04 Ekim 2020

Anayasa Mahkemesi'nin değişen işlevi

Türkiye'de Anayasa Mahkemesi eleştirilecekse, aldığı bazı kararlarla hak ve özgürlükleri koruduğu için değil, almadığı bazı kararlarla onları yeterince koruyamadığı için eleştirilmelidir

Son birkaç haftadır siyasi iktidarın önemli temsilcileri tarafından Anayasa Mahkemesi'ne yöneltilen eleştiriler gündemin üst sıralarında yer alıyor. Bu eleştirilerde sıklıkla Türkiye'de Anayasa Mahkemesi'nin kuruluş dönemine atıf yapılıyor, Yassıada yargılamalarında imzası olan pek çok ismin daha sonra Anayasa Mahkemesi üyesi olduğu hatırlatılıyor ve buradan hareketle mahkemenin meşruiyeti sorgulanmak isteniyor.

Anayasa Mahkemesi'nin tarihine dair bu eleştirilerin çoğunda aslında haklılık payı bulunmaktadır. Gerçekten de, Türkiye'de anayasa yargısını kuran 1961 Anayasası toplumun her kesmini içeren, katılımcı bir biçimde hazırlanmadı. Anayasa Mahkemesi'nin ilk üyeleri seçilirken, toplumun farklı kesimlerinden destek alabilecek kişiler olmasına dikkat edilmedi. 1960 darbesinin öncesinde ve sonrasında yaşananlar dikkate alındığında, anayasanın neden katılımcı bir biçimde hazırlanmadığını anlamak zor değil.

Darbeyle birlikte siyasi gücü ele geçiren kadroların büyük çoğunluğuna hakim olan görüş, halkın temsilcilerine karşı duyulan güvensizlikti. Bu güvensizlik, ele geçirmiş oldukları iktidarı tümüyle terk etmek istemeyen askeri ve sivil bürokrasi ile seçilmiş politikacılar arasında, Türkiye siyasetini uzun yıllar şekillendirecek bir gerilime neden olmuştur. Bürokrasi, devletin kurucu ideolojisini, gerektiğinde halkın iradesinden ve onun temsilcilerinden koruyabilmek için anayasal önlemler almaya karar vermiştir. 1961 Anayasası, örneğin ulusal güvenlik konusunda Milli Güvenlik Kurulu gibi yeni bir kurumla askerlerin seçilmiş hükümetler karşısındaki otoritesini genişletmeyi amaçlamıştır. Aynı anayasanın kurduğu bir diğer yeni kurum olan Anayasa Mahkemesi de sıklıkla bu çerçevede değerlendirilmiş, temel işlevinin meclis otoritesini sınırlamak olduğu belirtilmiştir. Böylece Anayasa Mahkemesi, azınlık iradesini çoğunluk iradesine karşı koruyan bir vesayet kurumu olarak işlev görmekle eleştirilmiştir.

Anayasa Mahkemesi'nin tarihsel olarak ne ölçüde vesayet işlevini yerine getirdiği tartışmasından ziyade bugün için önemli olan mahkemenin şu anki işlevine odaklanmaktır. Anayasa Mahkemesi'nin içerisinde karar aldığı siyasal iklim son on yılda radikal şekilde değişti. AKP'nin iktidara geldiği ilk yıllarda, ona karşı direnen bürokratik bir vesayet varlığını korumaktaydı ve 367 kararı gibi örnekler bunun bir sonucuydu. Ancak son on yılda yaşananlarla birlikte bugün gelinen noktada seçilmişlerin iktidarına direnen bu yapı neredeyse tümüyle tasfiye edildi. Dolayısıyla bugün Anayasa Mahkemesi'nin herhangi bir vesayet sisteminin parçası ya da koruyucusu olduğunu iddia etmek ikna edicilikten çok uzak.

Siyasi iktidar tarafından eleştirilen kararların içeriğine bakıldığında bu durum açıkça görünüyor. Dikkat edilecek olursa, bu kararların çoğu gösteri yürüyüşü düzenleme hakkı, ifade özgürlüğü ve adil yargılanma gibi doğrudan bireysel hak ve özgürlükleri ilgilendiren konularla ilişkili. Temel hakları korumayı amaçlayan bu kararları, 367 gibi kararlarla karşılaştırmak son derece yanıltıcıdır. Anayasa mahkemelerinin asli ve meşru işlevi, devletin kurucu ideolojisini halka karşı korumak, ya da halkın iradesini sınırlandırmak değil; o iradenin oluşumunu mümkün kılan demokratik mekanizmaları korumaktır ve bu mekanizmaların en kritik unsurları da hiç şüphesiz vatandaşların sahip olduğu haklardır. Bir başka deyişle, Anayasa Mahkemesi'nin demokratik meşruiyeti onun siyasi iktidarın isteğine aykırı kararlar alıp almamasına değil, bu kararların niteliğine bağlıdır. Eğer Anayasa Mahkemesi, 367 kararında olduğu gibi, meclisin otoritesini keyfi bir biçimde sınırlayarak, belirli bir ideolojik pozisyonu korumaya yönelik kaygılarla hareket ediyorsa, mahkemenin demokratik meşruiyeti zayıflayacaktır. Ancak eğer mahkeme bireysel hak ve özgürlükleri korumak için yasamanın bazı kararlarına müdahalede bulunuyorsa, bu müdahalenin demokrasiyi zedeleyici değil onarıcı olduğu söylenebilir.

