“İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni ilk imzalayan ülkeler arasında yer alan Türkiye, aynı zamanda Birleşmiş Milletler’in temel insan hakları sözleşmelerine taraftır. Kanunlar önünde bireylerin eşitliği ve ayrımcılığa uğramamaları ilkelerine dayanan insan haklarına saygı, Türkiye Cumhuriyeti’nin değiştirilemez niteliğidir.
Ülkemiz son 15 yılda çok farklı alanlarda hayata geçirdiği reform ve düzenlemelerle bu temel niteliğini daha da pekiştirmiştir. Vatandaşlarımızın inançlarını yaşamalarının önündeki engeller kaldırılmış, darbe dönemlerinin vesayet izleri silinmiş, devletle-vatandaş arasındaki bağ daha da güçlendirilmiştir.
Bugün Türkiye, demokratik hak ve özgürlüklerin kullanılması noktasında tarihinde hiç olmadığı kadar rahat bir ülkedir…”
10 Aralık Dünya İnsan Hakları Gününe ilişkin mesajında böyle diyor Cumhurbaşkanı Erdoğan. Mesajın yayınlandığı saatlerde Diyarbakır’da İnsan Hakları Derneği Diyarbakır Şubesi, Diyarbakır Barosu, Diyarbakır Tabip Odası, TİHV Diyarbakır Temsilciliği, Diyarbakır Hak İnsiyatifi’nin birlikte düzenlediği İnsan Hakları Sempozyumundayız. Konferans salonunda, dinlediğimiz insan hakları ihalelerinin boyutundan dolayı oldukça ağır bir hava var.
“Bölge ayrı bir statü ile yönetiliyor”
İlk panelin konuşmacılarından İnsan Hakları İzleme Örgütü Türkiye Temsilcisi Emma Sinclair Webb Türkiye’nin bir korku cumhuriyetine dönüştüğünü ve bu dönemi özetleyen ana kelimenin “keyfilik” olduğunu söylüyor. Kimse, nerde, nasıl, ne şekilde gözaltına alınabileceğini bilmiyor. İnsanlar çocuklarının ve kendi geleceklerini öngöremiyorlar. Bölgeye ilişkin ise Webb şunları ifade ediyor:
“Bölge tamamen izole edilmiş durumda. Bölge illerine gitmek artık çok zorlaştı. Bölgenin yerel temsilcileri topyekûn yok. Belediye başkanları içerde, kayyumlar atandı, bunu cezaevine konulan vekillerle de birleştirince, büyük resim ortaya çıkıyor. Bu resim Bölgenin ayrı bir statü ile yönetildiğidir.”
İHD’den Rewşen Bataray Saman son 2 yılda Bölgede gerçekleşen hak ihlallerini anlatıyor. Bu hak ihlallerine ilişkin olarak İHD Diyarbakır Şubesinin yayınladığı raporu lütfen okuyun.[1] Saman, şehir savaşları ve OHAL ilanının bu hak ihlallerini ağırlaştırdığından söz ediyor. Özellikle cenazelere yapılan uygulamalara dikkat çekiyor. Nitekim İHD Diyarbakır Şube Başkanı Raci Bilici de “90lı yıllarda çatışmada yaşamını yitirenler topluca bir şekilde toplu mezarlara konuluyordu. Bu dönem bu vahşet yetmez dediler, daha da kötüsünü yapıyorlar, cenazeleri ortada bırakıyorlar. Ne kendi kanunlarını ne de mensubu oldukları dinin değerlerini tanıyorlar. Cenazelere bunları yapanlar, canlılara neler yapar” diyerek durumun vahametini dile getiriyor.
2. panelde Nahit Eren, Esin Koman ve Gülşen Özbek, son 2 yılda yaşanan çocuk ve kadın hakları ihlallerine değiniyorlar. Rakamlar korkunç. Çocuk istismarına ilişkin adliyeye intikal eden vakaların %10-15 civarında olduğunu öğreniyoruz. Buna göre ana rakamı düşününce dehşete düşmemek elde değil. Nitekim 677 Nolu KHK ile kapatılan Gündem Çocuk Derneğinden Esin Koman çocuğa yönelik artan istismar, şiddet, ayrımcılığın boyutlarını gözler önüne seriyor. Şuan Türkiye’de cezaevlerine 12-17 taş arası 2800 çocuk olduğunu, yine 0-6 yaş 560 çocuğun da annesiyle birlikte cezaevinde kaldığını öğreniyoruz. Beni dehşete düşüren bir başka rakam ise çocuk evliliklerinin sayısı. Son 10 yılda evlendirilen kız çocuk sayısının 482.908 olduğunu öğreniyoruz. Yanlış duymadınız. 482.908, yani neredeyse yarım milyon kız çocuğu son 10 yılda evlendirilmiş durumda.
