler, çocuğun yüksek yararı göz ardı edilerek, buna karşılık yetişkinin yüksek yararı gözetilerek oluşturulur.
Metalaştırılan çocuk
Bugün kapitalist sistemin bireysel ve toplumsal yaşam biçimine sundukları ile çocuğun gelişimsel ihtiyaçları örtüşememekte. İlginç olan şu ki 19’uncu yüzyılda pozitif bilimlerin yükselişine paralel olarak “çocuk gelişimi” bir bilim dalı olarak kabul görüp çocuğun yeniden tanımlanması gündeme gelirken; aynı dönemde sanayileşme ile birlikte çocuğun değerinin ve çocuk algısının toplumsal ve siyasal “yararcılık” üzerine inşa edilmesi de söz konusu olmuştur (ucuz iş gücü, eğitim kurumlarının ve sistemlerinin oluşturduğu insan mühendisliği gibi).
Dolayısıyla, evet, günümüzde çocuğun gelişimsel doğası ile çocuğa, çocukluğa atfedilen değerler örtüşmemekte, çocuğa ilişkin algı düzeyi olumlu anlamda değişse ve hatta yasalarla çocuk ve çocukluk korunmaya çalışılsa bile çocuk yine de metalaştırılmaktadır.
Artık çocuk, özne değil nesnedir.
Bunlarla bağlantılı olarak, çocukla çalışan ve merkezinde çocuğu barındıran farklı disiplinlerin en önemli eksiği, çocuk ve çocukluk kavramları üzerine geliştirilen bir bakış açısı ile çalışmalara yeterli önemin verilmemesidir. Ülkemizde bugünü yansıtan çocuk ve çocukluk anlayışına ilişkin çıkarılmış bir profil bulunmamakta. Acil olarak böyle bir profil çalışmasına ihtiyaç duyulmaktadır.
Anne-baba, polis, öğretmen, hâkim, avukat, pediatrist, okul servis şoförü, hemşire, yazar, çizer, tasarımcı, gıda mühendisi gibi çocukla gönüllü ya da mesleği nedeni ile hayatları kesişenler, maalesef çocukların gelişimsel ihtiyaçlarını göz ardı edebilmekteler. Yetişkin kültürün üretimi olan çocukluk algısı ile çocuğa yaklaşılmaktadır.
“İyi tatiller kuzularım!”
İşte bu sorunlu yaklaşımın en son örneği de hiç beklemediğimiz bir yerden, Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk’tan geldi.
14 Haziran 2019 Cuma günü anasınıfından lise düzeyine kadar tüm çocuklar okul tatiline girdi ve Bakan Selçuk, Twitter hesabından çocuklara “İyi tatiller kuzularım” dedi.
Çocuklara “kuzularım” şeklinde hitap etmek, onların yetişkinler tarafından güdülmesi gereken varlıklar olduğunu, yetişkine ait ve bağımlı oldukları vurgusunu açık seçik olarak yapmaktadır.
Bu hitap şekli yukarıda değindiğimiz çocuk ve yetişkin arasındaki asimetrik ilişkiye yönelik güncel bir örnektir. Çocukların katılım hakkı, özellikle ifade özgürlüğü bu tür söylemlerin yardımı ile bloke edilmektedir.
Çocuk birisinin “kuzusu” olarak 18 yaşına kadar geldiğinde, itaat etmeyi kabullenmiş, özgüveni ve benlik algısı gelişmemiş, yaratıcı olmayan, üretemeyen, sürekli çevresi tarafından onaylanmayı bekleyen, kendi başına karar veremeyen, verdiği kararların sorumluluğundan kaçan, eleştirel düşünemeyen bir birey olarak yetişkin yolculuğuna devam edecektir.
Çalışma alanı psikolojik danışmanlık ve rehberlik olan Sayın Bakan, aslında bize Türkiye’deki çocukluk algısı üzerine önemli bir hatırlatma yapmıştır: “Anasının kuzusu”, “prensesim”, “kralım”, “aslanım”, “güzelim”, “bebeğim”, “bir tanem” gibi ifadelerle çocukların gerçek isimlerini kullanmaktan geri durup, onlara yönelik yetişkin aidiyetini ifade eden hitap şekillerinin kullanılması, çocukların ne kadar sevildiğiyle değil, ne kadar metalaştırıldığı, sahiplenildiği, hatta mülk edinildiği ile ilgili çağrışımlara yol açmaktadır.
Çocukluk algısında yetişkin yararı
Bu doğrultuda, ülkemizde eğitim kaosu ne kadar tartışılsa, yeni modeller ne kadar çok geliştirilip uygulamaya konsa da kaos gün be gün daha da büyüyecektir.
Çünkü çocuk ve çocukluk algısı, kültürel ve siyasi söylem içinde çocuğu nesneleştirmektedir. Çocukların yüksek yararı değil, yetişkinlerin, özellikle de siyasilerin yüksek yararı gözetilmektedir.
Ve bu, betonlaşmıştır!..
Bu “beton”, tek bir harçla yumuşar ve değişir: Çocukların eğitimde söz hakkı sahibi olması ile…
Yeni bir model mi planlanıyor eğitim sistemimizde; peki çocukların alınan kararlarda yeri ve imzaları nerede?..
Yıl sonu değerlendirmelerinde çocukların görüşleri alındı mı? Bu görüşler dikkate alınarak yeni planlama yapıldı mı?
Okul yönetimlerinde ve öğretmen değerlendirmelerinde çocukların görüşleri nerede?
Çocukların gelişimsel ihtiyaçları sistem içinde analiz edildi mi? Çocuklar tüm yıl içinde yeteri kadar oyun oynayabildi mi? Çocuklara her konuda alternatifler sunuldu mu?
Çocuklar okullarda mutlu mu? Çocuklar ne ister okullarda?
Neden kar tatillerine ve her tür tatile bu kadar çok sevinir çocuklar?
Okullarda, il ve ilçe milli eğitim müdürlüklerinde ve Millî Eğitim Bakanlığı’nda anasınıfından, liseye öğrenci temsilciliği nerede?
Nihayet, neden öğrenciler yerine sürekli anne-babalar sorunları konuşur ve onlar adına kararlar alır?..
Hiç kuşkum yok ki başta eğitimciler olmak üzere tüm yetişkinlerin bu sorulara mutlaka cevabı vardır. Ancak biz, çocukların ne düşündüğünü ve hissettiğini hala bilmiyoruz ve onların sorunlarını çözmeye çalışıyoruz.
Elbette kendi yüksek yararımızı düşünerek!..