29 Mart 2023

Dünyanın sonuna yolculuk

Geçen sene nisandı sanırım, çok sevdiğim bir arkadaşım aradı; "Seneye kışa Patagonya'ya gidiyoruz hadi sen de gel" dedi. Yol çok uzun, süre kısa -12 gün- ama fiyat uygun. Üstelik pandemi nedeniyle 3 yıldır evlere kapanıp kalmışız ve gidenler küçük ve çok sevdiğim insanların olduğu bir grup. Fazla düşünmedim, ödedim kaparoyu. Zaman hızla aktı, seyahat zamanı gelip çattı...

Gitmeden biraz darbeler ülkesi Arjantin okudum, Evita'yı bir kez daha seyrettim ve büyük gün geldi. THY'nin doğrudan en uzun uçuşunu yapmak için uçağa bindik. Saatler geçiyor yol asla bitmiyor. Dile kolay, tam 18 saat! Bu arada, görünen o ki, THY'nin şahane ikramlarının yerinde maalesef yeller esiyor. 18 saat boyunca bir kahvaltı, bir kötü yemek o kadar. Arada içki servisi falan hak getire; zaten içki olarak sadece şarap ve bira var. Bir romanın yarısı, 4 film ve 2 saat kadar uykudan sonra vardık Buenos Aires'e gece vakti, doğruca odalara dinlenmeye.

Sabah ilk işimiz, rehber vasıtasıyla otele bir bavul dolusu pesoyla gelen bir simsara (?) dolar bozdurmak oldu- hem de lobide, alenen. Pesonun 'piyasa kuru' resmi kurun tam iki katı! SSCB Rusyasından beri gittiğim hiçbir yerde böyle bir şey görmemiştim. Ağzımız açık kaldı ama bu sayede gezinin Arjantin bölümü bayağı ucuza geldi.

Sabah yerel rehber Pablo ile Buenos Aires sokaklarında -aslına bakarsanız devasa caddelerinde- şehrin eklektik mimarisi hakkında, sonradan pek bir şey hatırlayamayacağımız bazı detayları dinleyerek dolaşmaya başladık. İlk durağımız El Ataneo Grand Splendid kitapçısı oldu. İnanılmaz güzellikteki bu kitapçının bulunduğu bina 1919 yılında, ünlü bir tangocu tarafından tiyatro olarak yaptırılmış, sahnesi de halen kafe olarak kullanılıyor. Daha sonra sinemaya, son olarak da bu şahane kitapçıya dönüşmüş ve 2008 yılında The Guardian, 2015 yılında National Geographic tarafından Dünyanın En Güzel Kitapçısı seçilmiş. Aslında dünyanın en güzel kitapçısının burada olması bir tesadüf değil çünkü Buenos Aires dünyada nüfusa göre en çok kitapçı olan şehirlerin başında geliyor, -gerçi 2015 yılındaki birinciliğini 2021 de Lizbon'a kaptırmış ama ne gam- hâlâ beşinci. Sonraki duraklarımız Kongre Sarayı, Recoleta Mezarlığı ve Güzel Sanatlar Müzesi oldu. Kongre Binası Washington DC 'deki Capitol binasının tıpkısı-diğer bazı Latin Amerika ülkelerinde olduğu gibi. Yine bu ülkelerde rastlanan 'bina mezarlar' diyebileceğimiz kabirlerden oluşan mezarlık daha önce benzerlerini gördüğüm için çok ilgimi çekmedi; iki mezar hariç: biri Eva Peron'un mezarıydı, görmek istedik ama aile orada olduğu için tüm girişleri kapamışlardı, maalesef göremedik. Diğeri ise 1983-89 arası başkanlık yapan ve Arjantin halkını sonsuz acılara gark eden cuntacıları yargılatarak demokrasiyi yeniden kuran başkan olarak tarihe geçen Dr. Raul Ricardo Alfonsin'in mezarı. Mezar taşında, 'Milletin Başkanı' yazıyordu.