“Aksi ispat edilene kadar herkes artık olağan şüphelidir ve işkence de görebiliriz”
3. panelde ise Şemsettin Koç, Muhterem Süren ve Barış Yavuz bizlere cezaevlerinin durumu ve işkencenin özellikle son 2 yılda nasıl hızla arttığını anlatıyorlar. 2002 yılında AKP iktidara geldiğinde cezaevlerinde 55 bin olan kişi sayısı 228 bin kişiye çıkmış durumda. Adalet Bakanlığının verilerine göre şuan mevcut cezaevlerinin kapasitesi 207.279, ancak cezaevinde olan mahpus sayısı 228.993. Yani 21.714 mahpusun cezaevlerinde yatacağı yatak bile mevcut değil. Mahpuslar hapishaneye adım atar atmaz işkence ile karşılaşıyorlar. Çıplak arama ile hapishaneye giriliyor. Çıplak aramaya itiraz edenler fiziki işkenceye maruz kalıyor. Özel alanların kamera ile gözetilmesi de hapishanelerde yaygın bir uygulamaya dönüşmüş durumda. Sevk ve sürgünler ile sadece mahpuslar değil aileleri de cezalandırılıyor. Özellikle Bölgedeki hükümlüler Batı illeri ve Karadeniz’e sevk ediliyorlar. Oysa mevzuata göre mahpuslar aileye en yakın cezaevinde bulundurulmalıdır. Barış Yavuzi 2002 yılında işkenceye sıfır tolerans diyerek ortaya çıkan AKP’nin, o noktadan “yakaladığınızda işkence yapın” noktasına nasıl geldiğini tek tek anlatıyor. Özellikle son 2 yılda işkenceyi kolaylaştıran yasal değişimler, bazı suçları işleyenlerin soruşturma izinlerinin Başbakanlığa bağlanması, avukat ücretlerinin devletçe karşılanması ve cezasızlığın işkence yapılabilir algısını nasıl güçlendirdiğini görüyoruz. Şuan gelinen aşamayı şöyle özetliyor Barış Yavuz: “Aksi ispat edilene kadar herkes artık olağan şüphelidir ve işkence de görebiliriz.”
Son panelde benim moderatörlüğümde ifade ve örgütlenme özgürlüğünün durumunu konuşuyoruz. HDP Kars milletvekili Ayhan Bilgen, bundan sonra mücadeleyi nasıl örgütleyebileceğimiz üzerinde duruyor. Mağduriyetin halkasının genişlemesi, mücadelenin toplumsallaşması için bir fırsata dönüşebilir mi, bunu tartışıyoruz. Seher Akçınar, dindarların dindarlara yaptığı darbeden, Mazlum-Der’in 10 şubesinin Kürt illerindeki 16 şubeyi nasıl kapattığını ve toplumdaki kutuplaşmanın geldiği boyutu anlatıyor. Veli Saçılık, varlığıyla Amed’de hepimize umut veriyor. “Benim varlığım Türkiye’de insan haklarının durumunu gösteriyor. Sağ tarafımdaki yokluk bu ülkede insan haklarının yokluğunu gösteriyor” diye anlatıyor bu dev adam. Ve tarihsel bir saldırıya karşı, tarihsel bir direniş yapılması çağrısını yineliyor.
İnsan haklarının böylesine kısıtlandığı başka bir dönem olmuş muydu, en azından ben bilmiyorum. Bugün Türkiye’de “çocuklar ölmesin” demenin bile suç sayıldığı bir dönemden geçiyoruz. Bu süreçte beni en çok endişelendiren durumların başında hak bilincimizi yitirmemiz geliyor. Hak bilincimizi yitirdikçe, yaşanan hak ihlallerine de şaşırmamaya başlıyoruz. Oysa insan olarak, vatandaş olarak, öldürülmeme hakkına sahibiz, suç işlemedikçe özgürlüğümüzün kısıtlanmaması hakkına sahibiz, öldüğümüzde gömülme hakkına sahibiz, cenazemizin parçalanmama hakkına sahibiz, düşüncelerimizi ifade etme hakkına sahibiz, toplanma, örgütlenme hakkına, işkence görmeme hakkına sahibiz… Bizler, bu hakların sahibiyiz. Devlet ise bunları korumakla yükümlü.
O nedenle hakkımız çiğnendiğinde şaşıracağız, tepki vereceğiz, hesap soracağız, itiraz edeceğiz. Çünkü biz, haklarımızla insanız.
Şimdi başa dönelim, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın mesajına:
Hayır, Cumhurbaşkanı! Bugün Türkiye, demokratik hak ve özgürlüklerin kullanılması noktasında tarihinde hiç olmadığı kadar rahat bir ülke değildir. Tam tersine, bugün Türkiye’de, demokratik hak ve özgürlükler tarihinde hiç olmadığı kadar yerlerde sürünmektedir!