Ren geyikleri herhangi bir tehdit hissettiklerinde bir çember oluşturup içine doluşarak hızla dönmeye başlıyorlar. Böylece avcının hedefi bulması zorlaşıyor. Ren geyiği kasırgası deniliyor buna. Dayanışmanın gücü tüylerimi ürpertince aklıma gelir hep. Bir kişi için kendini siper etmek, kimseyi feda etmemek...
İran'daki eylemlerin geniş çapta destek görmesi sadece oradaki kadınlara değil, dünyanın dört bir yanında varoluş ve görünürlük mücadelesi veren, baskı ve sömürüye maruz kalan, ruhu ve bedeni üzerindeki tahakkümlerden kurtulmaya çalışan tüm kadınlara can suyu oluyor. Hepimizi güçlendiriyor, iyileştiriyor, yakınlaştırıyor. Sese ses vermenin paha biçilmez bir kıymeti var.
Mahsa Amini İran'da yaşayan Kürt bir kadındı. Asıl adı Jina Emînî'ydi. İlk önce adıyla ötekileştirilmişti, Kürtçe Jina yerine Farsça Mahsa ismini kullanıyordu. 16 Eylül'de İran'ın ahlak polisleri olarak da bilinen İrşad devriyeleri tarafından gözaltına alınıp işkenceyle öldürülmesinin üzerinden neredeyse iki hafta geçti. Hep birlikte tutuyoruz yasını. Ölümün değil, isyanın karasına bürünerek... Yazarak, haykırarak, saçımızı keserek, dans ederek... Çünkü artık bir saç telimizi bile feda etmek istemiyoruz.
Her gün İran'ın farklı illerinde halk, özellikle kadınlar sokaklara dökülüp hükümet karşıtı sloganlar atıyor. Hukuksuzluktan da güç alan İran rejim kuvvetleri eyleme katılan kadınların canını almaya devam ediyor. Hadis Necefi yüzünü, göğsünü, boynunu, ellerini hedef alan altı kurşunla, 18 yaşındaki Mahsa Mogoi ise başına atılan iki kurşunla öldürüldü. Protestolarda katledilenlerin sayısı seksene yaklaştı. Sivil itaatsizlik eylemi 12 Temmuz'da, ilk defa bu sene düzenlenen Tesettür ve İffet Günü'nde başlamıştı. Jina Emînî'nin katlinden sonra dünya genelinde duyuldu.
2019 yılının Kanlı Kasım'ındaki benzer eylemlerde en az 400 kadının öldürüldüğü raporlanmıştı. Protestolarda katledilenlerin anneleri "Khavaran anneleri" olarak biliniyor. Her ay birinin evinde toplanarak sosyal medyaya canlı bağlantıyla katılıp hesap soruyorlar. İran'da geçmişten bugüne rejim karşıtı tüm toplumsal hareketler kadınların öncülüğünde gerçekleşiyor. Siyasal İslamın gölgesinde görünmezleştirilen kadınlar isyan ateşini tutuşturup mücadeleyi en ön saflarda kararlılıkla sürdürerek meydan okuyorlar. En çok yok sayılanın en çok görünür olma mücadelesi verdiği tarihi bir süreç bu.
Kadınlar sadece kendi bedenleri üzerinde 'istemedikleri' örtüleri değil; eril tahakküm altındaki zihinlerin üzerindeki örtüleri de kaldırıyor. Cinsiyet eşitliğini baz almayan yasaların sorgulanması hukukun her zaman toplum yararına olmadığına yönelik farkındalığı arttırıyor öncelikle. Doğuştan sahip olunması gereken haklar vurgulanıyor böylelikle. Toplumsal isyan yeni bir bilinç inşa ediyor. Mücadele kararlılıkla sürdürüldüğü takdirde, direniş hattı İran'ın dışına çıkabilir belki. Bu kırılmalar umut aşılamanın yanı sıra müteakip isyanların güçlenmesini de sağlayacak şüphesiz. Hükümetin devrilmesi ise daha güçlü ve sarsıcı koşulların oluşmasına bağlı elbette. Değişim rüzgarlarının daha da kuvvetlenerek esmesi hafife alınmayacak bir kazanım. İrşad devriyesi, Besic milisleri, Devrim Muhafızları gibi baskı aygıtları bölünür ya da saf değiştirirse hükümetin eli hayli zayıflar. BBC'ye konuşan bir İrşad devriyesinin "Eğer sadece insanlara rehberlik etmek gibi bir görevimiz varsa, neden daha fazla insanı gözaltına alabileceğimiz kalabalık yerlerde görevlendiriliyoruz? Sanki rehberlik etmek için değil ava gönderiliyoruz," demesi içerden sorgulamaların başladığının göstergesi, ama biat zincirini topluca kırma cesareti gösterebileceklerinden emin değilim.