El Ataneo Grand Splendid kitapçısı

Pablo bunları anlatırken ben Falkland Krizini sordum, malum bu da cunta zamanı yaşanmıştı. Pablo birden dedi ki "Nurdan, şimdi birileri seni kaçırsalar ve adını da değiştirmeye çalışsalar, sen yine de Nurdan'sın değil mi? Kim ne derse desin, orası da Falkland değil Las Malvinas!" Bu adaların orijinal adının Las Malvinas olduğunu unutmuşum! İlerleyen günlerde de bayağı hassas bir konu olduğunu anladık tabii her tarafta "Malvinas Arjantinindir" afişlerini görünce. Ne kadar tanıdık bir slogan değil mi, bir sonunda "öyle kalacaktır" eksik…

Aslında, birkaç saat dolaşmayı hak eden, hem uluslararası hem de Arjantinli sanatçıların zengin bir koleksiyonuna sahip olan Güzel Sanatlar Müzesinde turistik hızlı bir turdan sonra, Buenos Aires'in simgelerinden biri olduğunu öğrendiğimiz dev Floralis Generica heykelini görmeye gittik. Heykel, 2002 yılında, Arjantinli mimar Eduardo Catalano tarafından, tamamen çelik ve alüminyumdan yapılan, 6 taç yapraklı, göğe bakan bir çiçek heykeli. 23 metre yüksekliğinde ve 18 ton ağırlığında olan heykelin taç yaprakları gündüz açılıp gece kapanabilmekte imiş ama maalesef bozulmuş. Eduardo Catalano eğitimini burslu olarak UPen ve Harvard Grad School gibi çok ünlü Amerikan Üniversitelerinde tamamlamış; sadece Arjantin'de değil, ABD'de de çeşitli önemli binaları olan ve ünlü Frank Lloyd Wright'ın takdirlerine mazhar olmuş bir mimar. Bu heykeli de maliyetini tamamen kendisi karşılayarak, kendisini yetiştiren ülkeye teşekkür etmek için yaptırmış.

Artık iyice yorgunluk çökmeye başlamıştı ki, aracımıza binip yarım saatlik bir yolculuktan sonra, devasa Rio de Plata nehrinin deltalarından Parana Delta'da kurulu Tigre şehrine varıyoruz. Tigre İspanyolca kaplan demek ama bu coğrafyada kaplan yok. Meğer ilk gelen İspanyol yerleşimciler buralarda Jaguar avlar ve onları kaplan sanırlarmış! Cehalet kötü şey. Tekneye binip Parana Deltasında iki saatlik bir yolculuğa çıkıyoruz. Şahane evler, çok güzel bir bitki örtüsü, su sporları yapanlar, güneşlenenler, yüzenler arasında dinlendirici bir yolculuk. Hava sıcaklığı 27-28 derece bu arada.

Döner dönmez tavsiye edilen bir Arjantin lokantasında şahane etler ve şahane şarapları mideye indirip, erkence yatıyoruz çünkü sabah 2'de kalkıp, dünyanın sonuna uçmak üzere havaalanına gideceğiz.

Sadece yatıp birkaç saat dinlendikten sonra, domestik uçakların kalktığı havaalanına gidiyoruz; hepimiz yorgun ve uykusuzuz. Görevliyle rehber tartışıyor, belli ki bir sorun var. Rehber "Çıkıyoruz" diyor. Meğer uçak öteki havaalanından kalkıyormuş! Yani biz Sabiha Gökçenden İstanbul Havalimanına gidip uçağı yakalamaya çalışıyoruz ama tabii mümkün olmuyor! Sonuç, havaalanında sinirle geçen 6-7 saatten sonra, programa göre iki gün sonra gitmemiz gereken şehre -El Calafete'ye uçuyoruz. Herkes gergin. Akşamüstü ancak varıyoruz. Güzel bir lokantada hem de müzik eşliğinde yemek yiyoruz ama kimsenin konuşacak hâli yok. Otele dönerken ortalık hâlâ aydınlık –ee Güney Kutbu'na oldukça yaklaştık tabii.

