Son günlerde sosyal medyada ODTÜ'nün uluslararası bazı metriklere göre sıralamasının yıllar içindeki değişimine dair iki sene öncesine ait bir video tekrar gündem olmuş durumda. Eğer sosyal medyada az çok zaman geçiren biriyseniz videonun tamamını izlemeseniz bile muhtemelen karşınıza çıkmıştır, öyle ki bu yazının kaleme alındığı gün olan 29 Ağustos gününde gitmiş olduğum bankadaki çalışanların bu videonun içeriğinde yer alan argüman hakkındaki muhabbetlerine kulak misafiri oldum ve o muhabbet, benim bu haftaki yazımın da aslında konusunu belirledi.
Latince bağımsız ve ortak çıkarları olan kişilerden oluşan bir topluluğu ifade eden "universitas" kelimesinden türemiş olan "üniversite"nin kavramsal çerçevesi bugün bile tartışma konusu. Dolayısıyla, tarihteki ilk üniversite sorusunun cevabı da bu kavramsal çerçevelerin kapsamlarına göre değişiklik gösteriyor. Ancak en genel kabul, üniversitelerin kurumsal temelinin, M.Ö. 4. yüzyılda Platon'un Atina'daki bir zeytinlik olan Akademia'da kurduğu ve adını da bu zeytinlikten esinlenerek koyduğu Platon Akademisi'ne dayandığı yönünde. Öte yandan, "modern" üniversite kavramının, yani sadece sistematik bir eğitim öğretim kurumu olmanın ötesinde kamuya, insanlığa ve yaşama katkı sunan bir yapının ilk temsilcisinin, 1088 yılında kurulan Bologna Üniversitesi olduğu yaygın bir görüştür. Bologna'yı takiben, 1150'de Fransa'da Paris Üniversitesi ve 1167'de İngiltere'de Oxford Üniversitesi kurulmuştur. Bu üç üniversite, finansman modellerine göre farklı kategorilere ayrılmaktadır. Bologna Üniversitesi, öğrenci loncası tarafından kurulmuş ve öğretmenlerin maaşları öğrenciler tarafından ödenmiştir. Paris Üniversitesi ise öğretmen loncası niteliğinde olup, öğretmen maaşları kilise tarafından karşılanmıştır. Oxford Üniversitesi'nde ise maaşlar devlet tarafından ödenmiştir.
Türkiye'deki ilk üniversite ise Cumhuriyet öncesi Osmanlı döneminde kurulan ve ilk olarak 13 Ocak 1863'te Kimyager Derviş Paşa'nın açılış konuşmasıyla eğitim hayatına başlayan Darülfünun olarak kabul ediliyor. İlk olarak sadece erkeklerin yüksek eğitim alabildiği bu kuruma ek olarak, 1914'te kadınların da yüksek eğitim alabilmeleri için İnas Darülfünunu kurulmuş olsa da bu yapının ne kadar üniversite kavramıyla uyuştuğu şüphesiz soru işareti.
Cumhuriyet sonrası bir süre devam ettirilse de, zaten Darülfünun kurumu modern çağın gereksinimlerinin gerisinde kaldığı ve bunlara ayak uyduramadığı için, 1933'teki üniversite reformu ile yerini Cumhuriyet'in ilk "modern" üniversitesi olan İstanbul Üniversitesi'ne bıraktı. İstanbul Üniversitesi'ni sırasıyla, kökleri Osmanlı dönemine dayanan İstanbul Teknik Üniversitesi (1944) ve Ankara Üniversitesi (1946), ardından Karadeniz Teknik Üniversitesi (1955), Ege Üniversitesi (1955), Atatürk Üniversitesi (1957) ve Orta Doğu Teknik Üniversitesi (1959) takip etti.
1960'ta 7 üniversitesi olan Türkiye, 2024 yılı itibarıyla 208 üniversiteye sahip, devasa bir üniversite mezarlığını andırıyor. Üniversite mezarlığı tabirinin ağır bir tabir olduğunun farkındayım, ancak fikirlerimi en iyi yansıtan tabirin bu olduğunu düşünüyorum. Peki neden?
1933 yılındaki üniversite devrimi sonrasında, 240 Darülfünun üyesinin 157'si görevden alındı ve bu boşluklar, Nazi Almanya'sından kaçan Alman, Macar ve Avusturyalı profesörlerle dolduruldu. Bu profesörlerin katkılarıyla, üniversitelerde öğretim programları yenilendi, ders kitaplarının sayısı ve kalitesi arttı, kütüphaneler önemli ölçüde geliştirildi. Ayrıca, bu bilim insanları modern öğretim yöntemlerinin yerleşmesi ve seminerler gibi pratik çalışmaların etkin bir şekilde uygulanmasında da kritik bir rol oynadılar. Elbette bu seferberlik sonucu iyi anlamda verdi ve nicelik olarak az olsa da nitelik olarak yetkin üniversitelere sahip olmamıza neden oldu. Bu üniversiteler bilgili, sorgulayıcı, analiz yeteneği kazanmış yeni kuşaklar yetiştiriyordu.