Eylemler sürerken İran Devrim Muhafızları Doğu Kürdistan'ı iha ve füzelerle vuruyor, sivilleri öldürüyor. Hamile bir kadın yaralıyken doğum yaptı, önce kendisi sonra yeni doğmuş bebeği can verdi. İran'da hem muhalif hem Kürt olmanın hayati riski daha fazla. Muktedirin sunduğu reçetede ya ötekileştirme ya ölüm yazıyor. Günlük hayatın kılcallarına işlemiş asimilasyon/sömürü kader ve din-devlet-ataerki üçlüsü tarafından belirlenen münasip değerler norm olmaktan çıkmadıkça, kartlar ne kadar dağıtılırsa dağıtılsın, sahih bir özgürlük ve barış iklimi gelmeyecek Orta Doğu'ya.
Siyasal İslamın kendi iktidar alanını kurmaya ve korumaya yönelik bencil hassasiyetleri sadece kadınların değil LGBTİ+'ların da varoluşunu ve özgürlüğünü engelliyor. Geçtiğimiz günlerde iki LGBTİ+ aktivist kadın, 31 yaşındaki Zahra Seddiqi Hamedani ve 24 yaşındaki Elham Choubdar cinsel yönelimleri nedeniyle idam cezasına çarptırıldı. Seddiqi Hamedani İran'dan kaçma girişiminden önce paylaştığı videoda "Biz LGBTİ+'ların ne kadar baskıya maruz kaldığını bilmenizi istiyorum. Duygularımız için hayatımızı riske atıyoruz ama gerçek benliğimizi bulacağız. Umarım ülkemizde özgürce yaşayabileceğimiz gün gelir." demişti.
İran 1979 İslam Devrimi'nden önce özgür müydü, ya da şöyle sormak lazım, yeterince özgür müydü? Yeniden İnşa Edilmiş Hayatlar: Kadınlar ve İran İslam Devrimi adlı eserin yazarı Haleh Esfandiari 1997'deki bir röportajında İran’da kadın hareketinin, kadınların anayasal devrim sırasında sokaklara çıkmasıyla 19. yüzyılın sonlarında başladığını söylüyor. Rıza Şah Pehlevi döneminde kara çarşaf 1936'ya kadar yasaktı. 1941'de Muhammed Rıza iktidara geldi ve İran nispeten modernleşmeye başladı. Beyaz Devrim denilen bu dönemde kadınların kazanımları arttı, anayasal haklar kadınların lehine genişletildi. Ancak demokratik gelişmelere karşın kadınların önemli bir kısmı toplumsal yaşamda aktif bir özne olarak yer alamadı, kazanımlar büyük oranda kağıt üstünde kalmaya başladı zamanla. Modernleşmenin kök salması için görünür temsil ilişkilerinden, kılık kıyafet serbestisinden daha fazlasına ihtiyaç var haliyle. İran Batı'nın modern görünümünü kopyalarak mı modernleşecek, yoksa kendi tabiatına içkin bir modernleşmeyi inşa ederek mi? Esfandiari, 1979'daki İslam devrimine yoğun katılımın sebebini, o dönemde çoğu kadının modernleşme adı altındaki kılık kıyafet değişimlerinden memnun olmamasına bağlıyor. Bazılarının mini etek giymekten duyduğu rahatsızlığı dile getirdiğini söylüyor.
Günlerdir devam eden, öncüleri geçtiğimiz yıllarda gerçekleşen rejim karşıtı gösteriler 1979 öncesinin modern görünümüne dönmek için mi yapılıyor? Nüfusun çoğunluğunun koyu dindar olduğunu düşününce İran'nın tam teşekküllü özgürleşmesi, rejimin yıkılmasının ötesinde geniş çaplı bir bilinçlenmeyle mümkün. Bağımsızlık, ihtiyaç hissedildiği oranda talep edilir. Temel hak ve ihtiyaçlara yönelik farkındalık artmadıkça, mücadele hep aynı kesim tarafından yürütülecek demektir. Ama hak, ihtiyaç ve mantık denilen de yine coğrafi koşullara, ideolojik temellere, dini değerlere göre şekil alıyor ya işte, kavramlar üzerinde fikir birliğine varılamamasının, hakların evrensel demokratik ölçütlere göre standart bir nitelik kazanamamasının sebebi bu aslında.