Sabah Las Glacieres milli parkına doğru yola çıkıyoruz. Bugün ünlü Perito Moreno buzulunu önce tekneden, sonra karadan göreceğiz. Yeni yerel rehberimiz Sergio'nun İngilizcesi bayağı kötü. Yolun neredeyse tamamı yarı çöl. Parka yaklaştıkça yeşilleniyor, önce makilere benzer çalılıklar sonra meşe ailesinden olduğunu sandığım Lenga ağaçları manzarayı renklendiriyor.

Çok uzaklardan buzul görününce Sergio Arjantin Milli Marşını çalmaya başlıyor. Bayağı milliyetçi galiba bu Arjantinliler!

Tekneye biniyoruz. Lago Agentino'da yarım saate yakın bir yolculuktan sonra Perito Moreno buzuluna yaklaşıyoruz. Muhteşem! Buz mavisi nasıl güzel bir renktir orada fark ediyoruz. Arada dehşetengiz bir gürültü duyuyoruz; buzuldan bir parça koptuğunun habercisi. Kopan parçalar da ayrı güzel. Buzul, adını ulusal parkın kurucusu, Patagonya kaşifi, jeolog, antropolog Francisco Pascasio Morena'dan alıyor. Şili – Arjantin sınırının çizilmesinde de katkıları olan Moreno'ya çalışmalarından dolayı Perito yani üstad unvanı verilmiş. 250 kilometrekare olan Perito Moreno buzulu dünyadaki diğer buzulların tersine, And dağlarından sürekli beslendiği için küçülmüyormuş. Perito Moreno aynı zamanda dünyanın üçüncü büyük tatlı su rezervi imiş. Zaten El Calafete'de musluk suyu içiliyor ve çok lezzetli. Perito Moreno buzulunun ihtişamı ile büyülenmişken, bir de rehberlerimiz bize viski ikram edince keyif tamamlanıyor.

Tekneden sonra sıra buzulu karadan görmekte. Manzarayı çeşitli seviyelerdeki teraslardan seyretmek için, kayaların üzerindeki ahşap patikada yürüyoruz. Manzara gerçekten doyumsuz. Uzunca bir yürüyüş ve bolca çekilen resimlerden sonra, restoranda güzel bir yemek yiyoruz. Arjantin birası da eksik değil tabii. Artık iyice kıyıya inip tipik bir turist gibi kopan buzul parçalarını elimize almaya geldi sıra. Herkes indi, biz üç arkadaş kahve ve sigara için restoranın hemen yakınında biraz vakit geçirdikten sonra aşağı iniyorduk ki, son basamakta bir arkadaşımızın ayağı kaydı ve düştü. Koşarak yukarı, revire çıktım, kırık dökük İspanyolcamla olanları anlatmaya çalıştım. Sedye, ambulans, hastane derken bacağında ciddi bir kırık olduğu haberi geldi ve maalesef ertesi gün biz dünyanın sonuna, Ushuaia'ya uçarken, o da rehberlerimizden biriyle önce Buenos Aires'e, sonra İstanbul'a dönmek üzere hazırlanıyordu. Hepimizin keyfi kaçtı tabii arkadaşımızın başına gelen bu talihsiz kazadan. 

Bir gün gecikmeyle Ushuaia'ya uçuyoruz, yani insanoğlunun Antartika'ya en yakın yerleşim yerine, Ateş Topraklarına (Tierra del Fuego). Ushuaia yerli dilinde 'Batıya Bakan Koy' anlamına geliyormuş. Pek çok yer ismi yerli dilinde ama yerlilerden eser yok! Koloniciler gerçekten pek acımasız davranmış, onlardan kurtulanlar ise daha önce hiç karşılaşmadıkları mikroplar yüzünden ölmüşler, neredeyse sadece isimleri kalmış payidar.