Elbette Anayasa Mahkemesi ve demokrasi arasındaki bu ilişki, demokrasinin nasıl anlaşıldığına bağlıdır. Demokrasi, dört ya da beş yılda bir yenilenen seçimlere indirgenerek, seçilenlerin toplumun geri kalanını yönetmesi şeklinde anlaşılırsa, seçilmişlerin yetkisini sınırlandıran tüm düzenlemelere ve yargı kararlarına karşı çıkılması muhtemeldir. Ancak demokrasi bundan daha kapsamlı bir biçimde anlaşılırsa, yani vatandaşların yalnızca oy kullandığı değil, siyasal karar alma süreçlerine sürekli katılabildiği bir ortak fikir ve irade oluşturma usulü olarak görülürse, vatandaşların neden bazı temel politik haklara sahip olması gerektiği görülecektir. Örneğin vatandaşlar gösteri ve yürüyüş yapma imkanına sahip olmalıdır ki karşı çıktıkları ya da destekledikleri görüşleri toplumun dikkatine sunabilsin. Bu katılımcı demokrasi anlayışında, hakları korumak adına seçilmişlerin kararlarının anayasa yargısı eliyle sınırlanması demokrasinin bir gereği olarak görülecektir.

Demokrasinin nasıl kavranması gerektiğine dair bir başka önemli tartışma demokrasi ile çoğunluk kararı ilişkisi üzerinedir. Demokrasi çoğunluğun her istediğini yapabilmesi anlamına gelmez çünkü çoğunluk kararı ilkesinin bizatihi kendisi vatandaşlar arasındaki politik eşitlik ilkesine dayanır. Bu nedenle, politik eşitlik ilkesini ihlal eden bir çoğunluk kararı, kendi meşruiyet zeminini zedelemiş olur. Örneğin bir referandumda tüm vatandaşların oy kullanabilmesi politik eşitlik ilkesinin bir gereğidir, ama bu referandumda sözgelimi toplumun belirli bir kesiminin ibadet özgürlüğünü sınırlandıran bir karar alınması aynı eşitlik ilkesinin ihlal edilmesi anlamına gelecektir. Demokrasi, toplumun bir kesiminin diğerini yönetmesi değil, toplumun kendi kendisini ortaklaşa yöntemesi anlamına geldiğine göre, böyle bir ortak yönetimde, toplumun tüm üyeleri eşit vatandaşlar olarak oy hakkı dışında da bazı temel haklara sahiptir.

Demokratik bir rejimde anayasa mahkemelerinin asli görevi, çoğunluk kararının ya da onun temsilcisi olan siyasi iktidarın bu hakları ihlal edip etmediğini saptamaktır. Anayasa mahkemeleri topluma hangi ideolojiyi benimsemesi gerektiğini, ya da toplumun ne yönde politik kararlar alması gerektiğini dayatamaz. Hiç şüphesiz bu yetki yasamaya ve siyasi iktidara, yani toplumun çoğunluğunun iradesine aittir. Anayasa Mahkemesi yalnızca alınan bu kararların toplumun bazı üyelerinin temel hak ve özgürlüklerine müdahale edip etmediğini denetler. Böyle bir denetim sonucunda mahkemenin vereceği bir hak ihlali kararını, çoğunluk iradesiyle ya da siyasi iktidarla ters düştüğü için vesayet olarak nitelendirmek demokrasiyi çoğunluk kararına indirgemek, toplumun ortak bir siyasi irade oluşturabilmesi ve toplumun tüm üyelerinin birbirini eşit vatandaşlar olarak görebilmeleri için gerekli olan temel hak ve özgürlükleri yok saymak anlamına gelir.

Elbette vatandaşların sahip oldukları özgürlükler sınırsız değildir. Ancak unutulmamalıdır ki, yasama organının özgürlükleri sınırlama yetkisi de sınırsız değildir. Tekrar edilecek olursa, anayasa mahkemelerinin asli işlevi işte tam da bu sınırların nereden geçtiğini belirlemektir. Türkiye'de geçmişte Anayasa Mahkemesi'nin yer yer bir vesayet organı olarak işlev görmüş olduğu doğrudur ve bu eleştirilmelidir. Ancak son dönemde mahkeme asli ve meşru işlevini yerine getirmekte, yani vatandaşların hak ve özgürlüklerini koruma yönünde önemli kararlar almaktadır. Siyasi iktidarın, mahkemenin bu kararlarını eleştirirken vesayet argümanını kullanması ve mahkemenin tarihine atıf yapması temelsizdir.

Özetle, anayasa mahkemelerinin demokratik meşruiyeti onların hangi işlevi yerine getirdiğine bağlıdır. Vesayet organı olarak kullanılan bir mahkeme gayri meşru iken; anayasayı, bireysel hak ve özgürlükleri koruyan bir mahkeme ise pekala meşrudur ve hatta Türkiye gibi hak ihlalleri konusunda ciddi sorunlar yaşayan ülkeler için son derece gereklidir. Bugün Türkiye'de Anayasa Mahkemesi eleştirilecekse, aldığı bazı kararlarla hak ve özgürlükleri koruduğu için değil, almadığı bazı kararlarla onları yeterince koruyamadığı için eleştirilmelidir.

Yazarın Diğer Yazıları

Covid-19 ve toplumsal yaşam

Tüm bu insanlar olağan dönemde acaba toplumun ürettiği zenginlikten adil bir pay alıyor muydu ki bu olağanüstü günlerde fedakarlıkta bulunmalarını hakkaniyetli bir biçimde onlardan talep edebilelim?

"
"