20 Ekim 2024

Ekonomik sorunlar derinleştikçe savaş rüzgârları estiriliyor

Çok ciddi bir ekonomik kriz ve toplumsal bir çürümenin ve çöküşün yaşandığı ülkemizde bu çöküşün asıl sorumluları, bu çöküşün sorumluluğunu savaşa yükleyip, böylece işin içinden sıyrılmak istiyor olabilirler mi?

Dış İşleri Bakanı Hakan Fidan iki gün önce, “İsrail ile İran arasındaki olası savaşı yüksek bir ihtimal olarak değerlendirmek gerektiğini belirterek, ülke ve bölge olarak buna hazır olunması uyarısında bulundu.” (1)

Aslında, İsrail Devleti’nin bundan sonraki hedefinin Türkiye toprakları olduğu daha önce de Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından ileri sürülmüş ve “Vadedilmiş topraklar hezeyanıyla hareket eden İsrail yönetiminin, tamamen dini bir fanatizm ile Filistin ve Lübnan’dan sonra gözünü dikeceği yer, açık söylüyorum, bizim vatan topraklarımız olacaktır” (2) denilmişti.

Bunun hemen ardından başta kredi kartı limiti 100 bin lirayı aşanlar ve bazı tapu ve noterlik işlemleri üzerinden Savunma Sanayi Destekleme Fonu’na (SSDF) aktarılmak üzere “katılım payı” adı altında kesinti yapılmasını öngören kanun teklifi Meclis’e sunulmuş, ancak halktan gelen yoğun tepkiler üzerine bu teklif geri çekilerek, bir başka tarihe ertelenmişti.

Bir AKP-MHP klasiği

Artık bir AKP-MHP klasiğine dönüşen, teklife karşı ciddi tepkiler oluşunca geri çekip bir süre sonra yeniden gündeme getirme yöntemi hala yürürlükte. SSDF ile ilgili teklifin (kredi kartları kısmı çıkartılmış olsa da) en uygun zamanda tekrar gündeme getirileceği kesin.

Bu günler o en uygun zamanlardan biri olabilir. Zira İsrail Devleti Hamas’ın yeni lideri Sinvar’ı da suikast ile öldürdü. Bu durum bölgede suların iyice ısınmasına neden oldu.

Diğer taraftan, siyasal iktidar bir yandan İsrail ile olan ticaretini (Filistin’e yapılıyormuş gibi göstererek) artırarak sürdürürken (3), diğer yandan İsrail Devleti karşıtı söylemlerini artırıyor, hatta İsrail’i bir gece ansızın Türkiye’ye girebileceği iddiası ile suçluyor.

“Mesele vatansa gerisi teferruat…”

Böyle bir işgal ve savaş korkusu altında, özellikle de milliyetçi ve siyasal İslamcı taban olmak üzere, toplumu savaşçı politikaların ardına dizmek çok zor olmasa gerek. Tarih bunun sayısız örnekleriyle dolu.

İktidar bloku bunu bildiğinden bir savaş algısı yaratıyor ve hem halktan hem de muhalefetten ekonomik sorunlar için sabır beklerken, savaşla ilgili olarak da iktidarı açıktan desteklemesini istiyor.

“Etkin casusluk” yeniden gündemde!

Kısaca, ortada ülkemize yönelik somut bir saldırı tehdidi mevcut değilken, “savaşa hazırlıklı olmalıyız” türünden söylemlerin artırılması ve “casusluk eylemleriyle daha etkin mücadele edilebilmesi amacıyla Türk Ceza Kanunu’nda yeni bir suç ihdas edilmesi” yönünde daha önce bir kez ertelenmiş olan bir düzenlemenin bu kez yeni bir torba yasada tekrar gündeme getirilmesi pek hayra alamet olmasa gerek.

Torba yasanın 16. maddesi ile yapılması öngörülen düzenleme şöyle:

“Devletin güvenliği ile iç veya dış siyasal yararları aleyhine yabancı bir devlet veya organizasyonun stratejik çıkarları veya talimatı doğrultusunda suç işlenmesi yaptırıma bağlanmaktadır. Devletin iç veya dış siyasal yararına yönelik gerçekleştirilen ve suç teşkil eden fiillerin bu madde kapsamında ayrıca cezalandırılması kabul edilmektedir. Bu kapsamda iktisadi, mali, askeri, milli savunma, kamu sağlığı, kamu güvenliği, kamu düzeni, teknolojik, kültürel, ulaştırma, haberleşme, siber alan, kritik altyapılar ve enerji gibi diğer yararlar da devletin iç veya dış siyasal yararları kavramı içinde kabul edilmektedir. Dolayısıyla casusluk maksadıyla bu gibi yararlar aleyhine gerçekleştirilen ve suç teşkil eden fiiller, ihdas edilen bu suçun konusunu oluşturabilecektir. Maddenin ikinci fıkrasıyla, fiilin savaş sırasında işlenmiş veya devletin savaş hazırlıklarını veya savaş etkinliğini veya askerî hareketlerini tehlikeyle karşı karşıya bırakmış olması halinde faile sekiz yıldan on iki yıla kadar hapis cezası verileceği kabul edilmektedir.” (4)

Savaş kötüdür!

