12 Aralık 2024

IŞİD’in D’si, SMO’nun M’si    

Suriye’de Halep-Hama-Humus-Şam hattı boyunca güle oynaya ilerleyen 2017 doğumlu HTŞ’nin “mücadele”si de bir “tuhaf savaş” değil mi sizce de? 

IŞİD’in D’si “devlet” demek oluyor, SMO’nun M’si ise “millî”. İlkinin açılımı “Irak-Şam İslam Devleti”, ikincisinin açılımı “Suriye Millî Ordusu”. Sıfat olarak ikisinin de yerleşik tanımlarla ilgisi yok, ne IŞİD bir devlet, ne de SMO herhangi bir anlamıyla millî ordu.

SMO’yu Kuvayımilliye ile karşılaştırmak tarih dışı bir spekülasyon olur; Kuvayımilliye “millîci” idi, ancak adından da anlaşılacağı gibi ordu değil, bugünkü Türkçeyle söylersek bir güçler birliğiydi. Orduya dönüşmesi ancak cumhuriyet devletinin kuruluşuyla söz konusu oldu.   

IŞİD, Irak’ın da Suriye’nin de tam teşekküllü birer ülke olduğu 2013 yılında silahlı bir örgüt olarak ortaya çıktı ve bu iki ülkenin tek devleti olmak iddiasıyla terör estirmeye girişti. El Kaide gibi bir şeydi aslında, zaten onun yerini aldığı, aynı kökenden geldiği söyleniyordu. Ortadoğu’da o tür bir şeye olan ihtiyaç bitmemiş olmalı ki birinin defteri dürülürken yerine bir yenisi hatta birkaçı birden kuruldu.

Ortadoğu’da o tür bir şey dediğim, televizyonlardaki “terör uzmanları”nın önceleri “proxy savaşları” derken sonradan Türkçesini hatırlayıp “vekâlet savaşları”na çevirdikleri yeni tür savaş enstrümanlarıdır. Bu “yeni nesil” enstrümanlar aslında 2. Dünya Savaşı sonrasında devletlerin yozlaşma yollarından biri. Şöyle:

2. Dünya Savaşı sonrasında Birleşmiş Milletler can havliyle tüm dünya ülkelerini bir araya getirip hukukun üstünlüğü ve barış bağlamında insani bir düzen kurmaya çalışırken her ağaç gibi kendi içinde, hatta kökünde kurdunu da barındırıyordu: En güçlü yönetim organı olan Güvenlik Konseyi, bugün sayıları 193’ü bulmuş olan üye ülkeler arasında güvenlik ve barışı korumakla yükümlü olarak en büyük on beş üye devletten oluştu. Bu on beşin beşi ise güçlülerin de güçlüsü “Daimi Üye”lerdi: Üç büyük emperyal ile iki büyük sosyalist ülke: ABD, Britanya, Fransa, Çin ve Sovyetler.

Bu oluşum sürecinde “güvenlik ve barışı korumak” fikri 10 Aralık 1948 tarihinde “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” gibi şahane verimler yarattı. Aynı süreçte savaş yasaklandı. Savaşın yasaklanmasıyla, o tarihe kadar devlet yönetimlerinde yer alan savaş bakanlıkları (bizde “Harbiye Nazırlığı”) isim değiştirerek “savunma bakanlığı” oldular.

Savaşın yasaklanması dünya halklarının en büyük zaferiydi.

Gelgelelim, gözünü kâr bürümüş bir sistem olarak kapitalizm savaş boyunca en büyük kârları silah satışından elde ettiklerini görmüş olduğundan, kendilerine yeni düşmanlar yaratmaya baktılar. Bu kez düşman, Hitler’in yok etmeyi başaramadığı sosyalist sistemdi.

Kapitalist Avrupa devletleri, Fransa’sı, Britanya’sı vb., Hitler’e savaş ilân etmiş oldukları halde onun Sovyetler’i yerle bir edeceği beklentisiyle aylar boyunca bir şey yapmadan kollarını kavuşturup ıslık çalarak öbür tarafa baktılar ve Sovyet halklarını Hitler orduları karşısında yalnız bıraktılar. 1939 ile 1940 arasındaki o aylar tarihe Fransız halkının verdiği adla “drôle de guerre” (tuhaf/ acayip/ komik savaş) adıyla geçti. “Üçüncü cephe”yi ancak Mayıs 1940’ta açtılar...

Bütün bunlar tarihte IŞİD’in D’si ve SMO’nun M’si kadar trajik durumları anlatan bir terim ararken aklıma geldi. Suriye’de Halep-Hama-Humus-Şam hattı boyunca güle oynaya ilerleyen 2017 doğumlu HTŞ’nin bu “mücadele”si de bir “tuhaf savaş” değil mi sizce de? 

2. Dünya Savaşı sonrasında savaş yasaklanınca devletlerin “oyun”ları için geriye ancak “soğuk savaş” ve yukarıda sözünü ettiğim “vekâlet savaşları” için, yani devletlerin kirli işlerini yapmak üzere kurdurulmuş, bilinen ilk ünlü örneği El Kaide olan o halksız çeteler kaldı.