Fakat bu devinim ne yazık ki kalıcı bir hale dönüşmedi. Özellikle 1980'de üniversitelerin depolitizasyonu için kurulan ve o döneme kadar kendi içlerinde bağımsız olan üniversiteleri tek bir çatı altında toplayan YÖK'ün kurulmasıyla başka bir eğitim modeline geçiş yapıldı. Bu değişim olumsuz anlamda kimi sonuçlar doğursa da Türkiye yine önde gelen ve parmakla gösterilir üniversitelere sahip olmaya devam etti.
2002 yılında Türkiye, 40 ilde 53 devlet üniversitesine sahipti. 2006-2008 yılları arasında, dönemin iktidarı tarafından yürütülen "her ile bir üniversite" sloganıyla 41 ile 41 üniversite daha kuruldu. 2 yıl içinde 41 üniversite, dile kolay. Ancak bu da yeterli olmadı. 2010-2015 yılları arasında, üniversiteye sahip Balıkesir, Erzurum, Adana gibi bazı illere yeni üniversiteler yapıldı. Aynı dönemde, Ankara'ya iki, İstanbul'a dört yeni üniversite kuruldu. 2018 yılında ise İstanbul Üniversitesi'nin de aralarında olduğu 14 üniversite ikiye bölünerek yeni üniversiteler kuruldu. Devlet tarafından kurulan bu üniversitelere ek olarak, yıllar içinde sayıları giderek artan, hatta neredeyse iki oda bir salona sığdırılan "apartman üniversiteleri" olarak anılacak kadar küçük özel ve vakıf üniversiteleri ile meslek yüksekokulları da eklenince, yukarıda da yazdığım gibi 2024 yılı itibarıyla Türkiye'nin 208 üniversiteye sahip bir ülke haline geldiği ve bu sayıyla dünyada en fazla üniversiteye sahip 25. ülke.
Bu kontrolsüz ve plansız büyüme yanında şüphesiz pek çok sorunu ve olumsuz sonucu da getirdi. Bunların başında bütçe yetersizliği ve kısıtlaması geliyor. Prof. Dr. Ufuk Akçiğit ve Dr. Elif Özcan-Tok'un hazırladığı Kasım 2020 tarihli Türkiye Bilim Raporu'nda yayımlanan grafik bu durumu net bir şekilde gösteriyor.
Grafikte de görüldüğü gibi Türkiye'deki yükseköğretim harcamalarına bakıldığında, Yükseköğretim Kurulu (YÖK) ve üniversite bütçelerinin GSYİH içindeki payı, 2000-2009 yılları arasında yeni kurulan üniversitelerin de etkisiyle artış göstermiş, ancak bu dönemden sonra nispeten sabit bir düzeyde kalmıştır. Bu sabitliği bir önceki grafikle birleştirdiğimizde bütçe konusundaki yetersizlik sonucuna ulaşmak çok zor olmuyor. Bütçe sorunu demek ekipman yetersizliği, akademik konferanslardan mahrumiyet, araştırma ve geliştirme için kaynak bulamama gibi pek çok temel soruna neden oluyor.
Hem sayısal hem de yer yer nitelik olarak yetersiz, bu ifadeyi kullandığım için üzgünüm, akademik kadrolar da üzgünüm nitelik bu plansızlığın başka bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor. Tuğba Tekerek'in 2023 yılında basılan Taşra Üniversiteleri isimli kitabında bahsettiği bir üniversitede kurulan Psikoloji bölümünün bölüm başkanı olarak bir hemşirenin atanması bu durumu özetlemeye yeter belki de. Ancak biraz daha detaylandırmak için bir önceki paragrafta bahsettiğim rapordan başka analiz sonuçları kullanmak istiyorum. 208 tane üniversitemiz olmasına rağmen, yine aynı raporda yer alan Scopus ve Dünya Bankası verilerine göre 1995-2015 döneminde Türkiye'de 1.000.000-kişi başına düşen ortalama bilimsel yayın sayısı yaklaşık 191 civarındaki seviyesi ile Bulgaristan ve Letonya gibi ekonomik açıdan kimi noktalardan bizden daha alt seviyede olan ülkeler dahil birçok ülkenin gerisinde.