Mevcut İsrail-Filistin savaşı Gazze milli gelirinin yüzde 81 oranında azalmasına, kitlesel iş kayıpları nedeniyle işsizliğin ve yoksulluğun artmasına ve insani krizlerin daha da kötüleşmesine yol açtı. Ayrıca savaş nedeniyle ortaya çıkan ticaret kısıtlamalar Batı Şeria ekonomisinin ciddi şekilde sekteye uğramasına, gelir kesintilerine ve yardımların azalmasına ve fiilen Filistin Hükümetinin işleyişinin sekteye uğramasına neden oldu.

Öyle ki Batı Şeria'daki kitlesel işsizlik ve artan yoksulluk işletmelerin yüzde 96’sının faaliyetlerinin azalmasının ve yüzde 42,1'inin işçi istihdamını azaltmasının doğrudan bir sonucudur. Toplam 306 bin istihdam kaybı yaşandı ve Batı Şeria’da savaş öncesi yüzde 12,9 olan işsizlik oranı yüzde 32’ye yükseldi. Bu istihdam kayıpları Filistinli hanelerin ekonomik dayanıklılığını ciddi bir şekilde aşındırdı ve sosyal zorlukları daha da kötüleştirdi (tahmini günlük 25,5 milyon dolarlık işgücü geliri kaybı). (5)

Dışarıdaki savaş içerideki otoriterliği besler

Meselenin bir boyutu da dışarıdaki savaş ile içerdeki otoriterlik arasındaki zorunlu bağdır. Yani dışarıda yürütülen savaş ile yurtiçindeki insanlık dışı uygulamalar, insan hakları ihlalleri, hak ve özgürlüklerin iyice kısıtlanması, hak arama eylemlerine izin verilmemesi arasında derinden bir bağ vardır. Bu da aslında savaşın ve militarizmin bir başka biçimidir. Polis güçlerinin militarize edilmesi bunun somut bir örneğidir. Devlet savaşçı ve sömürgeleştirici bir emperyal güç haline geldiğinde, toplumsal kişilikteki aynı dürtüler kaçınılmaz olarak kendi halkına karşı döner.

Savaş yoksulların düşmanıdır

Öyle ki yoksullukla işsizlikle ve yolsuzlukla mücadele programlarının, savaştan çıldırmış bir toplumun elinde etkisiz kılınmasını izlemek durumunda kalırız. Savaş sektörü insan, beceri ve para çekmeye devam ettiği sürece, yoksulların rehabilitasyonu için gerekli fonları ya da enerjiyi bulabilmek mümkün olmaz. Bu yüzden savaşları yoksulların düşmanı olarak kabul etmek gereklidir.

Savaş yeni vergiler, borçlanma ve enflasyon demektir

Savaş, neden olacağı devasa insani zarar ve doğa yıkımının yanı sıra, vergilerimiz başta olmak üzere, kısıtlı kamusal kaynakların eğitime, sağlığa, sosyal güvenliğe, işsizlik ve yoksullukla ve uyuşturucu kullanımıyla mücadeleye değil, savaş sanayine ayrılması, savaş baronlarının ve zenginlerinin daha da semirtilmesi demektir.

Türkiye’nin de dâhil olacağı bir savaş ise, ekonomik çöküntü kadar, halkın daha da yoksullaşması, yeni vergilerin konulması, daha fazla devlet borçlanması ve enflasyonun patlaması ve TL’nin daha da değersizleşmesi demek olacaktır.

Ertelenen kanun teklifi örneğinde gördük ki, savaş altında dahi büyük servetlerin sahiplerinden vergi almayı akıllarından geçirmeyen siyasal iktidar, yaşamımızı sürdürebilmek için bağımlısı hale getirildiğimiz banka kredi kartlarından dahi yeni vergiler almak istedi.

Sorumluluk savaşa mı yıkılmak isteniyor?

Çok ciddi bir ekonomik kriz ve toplumsal bir çürümenin ve çöküşün yaşandığı ülkemizde bu çöküşün asıl sorumluları, bu çöküşün sorumluluğunu savaşa yükleyip, böylece işin içinden sıyrılmak istiyor olabilirler mi?