Bu örgütler dizisinin en berbat özelliklerinden biri kuruluşlarındaki emperyal köken ise, bir diğeri de her tür hukuk dışı ve insanlık dışı uygulamayla ün salmaları ve verdikleri fotolarda Allah için bir tek kadın yüzü bile bulunmamasıdır. Şimdi bir diktatörü devirmiş göründükleri bugünlerde Taliban’dan aşina olduğumuz ehvenişercilik rüzgârları estiriliyor.

* * *

7 Aralık günü İstanbul’da Barış Vakfı’nın “Geçmişin Tecrübesiyle Geleceğe Odaklanmak” başlıklı çalıştayının düzenlendiği sırada Suriye’de Esad henüz düşmemiş, yönetim değişmemişti. Konuşmacılar da zaten, anabaşlığın öngördüğü “Geçmişin Tecrübesi”ni toparlamak niyetinde gibiydiler. Sonraki günlerde Suriye olayları çalıştay haber ve yorumlarının önüne geçtiyse de Kürt sorununun bir numaralı sorunumuz olarak önemini koruduğunu söylemek herhalde gerekmiyordur. İlgilenenler, Barış Vakfı’nın internet sitesinden https://barisvakfi.org/turkiyenin-kritik-donemecinde-genis-katilimli-calistay/ bilgi alabilirler. Orada çalıştayla ilgili olarak basında yer alan haber ve yorumlardan bazılarının bağlantıları da bulunuyor. Aşağıya ekleyeceğim iki yazı ise kanımca çalıştaydaki düşünme çabasına vazgeçilmez bir katkı oluşturuyor:

Hasan Kılıç, “Çözüm ikilemi” https://yeniyasamgazetesi6.com/cozum-ikilemi/   

Rezan Sarıca, “Demokrasisiz barış” https://yeniyasamgazetesi6.com/demokrasisiz-baris/

Necmiye Alpay kimdir?

Çalışmaları dil üzerinde yoğunlaşan Necmiye Alpay 1946 yılında doğdu. 1969 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni (Mülkiye) bitirdi.

1978'de Paris-Nanterre Üniversitesi'nden uluslararası iktisat alanında doktora derecesi aldı. Mülkiye'deki öğretim üyeliği 12 Eylül 1980 darbesi ile başlayan süreçte sona erdi. İzleyen yıllarda akademide 'Türkçe' ve 'Yaratıcı Yazarlık' alanlarında dersler verdi.

2011 yılından itibaren uzun süre Radikal gazetesinde Dil Meseleleri üzerine yazdı. 2016 yılında İsviçre'nin Almanca PEN Merkezi tarafından onur üyeliğine seçildi. 

Kitapları

Türkçe Sorunları Kılavuzu (Metis Yayınları)

- Dilimiz, Dillerimiz / Uygulama Üzerine Yazılar (Metis Yayınları)

Dil Meseleleri / Uygulama Üzerine Yazılar II (Metis Yayınları)

Yaklaşma Çabası (Kanat Yayınları)

- Beklediler Gitmedik (Edebi Şeyler Yayıncılık)

Çevirileri

Freud ve Felsefe (Paul Ricoeur), Metis Yay.

- Kültür ve Emperyalizm (Edward Said, Hil Yayınları)

- Tarihsel Kapitalizm (I. Wallerstein, Metis Yayınları)

- Aydın Kesimi Üstüne (Vladimir İ. Lenin, Başak Yayınları)

- Modernleşmenin Eşiğinde Osmanlı Kadınları (Madeline C. Zilfi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları)

- Şiddet ve Kutsal (Rene Girard, (Kanat Yayınları)- Freud ve Felsefe (Paul Ricoeur, Metis Yayınları)

- Bilge Sokrates'in Ölümü (Jean Paul Mongin, Metis Yayınları / Küçük Filozoflar Dizisi)

- Martin Heidegger'in Böceği (Jan Marchand, Metis Yayınları Küçük Filozoflar Dizisi)

- Diyojen Köpek Adam (Jan Marchand, Metis Yayınları Küçük Filozoflar Dizisi)

 

Yazarın Diğer Yazıları

Güncel çağrışımlar, palimpsest projeler

Merkez’in Merkez’i olmak! Uçum, eşbaşkanlığı ya da Osmanlı’yı anmaksızın, büyük harfli “Merkez Ülke”den söz etmektedir. Ne bileyim, bir bilimkurgu senaryosu ya da bugünlerde arada bir kulağımıza çalınan CENTCOM gibi bir şey!

Emperyal eğilim, sosyal eğilim

Devrimler yenilenmedikçe sosyalliğini kaybedip emperyalizme yem oluyor. Hem dışarıdan içeriye, hem de –artık- içeriden dışarıya yönelen emperyal eğilimlere yem... olmaya, sosyalliğimizi bozuk para gibi harcamaya yazgılı mıyız?

Ayna ne gösteriyor?

Oya Baydar’ın yeni romanı öncellerinden, iki başkişisinden birinin kadın ve hekim olmasıyla ayırt ediliyor: Hayat veren ve hayatı koruyan olarak kadın başkişi. Güçlü bir kadın, zorlayıcı bir aşk

"
"