Türkiye'ye şeriatın geleceğinden endişelenenlerin tekrarladığı bir cümle var: İran gibi olmayalım. Bu korku, başı kapalılara karşı önyargı ve nefret doğurdu hep. Başını açan kadına yönelik iki tür olumlayıcı yaklaşım var. Biri başı örtmenin özgürlüğü hâlihazırda kısıtladığını düşünenlerin saçların görünürlük kazanmasına yönelik alkışı. Öbürü ise bedeni üzerinde sadece kadının kendisinin söz hakkı olması gerektiğini savunanların irade/karar alma özgürlüğünün altını çizmeye yönelik çabası. Hicab Arapça bir sözcük. Engel, sığınak, örtü anlamlarının yanı sıra saklamak, bir yere kapatmak gibi anlamlara da geliyor. Türkiye'de muhafazakarlar başörtüsü, seküler kesim ise türban demeyi tercih ediyor genelde. Yıllar içinde kelimelerin temsil ettikleri de değişti, kullanım alanları da. Her başörtülüyü AKP'li ya da siyasal islamcı görme eğilimi halen devam ediyor gerçi. Kılık kıyafetlere yönelik şablonik algılar tutum ve bakış açısı belirlemede başat rol oynuyor. Arzu nesnesi olarak görülen kadın bedeni bütünüyle edep yeri kabul ediliyor İslamiyet'te. Bu yüzden başörtüsüyle ilgili "saçları tamamen örtmek islamiyette normatif bir zorunluluk mu?", "Dinde zorlama yoksa niçin baskı kuruluyor?" gibisinden sorular haklı olarak sorulur eskiden beri. Aslında Müslüman kadın aktivistlerin değil de, eril zihniyetin temsilcisi ulemaların cevaplarına kulak verilir çoğunlukla. Müslüman kadın aktivistler kendi feminist yorumlarını yaygınlaştırıp kabul ettirecek güç ve imkanlardan hep yoksun bırakılmışlardır. Kadının sadece bedeni değil, sözü de görünmezleştirilmiştir aslında.
Kadının özgürleşmesinin önündeki engel başörtüsü takması mı, yoksa başörtüsü takıp takmamaya hür iradesiyle karar verememesi mi? Bedeni üzerinde tek söz ve hak sahibi kadının kendisi olmalı, bunu sürekli tekrarlamalı. İrademiz hayatımız boyunca öğrendiklerimizden, gördüklerimizden, yapıp ettiklerimizden, kısacası dış etkenlerden bağımsız değil. Düşünce ve davranışlarımızın bağımsızlık oranı göreceli bu yüzden. Makbul yaşam tarzının başkaları tarafından belirlenmesi, üstüne üstlük dayatılması özgürleşme sağlamaz; aksine kadını nesneleştirme döngüsünün devamı niteliğindedir. Kendi idealini norm olarak dayatan herkes, ötekinin ahlak bekçisi olur. Bu yüzden başını açmak isteyen kadınlar açmalı, kapatmak isteyenler kapatmalı.
Masih Alinejad'ın 2014'te öncülük ettiği internet eyleminde başı açık fotoğraf paylaşanlardan biri şöyle diyor: "Annem başını açmak istemiyor, o halde açmamalı. Ben ise açmak istiyorum, o halde açmalıyım." Başörtüsü takılıp takılmamasının bir tercih hatta bir mesele olmaktan çıkarılması lazım. Başı zorla kapatmak ve zorla açtırmak arasında fark yok, ikisinde de ısrar ve yaptırım var. Kadınların bedeni ve hayatı üzerindeki kararları her zaman kendi tasarrufunda olmalı. Kararların doğru ve yanlışlığını bireye yönelik ikna retoriği üzerinden tartışmak yeni bir tahakküm alanı yaratmaktan, başka bir baskı mekanizması kurmaktan ibaret. Patriyarkanın içselleştirilmiş/normalleştirilmiş baskıları üzerine her zaman tartışabilmeliyiz, ancak kendi normalini/idealini/ değerlerini norm olarak dayatmaktan kaçınarak. Özgürlük kendilerini otorite görenlerin belirlediği kalıplara uymaktan değil, kalıbını kendin belirlediğin bir hayata sahip olmaktan geçiyor.
Bu nedenle ikna odaları bir tür baskı mekanizması kurduğu için faşizan bir uygulamaydı. Kemal Kılıçdaroğlu helalleşme dileğinde bulunduğu muhafazakâr kesimden aslında ikna odaları için de özür dileme niyetinde(ydi). Aslında seküler çoğunluk böyle bir özür şöyle dursun, ikna odalarının antidemokratikliğinin bile farkında değil. Kara çarşaflı turist ve göçmenlere yönelik üstenci bakışı son günlerde daha sık düşünür oldum. Mesela Taksim'de, Nişantaşı'nda kara çarşaflı görünce yüzünü buruşturanlar, müstehzi bakışlar fırlatanlar, istemedikleri bir hayata mahkum olmuş kadınları acımasızca yargılayıp ötekileştirdiklerinin farkına varırlar umarım. İran'daki kadınların isyanı, mağrur ve hodgam yaklaşımlarını sorgulamalarını sağlar belki. İster zorla ister kendi isteğiyle kapalı giyinsin, kadınlara yönelik afra tafralarının yersizliğini anlarlar umarım. Saçını açmasının bedelini canıyla ödeyen kadınlar olduğunu unutmasınlar hiç.
Çünkü bizler, tıpkı ren geyiği kasırgasında olduğu gibi, birbirimize daima sahip çıkacağız. Birimizi bile feda etmeyeceğiz. Kadınların ve LGBTİ+ların özgür olmadığı bir dünyada kimse özgür değil. Jina Emini'ler istediği gibi giyinecek, kimliğini saklamayacak, kendi adını kullanacak. Tepeden tırnağa eşitleneceğiz. Özgürlüğün azına kanaat etmeyeceğiz.