Dokuz Oscar adaylığı bulunan The Banshees of Inisherin ödül gecesinden eli boş döndü, iyi ki de öyle oldu. İyi filmlerin ödülle tescillenmeye ihtiyacı yok. Gerçek sanat, kültür endüstrisinin liyakatsiz piyasa kurallarına rağmen varlığını inatla sürdürecek nasılsa. Hiç kimseye değilse de, sinema tutkunlarına güvenim tam. Filmi beğenenler arasında garip bir duygudaşlık, ruh akrabalığı var bana kalırsa. Öyle veya böyle, aynı adada buluşturdu hepimizi.
Martin McDonagh Inishmaan'ın Sakatı, Inishmore'lu Yüzbaşı adlı tiyatro oyunlarını sahneye koyduktan sonra üçlemenin yıllardır beklenen sonuncusu, evvela tiyatro oyunu olarak kaleme aldığı The Banshees of Inisherin'in ise filmini çekti. Aran Adaları olarak bilinen Inishmore, Inishmaan ve Inisheer adalarında geçen üçlemenin ilki Cripple of Inishmaan 1930'da, ikincisi The Lieutenant of Inishmore 1993'te ve son olarak The Banshees of Inisherin ise 1923'te geçiyor. In-yer-face tiyatrosunun çarpıcı örneklerinden sayılan ilk iki oyunda şiddeti, seyirciyi rahatsız etmeyecek düzeye indirgemek yerine normalleştirilmemesi gerektiğini hatırlatan bir dozda anlatır.
The Banshees of Inisherin'de de, önceki oyunlarda olduğu gibi, yine mizah ve dram iç içe. Fakat M. McDonagh bu kez şiirsel bir anlatım tercih etmiş hem lirik izleklere hem de İrlanda ulusal tiyatro geleneğine uygun olarak. Tipik bir taşra sıkıntısı hikâyesi değil bu. Piyes havası başından sonuna hissedilse de, asla rahatsız etmediği gibi, filmin teatral yanı tuhaf bir şekilde hikâyeyi daha gerçekçi kılıyor. Geniş planlar ve dar mekânların zıtlığı, ışık ve gölge kullanımı tadına doyulmaz bir seyir hazzı verirken, mikro ilişkiler üzerinden evrensel bir temsil sunması, çoklu okumaya açık anlatımı, yalın ve çift anlamlı diyaloglarla güçlü bir alt metne sahip olması zamansız bir başyapıta dönüştürüyor. Küçük bir kasabada koca dünyayı, iki arkadaşın ilişkisinde insanlığın evrensel hâlini anlatan, genişlik ve sıkışmışlığı, ferahlık ve huzursuzluğu aynı anda hissettiren, sadeliğinde ihtişam, humour'unda hüzün bulunan çok katmanlı bir yapıt olarak hem görsel hem duygusal hafızada yerini daima koruyacak sanatsal güce sahip.
Arlan Adaları üçlemesinin her birinde İrlanda'nın bağımsızlık savaşı anlatılıyor. Martin McDonagh Kelt kültürünün sözlü geleneği masallar ile Ulusal İrlanda Tiyatrosu'nun gerçekçiliğini harmanlarken milliyetçiliği, muhafazarkârlığı, batıl inançları inceden inceye hicvediyor. Konular İrlanda bayrağının turuncu, yeşil ve beyaz renklerinin anlamlarıyla bütünleşiyor. Renkler farklı geleneklerden gelen insanların birliğini simgeler, üç renk de eşit büyüklüktedir. Yeşil Britanya'dan ayrılmayı isteyen Roman Katolikleri, turuncu ise Britanya'ya katılma taraftarı William of Orange'ı destekleyen Protestan azınlığı temsil eder. Beyaz ise bir arada yaşamı, barışı ifade eder. Ortakyaşarlığı sorguladığı için The Banshees of Inisherin'in rengi beyaz.