Buna ek olarak üretilen bilimsel çıktıların kalitesi de pek iyi sinyaller vermiyor. Yine aynı raporda elde edilen sonuçlara göre 2003 yılından beri akademiye yeni katılan araştırmacıların ürettikleri bilimsel çalışmaların kalitesi her geçen yıl düşüş gösteriyor.
1996-2015 yılları arasındaki Türkiye'deki bilimsel çalışmalar atıf/referans açısından incelendiğinde ise İran, Malezya, Pakistan, Hindistan, Güney Kore ve özellikle Çin gibi ülkelerle olan payın arttığı, buna karşın ABD, Birleşik Krallık, Fransa ve Almanya gibi önde gelen ülkelerle olan payın azaldığı görülüyor. Bu veriler raporun sadece küçük bir kısmı. Tüm raporu incelemek isterseniz bahsettiğim bu bağlantıdan ulaşabilirsiniz.
Sorunlar bu kadar ile sınırlı değil elbette. Bu kontrolsüz büyüme beraberinde bir akademisyenin kaldırabileceğinden fazla öğrenci sayısını da beraber getiriyor. Aşağıdaki grafikte 1984 yılından itibaren lisans ve önlisans öğrenci sayıları ile öğretim elemanı sayılarını gösteriyor. Grafikte görüldüğü gibi öğrenci sayısı sürekli bir artış içinde olmasına rağmen, öğretim elemanı sayısında aynı oranda bir artış yaşanmamış. Aksine özellikle 2008 sonrası kontenjan artışlarının etkisiyle, öğrenci ve öğretim elemanı arasındaki fark hızla büyümüş. (Grafikteki yıllık veriler, 1984 yılı değerlerine bölünerek normalize edilmiş.)
Yönetilebilecek limitlerin üstünde öğrenci sayısı ve bunun doğurduğu ders yükü de yukarıda bahsettiğim akademik verimsizliğin başka bir nedeni aslında. Bununla birlikte öğrenci – hoca arasındaki iletişim kopukluğu, bir süre sonra derslerin sıradan ve kalitesizleşmesi, öğrenci ilgisizliği, akademik mobbingler, bu sorunları kullanarak kendi kişisel reklamları peşinde koşan akademisyenler derken sorunlar kartopu misali büyüyor.
Yukarda bahsi geçen ve onun benzeri çalışmalara ek olarak, üniversitelerin performans değerlendirmeleri için çeşitli kurum ve kuruluşlar birtakım kriterler üzerinden üniversitelerin sıralamalarını yapıyor ve bu metriklerden bazıları da yazının ilk paragrafında bahsi geçen video içeriğindeki gibi argümanlar olarak kullanılıyor. Bu metrik sisteminin etkinliği ve doğruluğu kuşkusuz tartışmalı bir konu. Son zamanlarda Avrupa'dan bazı üniversiteler, örneğin Hollanda'da Utrecht Üniversitesi gibi, artık bu metrikleri dikkate almadığını ve verilerini paylaşmayacağını söylüyor. Ben de kişisel olarak bu sistemi pek destekleyenlerden değilim, ancak Türkiye'nin mevcut akademik karnesini özetlemesi, en azından bir fikir vermesi açısından kullanacağım. Bu konuyu da başka bir yazıda değerlendirmek istiyorum dipnotu ile elbette.
Önceki paragrafta belirttiğim gibi 2024 yılı itibari ile Türkiye'de 208 üniversite yer almakta. Ancak, Ranking Web of Universities (RWU) verilerine göre, Türkiye'den ilk bine giren üniversite sayısı toplam üniversite sayısının sadece yüzde 3,8'ine tekabül ediyor. Bu oran, Türkiye'nin Suudi Arabistan ve Mısır gibi ülkelerin gerisinde kaldığını gösteriyor. Nüfus dikkate alındığında, Türkiye'nin üniversite kalitesi açısından birçok benzer ülkenin gerisinde olduğu görülüyor ve bu durum, farklı sıralama kuruluşlarının verilerinde de fazla değişmiyor. Özellikle, nitelikli devlet üniversiteleri 2015'ten bu yana sıralamalarda belirgin bir düşüş yaşıyor.
Quacquarelli Symonds (QS) World Ranking ve Times Higher Education (THE) gibi prestijli sıralamalara göre, 2015-2024 yılları arasında Türkiye'den ilk 1000'de yer alan üniversite sayısı geçmiş yıllara kıyasla düşüş gösteriyor. Örneğin, 2015 yılında Times Higher Education sıralamasında 85. sırada yer alan Orta Doğu Teknik Üniversitesi, 2024 yılında 351-400 bandına kadar gerilemiş. Benzer şekilde, Boğaziçi Üniversitesi 2015'te 139. sıradayken, 2024'te 601-800 bandına düşmüş durumda.