Milliyetçilik, militarizm ve savaşçı söylemlerin ve davranışların ardına sığınarak, ekonomik çöküşün, derin yoksulluğun, devasa pahalılığın, yaygın işçi, kadın ve bebek cinayetlerinin, çocuk tacizlerinin ve yaygın yolsuzlukların üzerini mi örtmeye çalışıyorlar?

Savaş işçi sınıfının düşmanıdır!

Savaş umacısı altında işçi sendikalarını ve demokratik kitle örgütlerini, siyasal partileri daha da zayıflatarak işçilerin, emekçilerin ekonomik ve demokratik taleplerini mi baskılamaya çalışıyorlar?

Ülkeyi bir savaşın içine sokarak, bizleri sonsuz bir insani zarara ve doğa yıkımına mı mahkûm etmeye çalışıyorlar?

Bilim, sanat ve kadın düşmanlığını körükleyerek ülkeyi Orta Çağ’ın karanlığına mı sürüklüyorlar?

Sonuç: Savaşa karşı barış sözcüklerinin gücü!

Birinci Dünya Savaşı'nda Bakhmut'ta savaşan ve daha sonra Kızıl Ordu’ya katılan, ikinci Dünya Savaşı sırasında ise Nazilere karşı verilen savaşın öneminin farkında olan, buna rağmen savaşta hayatını kaybeden 27 milyon Sovyet vatandaşının acısını derinden yaşayan, bu yüzden de savaşa karşı olan Sovyet şair Volodymyr Mikolayovich Sosiura, savaşa karşı müzakerenin (sözcüklerin) gücünü 1961 yılında yazdığı bir şiirinde şöyle anlatır: (6)

“Sözün gücünü bilirim.

Bir süngüden daha keskindir

ve bir mermiden bile daha hızlı,

bir uçaktan daha hızlı.

Oh, mutluluk silahı: sözcükler!

Sizin yanınızda yaşamaya alıştım…”


Dip notlar:

Mustafa Durmuş kimdir?

Akademisyen, yazar, ekonomi politikçi Prof. Dr. Mustafa Durmuş, 1956 yılı Kelkit'te doğdu. 1977 yılından itibaren Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu.

'Güney Kore'de İhracata Dönük Kalkınma Modeli' üzerine doktora tezi yazdı (1989).

TÜRK-İŞ'e bağlı YOL-İŞ Federasyonu'nda eğitim uzmanı, Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi'nde asistan, Birleşik Krallık York Üniversitesi'nde misafir araştırmacı, Gazi Üniversitesi İİBF'de öğretim ve özel üst düzey yöneticilik yaptı.

Halen Hacı Bayram Veli Üniversitesi İİBF Maliye öğretim bölümü üyesi ve T24 yazarı. Makalelerini yayımladığı 'Alternatif Akademi' adlı bir tükenme ve Kapitalizmin Krizi (2009), Kriz Darbe Savaş Kıskacında Türkiye Ekonomisi (2018), Büyük Değişim-Popülist Otoriterlik (2019) adlı kitapları var.

Yaşamın Temel Ekonomisi (2021), Dünya Ekonomisini Anlamak I (2021) ve Siyasi Ekoloji (2022) editörlü kitapların da yazarları arasında.

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Sermaye, işçilere açlık sınırının altında bir asgari ücreti layık görüyor!

MÜSİAD’ın asgari ücret önerisi iktidar bloğunun enflasyonla mücadele politikası ve beraberinde gelen mülksüzleştirme, kitlesel yoksullaştırma ve gelirin alt gelir gruplarından alınıp üst gelir gruplarına transferi projesi ile son derece uyumludur. Siyasal iktidarı arkasına almış olan sermaye sınıfı işçi sınıfına karşı belki de ülke tarihinde görülmemiş bir sınıf savaşını yürütüyor

Sahi bu iktisatçıların derdi ne?

Emekçilerin, halkın yanında yer alan iktisatçıların, akademisyenlerin enflasyon ve asgari ücrete yapılacak zam konusunu “beklenen-hedeflenen enflasyon, hangisi olmalı?” tartışmasına sıkıştırmadan analiz etmeleri ve daha da önemlisi yaşanabilir, çağdaş ve adil bir ücret düzeyi savunusu yapmaları gerekiyor

Yunanistan işçi sınıfı Filistin halkının yanında ya biz?

İsrailli ve Türk iş insanlarının yani iki ülke burjuvazisinin ticaret ve kảr söz konusu olduğunda nasıl iş birliği yapabildiği, farklı ulus, din ya da inançlara sahip olmanın kapitalist kảr karşısında nasıl önemsizleştiği açıkça görülüyor

"
"