Martin McDonagh üçlemesine konu alan Aran Adaları'nı ilk kez tiyatro sahnesine taşıyan John Millinton Synge’in adalıları yücelten milliyetçi tutumunun aksine, insanın çelişkili doğasını anlatır, şiddetin meşruluğunu sorgular, savaşın anlamsızlığının altını çizer. 1871 Dublin doğumlu John Millinton Synge, Trinity College'de eski İrlanda dili ve İbranice okumuş, Sorbonne'de edebiyat derslerine girmiş, 1896'da Paris'te W. B. Yeats ile tanışmış, 1898'de ise İrlanda'nın batısındaki Aran Adalarına giderek İrlanda Tiyatro hareketi için dönüm noktası sayılabilecek bir süreci başlatmıştır. J. M. Synge, Aranlıların dilini, türkülerini, masallarını öğrenerek adadaki serserileri, işsizleri olduğu gibi sahneye aktarır. Böylece İrlandalılar tiyatroda o güne dek bir "tip" iken ilk defa Synge'in oyunlarında "karaktere" bürünür. Aran Adaları adlı yapıtının büyük kısmı, doğa ile içsel bir bağ kuran İnishmaanlılarla ilgilidir. "Bu insanların konuşmaları kadar yalın ve güzel bir şey duymadım," der. Sınıf ayrımının olmadığı, herkesin birbiriyle dostça geçindiği masalsı bir ortak yaşayış vardır adada. Synge bunu, tıpkı İrlanda doğası gibi alabildiğine yalın bir şekilde sahneye aktararak köy gerçekçiliğini başlatır.
Yerkürenin geri kalanından bihaber yaşayan adalılar için yaşlılılık, yalnızlık ve ölüm gibi dünyevi gerçekler uzak değildir elbet. Deniz ticaretiyle birlikte geleneksel hayat da sekteye uğrar zamanla. Toplumun sanayileşmesiyle duygular körelmiş, insanlar hayvanlarla konuşmaktan vazgeçmiş, doğa-kültür karşıtlığı başlamıştır. Synge'in oyunlarında anlattığı saf dünyanın düşsel gerçekliği yerini eski ve yeni arasında sıkışmışlığın katı gerçekçiliğine bırakmıştır. Adaların vahşi görünümüne karşın hayatın yumuşaklığı, kasabanın tenhalığına karşın insan sıcaklığı, halkın yoksulluğuna karşın paylaşımın manevi zenginliği Synge'in oyunlarında kalmıştır artık.
Kırsal İrlandanın nostaljisini ondan yüzyıl sonra doğan Martin McDonagh yapacaktır. Synge'in iyilik timsali karakterlerini romantize etmeden, içsel çelişkilerini nesnel bir mesafeyle portreleyecektir. Savaş ve barış, nezaket ve kabalık gibi tüm ikili karşıtlıklar arasındaki geçirgenliğini gösterecek, tıpkı Aran Adaları gibi ıssız ve yabani olan doğada Aranlılar gibi temiz kalabilmenin mümkünatını sorgulayacak, kendine yabancılaşma sebebini bilmemenin huzursuzluğuyla başa çıkamayan karakterlerin kurtuluş çabasını İrlanda'nın bağımsızlık mücadelesiyle birlikte anlatacak, bireyin özgürlüğünün toplumun özgürlüğünden geçtiği kadar toplumun özgürlüğünün de bireyin özgürlüğünden geçtiğini vurgulayacaktır. Böylece Synge'in İrlanda'nın henüz bağımsızlığını kazanmadığı dönemde bağımsız bir ulusal tiyatro kurma çabasındaki milli kaygıları bertaraf edip gerçeği en gerçek haliyle anlatma iddiasıyla oyunlar yazacaktır.