Ayrıca, 2009 yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi Enformatik Enstitüsü tarafından geliştirilen ve dünya üniversitelerini akademik performanslarına göre sıralayan University Ranking by Academic Performance (URAP) verilerine göre, 2023 yılı itibarıyla ilk 500'de Türkiye'den herhangi bir üniversite bulunmuyor.
Dediğim gibi bu endekslerin hesaplanması ve değerlendirilme biçimi başlı başına bir tartışma konusu, fakat bu tartışmaya duruma rağmen mevcut resmi kaba hatlarıyla dahi olsa gösterebiliyor.
Kısacası, durum pek iyi değil. Her şeye rağmen ODTÜ, Boğaziçi Üniversitesi ve diğer bilindik üniversiteler kaliteyi belirli bir seviyenin üzerinde tutmayı başarıyorlar, ancak geçmiş dönemlerine göre geriledikleri aşikâr. Özellikle 2000'li yıllardan sonra açılan üniversitelerin bir kısmı ise bir üniversite standardına yakın olmaktan bile çok uzak ve yazının başlığı olan "üniversite mezarlığı" kavramını yaratıyor. Tüm bu süreç, ortalamada analiz etmekten, sorgulamaktan uzak, ezbere davranan bir üniversite gençliğinin oluşmasına yol açıyor.
Ancak şunu da eklemek zorundayım: Bu kadar karamsar ve olumsuz tabloya rağmen, yazdıklarımdan belli başlı 3-4 üniversite hariç tüm akademisyenlerin kötü ya da yetersiz olduğu sonucunun çıkmasını istemem. Aksine, Anadolu'da ismini bile hatırlamakta zorlandığımız kimi üniversiteler de dahil olmak üzere, bu işi hakkıyla yerine getirmeye çalışan, elinden geleni yapan ama bir o kadar da yalnız kalan ve belki de sonunda pes etmek zorunda kalan pek çok hoca var. O hocalar için, o hocalarla beraber, bu sorunu çözmemiz gerekli. 1933'tekine benzer, ama bu sefer daha kapsamlı bir üniversite devrimine ihtiyacımız var. Peki, kolay mı? Asla.
Referanslar
Akçiğit, U. & Özcan-Tok, E. (2020) Türkiye Bilim Raporu | Türkiye Bilimler Akademisi. https://tuba.gov.tr/tr/yayinlar/suresiz-yayinlar/raporlar/turkiye-bilim-raporu-1
Kaplıca, K., & Hür, G. (2024, February 1). Türkiye üniversiteleri sıralamalarda geriliyor. Doğruluk Payı. https://www.dogrulukpayi.com/bulten/turkiye-universiteleri-siralamalarda-geriliyor
Kömürlü, E. (2019). 1960'lara kadar Türkiye'de İlk Üniversitelerin Kuruluşları. Üniversite Araştırmaları Dergisi, 2(1), 50-57. https://doi.org/10.32329/uad.473016
Antalyalı, Ö. L. (2007). TARİHSEL SÜREÇ İÇERİSİNDE ÜNİVERSİTE MİSYONLARININ OLUŞUMU. Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi(6), 25-40.
Namal, Y. (2012). Türkiye'de 1933–1950 Yılları Arasında Yükseköğretime Yabancı Bilim Adamlarının Katkıları. Yükseköğretim Ve Bilim Dergisi(1), 14-19.
Ozancan Özdemir kimdir?
Ozancan Özdemir, lisans ve yüksek lisans derecelerini ODTÜ İstatistik Bölümü'nden aldı. Yüksek lisans döneminde aynı zamanda Anadolu Üniversitesi yerel yönetimler bölümünden mezun oldu.
Bir süre ODTÜ İstatistik Bölümü'nde araştırma görevlisi olarak çalışan Özdemir, şu günlerde Groningen Üniversitesi Bernoulli Enstitüsü'nde finans ve yapay zekâ alanındaki doktora çalışmalarını sürdürüyor.
Pandemi döneminde bir grup öğrenciyle birlikte gönüllü bir oluşum olan VeriPie adlı güncel veri gazetesini kurdu.
Araştırma alanları yapay öğrenme ve derin öğrenme uygulamaları, zaman serisi analizi ve veri görselleştirme olan Ozancan Özdemir, ayrıca yerel yönetimler ve veriye dayalı politika geliştirme konularında da çeşitli platformlarda yazılar yazmaktadır.
|