Batı'ya Bakan Koy'a gelir gelmez otele bavulları bırakıp Cezaevi Müzesine gidiyoruz. Bu şehir zaten 1884 de, bir tür ceza kolonisi olarak kurulmuş. Amaç, beyaz adamın egemenliğinin teyidi olarak takımadaların yarısını doldurmakmış. 1902'de cezaevi yapımına başlanmış; 1947'ye kadar ülkenin en dehşetengiz suçlularının yanı sıra, 1934'ten itibaren politik suçluları da misafir etmiş olan yapı, halen müze.

Saat üçte, Jules Verne'in romanlarına konu olan 'Dünyanın Sonundaki Deniz Feneri'ni görmek umuduyla Beagle Körfezine açılıyoruz. Umuduyla diyorum çünkü sis olabilir, rüzgar çıkabilir, ulaşamayabiliriz. Yerli dilinde adı Oşenala (avcı kanalı demekmiş) olan Beagle Körfezinin bir yanı Arjantin, bir yanı Şili. Manzara çok güzel, özellikle de gökyüzü. Bulutlar bizim pofuduk bulutlardan çok farklı, keskin hatlı. Gün batımında ise inanılmaz görüntüler oluşuyor. Bu değişik görünümün sebebi Antarktika'dan esen rüzgarlarmış.

Tekneyle ilk durak Kuşlar Adası. Minik bir kaya adacık üzerinde yüzlerce kuştan oluşan bir kuş kolonisi; bizim karabataklara benziyorlar. Denizde ise bize eşlik eden yunuslar… Yolculuğun ikinci saatine girerken 'Dünyanın Sonundaki Fener' görünüyor- sis falan yok neyse ki. Gerçekten heyecan verici. Aslında bundan sonra da varmış fenerler ama onların hepsi askeri imiş. Herkes telefonlara sarılıyor fotoğraf çekmek için; tabii biz de. Dönüş yolunda ise Macellan Penguenlerinin olduğu adaya uğruyoruz. Tanrım, ne kadar tatlılar ve ne kadar miskinler! Çoğu da yavru. Hareketleri, yürüyüşleri inanılmaz komik ama tabii gemiden seyrediyoruz. Dönüş yolunda bir de deniz aslanlarının bulunduğu adaya uğruyoruz. Tembel tembel yatıyorlar üst üste; bizim gelişimiz umurlarında bile değil…

Akşam yemeği çok keyifli bir deniz mahsulleri lokantasında. Arjantin'in beyaz şaraplarını çok sevmedim açıkçası, en seki bile bayağı tatlı. Kırmızılar ise gerçekten leziz.

Ertesi sabah Tierra Del Fuego milli parkına doğru yola çıkıyoruz. Rivayete göre, Macellan geldiğinde, yerlilerin yaktığı devasa ateşleri uzaktan görünce buraya Ateş Toprakları adını vermiş. Parkın bulunduğu yerde Yamana yerlileri yaşarmış. Güzelim Lenga ağaçlarından yaptıkları kayıklarla denize açılır, deniz aslanı avlar, midye yer, huzur içinde yaşarlarmış. İlk Avrupalılar buraya geldiğinde 3000 civarında Yamana varmış, 10 yıl sonra, 1890'da sayı 1000'e inmiş ve 1910'da sadece 100 kişi varmış!(3) Yaşasın Avrupa medeniyeti…

Parka girer girmez 'Dünyanın Sonundaki Posta Kutusu'ndan isteyenler yakınlarına kart atıyor; ben sadece küçük dükkandan bir magnet alıyorum. Sonra Lenga ağaçları arasında, Laguna Negra kıyısında, serbestçe dolaşan atları seyrederek keyifli bir yürüyüş yapıyoruz veee heyecanla beklediğimiz 'Dünyanın Sonu Treni'ne binmek üzere biletlerimizi alıyoruz. Sonuç tam bir hayal kırıklığı; tren lunaparklardaki trenler gibi bir şey. Ertesi sabah Şili Patagonyasına uzun bir otobüs yolculuğu yapmak üzere, yeniden El Calafete'ye uçuyoruz. El Calafete'de Calafete meyvesi denen yaban mersini benzeri bir meyve var; bu meyveden yiyen mutlaka buraya tekrar gelirmiş. İlk geldiğimizde yemiştik biz de; herhalde onun için dönüp dolaşıp tekrar buraya geliyoruz!