Martin McDonagh bu kez farklı bir Padraic karakteriyle tanıştırır bizi. Inishmore'lu Yüzbaşı'daki Padraic şiddet yanlısı bir militandır, ali kıran baş kesendir. Arap adlı çok sevdiği kedisi öldürülünce ortalığı birbirine katar. The Banshees of Inisherin'deki Padraic ise karıncayı bile incitmeyecek kadar naif ve naziktir. Jenny adlı minyatür eşeği ölünce intikama başvurur. Çünkü minyatür eşeklerin zamansız ölümü Tanrı'nın umurunda değildir.
Colm, Padraic'le dostluğunu görünüşte hiçbir sebep olmaksızın bitirmiş, nezaketen de olsa tek açıklama yapmamıştır. Padraic, Colm'un kapısından defalarca eli boş döner, beklemediği bu tavır karşısında şaşkın ve merak içindedir. Bir tür ghostingle karşı karşıyadır aslında: Sebepsizlik ve belirsizlik. Bir zamanlar davet gerekmeden çaldığı kapı artık duvar olmuştur, sesini Colm'a duyuramamaktır. Nihayet Colm'dan kesin ve katı bir cevap gelir. Sözsüz mesafeden anlaması gerekeni anlamayan Padraic'e artık onunla konuşmak istemediğini söyleyerek kendince mazeretler sıralar. Sebep Padraic'in muhabbetinin süfli mevzularla sınırlı, dünyasının kasabadan da dar ve yüzüne bakılmayacak kadar sıkıcı olması mıdır gerçekten? Davranışlarını sevdiklerinin beklentilerine göre belirleyen, sürekli hoşa gitme çabasında, ilişkilerini kendinden taviz vererek sürdürmeye alışkın, hatta kasabanın "delisinin" bile akıl vermeye kalktığı edilgen Padraic'in fazla "nazik" olması mıdır sebep? Samimi nezaketle göstermelik nezaket arasındaki farkı da gözeterek soracak olursak nezaket kurallarını belirleyen de güç ilişkileri değil midir?
Aristoteles arkadaşlık için "o philoi, oudeis philos", yani "O my friends, there is no friend", yani "Arkadaşlarım, hiç arkadaş yok" der. Bu ifade, Colm'un Padraic'e rağmen arkadaşsızlığını, onulmaz yalnızlığını, kasabanın sınırlarını aşamayan yeteneğinin kaderinde bir dönüm noktası yaratamamasının o çok derinlerinde bir yerde, kimseye gösteremediği gücenikliğini özetler adeta. Hayatının boşa geçmesinin öfkesini Padraic'e fatura etmiştir aslında. Colm'un seçilmiş yalnızlığı ile Padraic'in itilmiş yalnızlığı birbiriyle çatışır. Colm'un selamı sabahı kesecek kadar konuşmama sınırı koymasına anlam veremeyen Padraic ise sürekli şansını dener. Başlarda bu zamansız terk edilişin sebebini öğrenme amacıyla karşısına çıkıp durduğu Colm'la çeşitli bahanelerle iletişim kurar. Yıllara dayanan sıkı fıkı dostluğun insaniyetten uzak bir tavırla bitmesini hazmedemez, ayrıca ona göre bağı tamamen koparacak kadar büyük bir sebep de yoktur ortada. Sahi en başından beri anlamlı mıdır bu bağ? Hayatı daha derin bir duyuşla kavrayan Colm, Padraic'le kafa dengi olduklarından değil de zoraki koşullar gereği mi sürdürmüştür arkadaşlığını? Bıçak gibi kesmekte beis görmemiştir. Son derece nazik Padraic için bu veda nezaketten çok uzaktır haliyle. Padraic iyi ve nazik kalmayı seçen taraftır. Belki hayatta kendine ait tek seçimi de budur. Kızkardeşi Shobnan'ın dediği gibi Colm da dahil tüm kasaba sıkıcıdır aslında, eşeğinin pisliğini iki saat boyunca konuşmaktan zevk alan Padraic değil sadece.
Colm'un mesafe koyduğu sadece Padraic değildir aslında. Müzik yeteneğinin kasabanın sınırlarını aşacak kadar ahım şahım olmadığını anlamanın küskünlüğüdür biraz da. Padraic'i biraz da bu yüzden tehdit eder. Bir daha karşısına çıkarsa parmaklarını tek tek keseceğini söyler ve dediğini de yapar. Hatta kestiği kanlı parmağı Padraic'in kapısına fırlatır. Sözünde durduğunu gösterir böylece. Zira şakası yoktur. Bir dahaki sefere birden fazla parmağını kesecektir üstelik. Gençlik hayallerinden vazgeçmenin, yeteneğini geliştirme olanağı bulamadığı kasabaya küsmenin, hatta becerisinin sınırlarıyla yüzleşmenin, hiçbir zaman Beethoven olamayacağını anlamnın, tam da bu yüzden keman tellerine basmaktan vazgeçtiğinin de göstergesidir bu. Padraic'in minyatür eşeği Jenny'nin Colm'un parmakları yiyerek ölmesi de çarpıcı bir alegoridir. İnsanoğlunun kendinden başkasını düşünmeden yapıp ettiklerinin başka türlerin yaşamını tehlikeye attığını gösterir.
Colm'un mecburen, Padraic'in ise tercihen adada kalmasına karşın Siobhan'ın gidebilme cesareti göstermesi, ardında bıraktıklarıyla vedalaşabilmesi, korkmadan kendine ait yeni bir yaşam kurabilme iradesi filmin hoşuma giden bir başka yan hikâyesi. Bağımsızlığını kazanmaya çalışan İrlanda gibi, Shibnon da kendi kaderini tayin etmek ister. İş teklifini kabul ederek doğduğu topraklara veda eder. Kendi yoluna gitme kararlılığı gösteren tek karakterdir filmde.
Dominic'in aşk itirafındaki zarafet ve gururda kalpleri yumuşatan bir naiflik, özlemi çekilen bir insanilik, sevgi açlığının çekingenliği vardır. Polis babasının rutin halini alan şiddeti de eklenince dünyada kendine bir yer kalmadığını düşünür. Onunkisi -ne seçilmiş ne itilmiş- doğuştan yalnızlıktır.
Kelt folkloruna dayanan Banshee (Ölüm Perisi) İrlanda mitolojisinde İnleyen Kadın olarak biliniyor. Genellikle beyazlara bürünmüş yaşlı bir kadın görünümünde gözüküyor insanlara. Son olarak 1948'te görüldüğüne inanılıyor. Artık görünmeseler de halen aramızda dolaşıyorlar. Bize sessiz çığlıklarıyla hayatın sonluluğunu duyuruyorlar. Sadece artık işitmek istemiyoruz onları. İnsanlar sonsuz ihtiyaçlar ve arzuların hayal dünyasında hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamanın hırslarıyla gözü dönmüş olarak hayatını sürdürüyor.
Yeşil düzlüğün sarp kayalıklar ve hırçın denizle çevrelendiği kimsesiz topraklarda zamanın sonsuzluğuna karşın ilişkilerin ve hayatın sonluluğu, asıl anlamını daima hissettiren sessizliği alt eden sözcüklerin ikircikliği, hem yakın hem uzak sayılabilecek mesafedeki kıyıda süregiden savaşa rağmen adanın dünyadan kopukluğu... 1923'teki manzarayla 2023'teki farklı değil. İletişim araçlarının çokluğuna rağmen iletişimin azalması gibi, sosyalleşme imkânına rağmen sağlam ve güvenilir bağ kurma ihtimalinin günden güne tükenmesi de sahih diyalog zemininde buluşulmasını engelliyor. İnsanlar ucu kendine dokunana kadar şiddeti hep görmezden geliyor. Konuşul(a)mayanın yükü, hakikatin kendisinden daha ağır. Asıl sebeplerin üstünü örten duman giderek yoğunlaşıyor. Sis sadece çöktüğü yeri değil, uzaktan bakanı da görünmezleştiriyor. Ölüm Perileri hariç.