Sabah erkenden otobüse binip yola çıkıyoruz; yaklaşık 8 saatlik bir yolumuz var Şili Patagonyasındaki Punto Arenas şehrine varmak için. Yarı çöl bir coğrafyada gidiyoruz, çok az yerleşim var. Yol boyu sadece Guanacolar ve devekuşları bize arkadaşlık ediyor. Öğle yemeği için Arjantin'in bir madenci kasabasında mola veriyoruz. Kasabanın girişindeki tepede aynı bizim Güneydoğu kırsalında dağa taşa yazılan "Her şey vatan için" ya da "Ne mutlu Türküm diyene" yazıları gibi bir yazı var. Benim İspanyolca yetmiyor tabii, şoförümüze soruyorum. "İncil'den" diyor; meali "Birbirimizi seviyoruz çünkü önce O bizi sevdi". Nedense böyle şeyler de hep en yoksul yerlerde yazar!

Sınıra vardığımızı trafikten anlıyoruz; yoksa sadece küçük bir bina var, asker falan da yok etrafta. Biraz bekledikten sonra pasaportlara damgalar basılıyor. Sıra Şili girişinde. Yanımızda hiçbir meyve, sebze gibi çiğ yiyecek olmadığını yazılı olarak deklare ediyoruz ama heyhat! Bir arkadaşımız otelin açık büfesinden yürüttüğü ve sonra çantasında unuttuğu elmayla yakalanıyor! Şili zindanlarında çürüyecek mi derken, sadece elmaya el koyup deklarasyonu değiştirtiyorlar. Bu arada el konulan yiyecekleri görünce, buradaki memurların hiç pazara çıkmasına gerek olmadığına karar veriyoruz.

Sabah serbest zamanda şehri dolaştık; zaten hepi topu iki cadde var dolaşılacak. Müthiş rüzgarlı bir gün. Öğleden sonra Macellan Boğazına gemi yolculuğumuz olacak. Üstelik bu kez penguenlerin olduğu Magdalena adasına çıkıp onlarla vakit de geçireceğiz. Ne yazık ki rüzgar hızını keseceğine arttırdı ve tüm gemi seferleri iptal oldu! Buralarda son derece olağanmış. Bu arada Antartika'dan gelen koskoca gemiler de limana yanaşamayıp açıkta demirledi. Ne yapalım, kapalı pazar yeri Mercado Municipal'de keyifli ve uzunca bir öğle yemeği yiyip otobüse bindik ve Puerto Natales'e doğru yola koyulduk. Rüzgar o kadar sert ki midibüsümüz resmen savruluyor yolda. Bu arada, midibüsümüzün Türkiye'den ithal bir Ford olduğunu söylemeden geçmeyeyim. 

Akşam yemeği Ultima Esperanza yani Son Umut adlı bir lokantada. Macellan'dan sonra, yine onun ekibinden Juan de Ladrilleros adlı bir kaptan, Macellan Boğazından geçtikten sonra Pasifik'e çıkmaya çabalamış defalarca, bir türlü becerememiş çünkü burası gerçekten labirent gibi fiyortlarla dolu. Puerto Natales'e ulaştığında, "Burası artık benim son umudum" demiş. Onun için burada da birçok lokanta, dükkanın adı Ultima Esperanza. Hikâyenin doğruluğuna gelince, valla ben rehberin yalancısıyım. 

Sabah yeni yerel rehberimizle Şili Patagonyasının en ünlü milli parklarından Torres del Paine'ye doğru yola koyuluyoruz. Bu parka Unesco tarafından Biosfer Reservi adı verilmiş ve Dünya'nın Sekizinci Doğal Harikası seçilmiş. Yolda tek ilginç şey hayvanlar -Carancho adlı güzel bir kuş görüyoruz- meğer leş yermiş alçak; sonra bir kızıl tilki ve tabii guacanolar. Bunların bir de lamanaco denen bir cinsi varmış; lama ile guacano melezi. Çiftçiler lamaları çitlerle guacanolardan ayırmışlar ama guacanoların ne kadar yüksekten atlayabildiğini ve dişi lamaların cazibesini unutmuşlar. Sonuç lamanaco!

Milli parka yaklaştıkça ağaçlar sıklaşıyor ve nefis ormanlara dönüşüyor. Orman yangınlarını soruyorum; maalesef orada da son yıllarda büyük yangınlar olmuş. Genelde kamp yapan turistlerden kaynaklı imiş. En son 2011'de İsrailli 6 kişi kamp yasak olan bir yerde kamp kurmuşlar, kullandıkları tuvalet kağıdını yakmaya kalkınca tam 19 bin hektar orman yanmış. Biz de bu yangının izlerini gördük; içi acıyor insanın.

Milli park çok büyük ve gerçek bir doğa harikası. Dağlar, ormanlar, nehirler, göller, şelaleler gani. Bir süre sonra aracımızdan inip yağmur altında yürümeye başlıyoruz. Vahşi ve çok etkileyici bir tabiat; yer yer rüzgara karşı uyarılar var, biraz ürküyoruz tabii özellikle de rehberimizin anlattığı rüzgarın otobüsü devirdiği ve kendisini -ki 130 kiloymuş- havalandırıp yere fırlattığı turu anlattıktan sonra. Hava biraz açıyor ve Cuerno del Paine ya da Paine Boynuzları adlı ikiz tepeyi bütün ihtişamıyla görüyoruz. Patagonya'nın Şili tarafı doğa olarak bence çok daha güzel -en azından bizim gördüğümüz kadarı. UNESCO'nun verdiği unvanları kesinlikle hak ediyor.

Dönüş yolunda rehberimiz "Biz burada iklim değişikliğini görüyoruz, yaşıyoruz, dokunuyoruz" diyor ve devam ediyor: "Ben 36 yaşındayım, 15 yaşındayken yazın sıcaklık en fazla 15-18 derece olurdu; bu yıl 29 dereceyi gördük. Göller kurudu, penguenler göçtü. Kışlar hâlâ soğuk ama kar yağmıyor. Tek gelir turizm ve bu nedenle fiyatlar yerli halk için çok yüksek. 18-24 yaş arası pek kimse yok, gençler büyük şehirlere gidiyor." Sonra bize kendi spotify listesinden yerel müzikler çalmaya başlıyor ve türlerin isimlerini söylüyor –biri de Çamame! İsmi benzese de müziği de dansı da bizim Şamameye pek benzemiyor. Akşam kitapta yeri olan El Bote adlı restoranda leziz deniz mahsulleri yiyip erkence otele dönüyoruz çünkü sabah 4-5 saatlik bir otobüs yolculuğu akabinde, El Calafete havaalanından gezinin son iki gününü geçirmek üzere Buenos Aires'e uçacağız.

Sabah bizi Buenos Aires'te sıcak ve nemli bir hava karşıladı. Anoraklar çıktı, şortlar giyildi ve eski dost Pablo ile buluşuldu. Buenos Aires bir Avrupa şehri. Binalarıyla ve insanlarıyla... New York'ta buradan çok daha fazla hispanik -yerli insan- var. Ünlü Meksikalı yazar Carlos Fuentes'in "Meksikalılar Mayalardan, Perulular İnkalardan, Arjantinliler ise gemilerden geldiler" dediğini okumuştum bir yerde; kesinlikle haklı.

Bugün ilk durağımız ünlü Cafe Tortoni. Kurulduğu 1858'den beri Borges gibi ünlü yazarların, Gardel gibi ünlü sanatçıların buluşma mekanı olmuş. Tabii girmek için yarım saat kadar kuyruk bekledik ama değdi doğrusu. Gerçekten çok hoş bir kafe. İçinde küçük bir sahne mevcut. İspanyol iç savaşında faşistler tarafından katledilen ünlü İspanyol yazar Federico Garcia Lorca da gelmiş, ona ait bir köşe var.

Kahvelerimizi içtikten sonra metroya bindik; 1913'te yapılmış ve Latin Amerika'nın ilk metrosuymuş. Metrodan inince kendimizi ünlü Plaza del Mayo'da bulduk. Çok güzel, tarihi ve önemli binalarla çevrili bu meydan tabii ki herkese hüzünle Plaza De Mayo Annelerini hatırlatıyor. 1976-1983 arasındaki askeri cunta sırasında stadyumlara doldurulup yok edilen, uçaklardan atılan, işkence yapılarak katledilen çoğu genç 30 bin 'kayıp' insanın izini sürmek, hesabını sormak için örgütlenen ve yıllarca beyaz başörtüleriyle her perşembe bir araya gelen kadınlara ev sahipliği yapan meydan Plaza de Mayo.

Pedro'ya "Peki ya Abuelas (büyükanne) de Plaza de Mayo?" diyorum. "Darbeciler bu insanları yok etmekle yetinmediler, onların küçük çocuklarını da ailelerinden kopararak başkalarına evlatlık verdiler. Böyle binlerce çocuk var, henüz çok azı gerçek ailelerine kavuşabildi. İşte 'Plaza de Mayo Büyükanneleri' de torunlarının peşine düşen kadınlar." O gözleri dolarak anlatıyor, biz gözlerimiz yaşlı dinliyoruz. Yıllarca her hafta Galatasaray Lisesi önünde, sessizce kayıplarını arayan Cumartesi Anneleri geliyor aklımıza. Artık cennet vatanda buna bile izin yok gerçi…

Plaza de Mayo'nun en popüler binası başkanlık sarayı olarak da bilinen Casa Rosada. Kimler gelip geçmemiş, kimler balkon konuşması yapmamış ki bu binada. İster seçilmiş olsun, ister darbeci her başkanın buradan bir konuşma yapması kaçınılmazmış. Ama burayı dünyaca ünlü kılan tabii Evita Peron'un ünlü konuşması ve onu beyazperdede canlandıran Madonna'nın Don't Cry For Me Argentina performansı. Bu ünlü ve güzel binanın pembe rengi, kireç ile öküz kanı karıştırılarak elde edilmiş yapıldığı zaman. Keşke başka bir yöntem bulsalarmış.

Meydanın ortasındaki General San Martin heykelinin altında yüzlerce atılmış taş var, üzerlerinde de isimler yazıyor. Bu nedir diye sorunca Pablo "Hükümetin pandemi ile ilgili politikasını protesto eden halk, bir kısmına da kayıplarının ismini yazdıkları taşları bu heykel altına attılar; ondan sonra burası korumaya alındı" diyor. Koruma dediği bilemedin 50-60 cm boyunda incecik ve portatif bariyerler; atılan taşlar da olduğu gibi duruyor. Bu yetmezmiş gibi, bir de kocaman bir çadır var meydanda. Yerlilerin (kaç tane kaldıysa artık) ve özellikle yerli kadınların haklarını aramak için kurulan bir protesto çadırı. İnanamadık tabii biz Türkiyeliler olarak. Burası Buenos Aires'in Taksim meydanı ve protestolara açık! Üstelik ortada ne polis var ne asker. Darbeler ülkesi Arjantin demokrasi açısından halen bizden epeyce ileride anlaşılan…

Öğle yemeği için San Telmo bölgesindeki Plaza Dorrego'ya gidiyoruz; sevimli, küçük, bol ağaçlı bir meydan. Birkaç lokanta var, birine oturuyoruz. Birazdan tango gösterisi başlıyor. Akşam da buranın en ünlü tango gösterilerinden birini izleyeceğiz ama böyle spontane, açık havada, buz gibi biraları yudumlarken izlemek de bir başka keyif. Bir kadın elinde jelatine sarılı bir şeyler satıyor, alıp deniyoruz; üstü şeker kaplı yer fıstığı, bizim leblebi şekeri gibi ama hiç olmamış bana sorarsanız.

Yemek sonrası sıra ünlü La Boca'da. Kuruluşu 16. yüzyıla, Buenos Aires'e ilk ayak basan Avrupalı Pedro de Mendoza'ya kadar uzanan San Telmo'ya kıyasla La Boca daha yeni bir mahalle. 19. yüzyılda buraya gelen Cenevizli yerleşimciler tarafından kurulmuş. Her iki mahalle de bir zamanlar üst orta sınıfın yerleşim yeriyken epeyce bir zamandır bu özelliklerini kaybetmişler; rehberimiz serbest zamanda dolaşırken, güvenlik açısından tren raylarını aşmamamız konusunda bizi uyardı. La Boca'ya rengarenk boyalı binalarıyla ünlü El Caminito'ya açılan meydandan giriş yapıyoruz.

La Boca Güzel Sanatlar Müzesi de bu meydanda. Ünlü Arjantinli ressam Benito Quinquela Martin halen müzenin de içinde olduğu geniş bir araziyi halkına bağışlamış ve üzerine bir galeri, bir ilkokul ve bir atölye yapılmasını öngörmüş. Kendisi de burada yaşamış. Meydanda da kocaman bir heykeli var. Küçük Yol anlamına gelen El Caminito adını 1926'da yazılmış bir tango şarkısından alıyormuş. Rengarenk küçücük binaları, kafeleri, lokantaları, hediyelik eşya dükkanlarıyla cıvıl cıvıl bir sokak. Tabii ki trafiğe kapalı. El Caminito'da epeyce vakit geçirdikten sonra, aşağı çıkışından, kullanılmayan tren rayları boyunca Buenos Aires'in ünlü stadyumu La Bombonera'ya doğru yürüyoruz. Yol boyu duvarlar protest grafitilerle dolu; Mayo Meydanı Annelerinin çizimlerinin yanı sıra, Maradona'ya da önemli bir yer ayrılmış tabii. La Bombonera şekerlik demek, strüktüründen dolayı bu isim verilmiş. Renkler ise malum sarı-lacivert. Bir Fenerbahçeli olarak pek hoşuma gidiyor; aslında futbolla pek ilgisi olmayan ben, son günlerde, Fenerbahçeli taraftarlarla gurur duyuyorum.

Grup grup taksiyle otele dönüyoruz. Bizim şansımıza üflesen yere yapışacak eski mi eski bir taksi ile gerçekten tuhaf görünüşlü şoförü düşüyor. Biraz tedirgin oluyoruz ama sağ salim otele varıyoruz. Biraz dinlenip yemek yedikten sonra tango izlemeye gideceğiz.

Cafe de Angelitos ya da Türkçe adıyla Melekler Kahvesindeki tango gösterisi gerçekten nefes kesici. Vaktimiz olsaydı, sadece profesyonel dansçılardan gösteri izlemekle yetinmeyip bir de bu şehirde yaşayanların dans ettiği hatta seyredenleri de tangoya davet ettikleri bir 'milonga'ya gitmek istiyorduk ama maalesef mümkün olmadı çünkü artık bavulları toplayıp eve dönme zamanı.

Gezmek güzel şey vesselam ama eve dönmek de öyle; hele de tüm yaşanan felaketlere karşın memlekette umut rüzgarları eserken…


1- https://www.theguardian.com/world/2015/jun/19/argentina-books-bookstores-reading

2- http://www.worldcitiescultureforum.com/data/number-of-bookshops-per-100.000-population

3- Tierra del Fuego National Park Broşüründen

Yazarın Diğer Yazıları

Adalar ülkesinde: Baştan başa Endonezya

Botanik bahçesi, Tangkuban Perahu ve Merapi yanardağları, Hindu tapınakları Prambanan ve Borobudur, Kopi Luwak kahvesi ve dahası ile adalar ülkesi Endonezya'ya yolculuk...

Hayalet şehirden Rodin sergisine

Kıbrıs'a daha önce hiç gitmedim; doğrusu merak da etmedim. Esas olarak kumar oynamaya gidilen bir yer olduğunu düşündüğümden hiç ilgimi çekmiyordu. Ne kadar yanılmışım…

"
"