04 Eylül 2024

Tayfun Kahraman’ın kelepçeleri

Jandarma görevlilerinin Tayfun Kahraman’a yaptıkları muamelelerin bir insan hakkı ihlali ve TCK’de yazılı bir suç olduğu kuşkusuz. Etkili bir soruşturma yürütülürse, görevlilerin yargı önüne çıkarılması ve cezalandırılması gerekir

Tayfun Kahraman

Gezi olayları nedeniyle cezaevinde bulunan Tayfun Kahraman MS hastası. MS (multiple skleroz) hastalığı, kol ve bacakta güçsüzlük, görme sorunları, yürüme güçlüğü ve denge bozukluğuna yol açan bir merkezi sinir sistemi hastalığı.

Tayfun Kahraman, hastalığı nedeniyle nöroloji muayenesi için belirli fasılalarla cezaevinden çıkarılıp hastaneye kontrole götürülüyor. Nakil sırasında kelepçe takılıyor. Daha önce sekiz kere bu muayeneye gidildi. Bir sorun olmadı.

Ancak 28 Ağustos günü Tayfun Kahraman’ın Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Nöroloji Polikliniğine götürülmesi öncekilerden farklı oldu. Bu sefer bileğine takılan kelepçe çok sıkıydı. Altı buçuk saat bu sıkı kelepçeyle kalınca bileklerinde, ellerinde kan dolaşımı yavaşladı, ellerinin hissi kayboldu. Canı yanıyordu. Kendisini getiren jandarma görevlilerinden kelepçeyi biraz gevşetmelerini rica etti. Jandarma görevlileri kelepçeyi gevşetmek yerine daha çok sıktılar. Sıkınca Tayfun’un bileklerine acı büsbütün arttı. Bütün bunlar doktorların gözleri önünde oluyordu. Olayla ilgili zabıt tutuldu.

Eşine karşı yapılan haksızlıklara, hukuksuzluklara karşı durmadan, yılmadan mücadele veren Tayfun’un eşi Meriç Kahraman olayı kamuoyuna duyurunca Silivri Başsavcılığı adli, Bakırköy Başsavcılığı idari soruşturma açtı. Soruşturma konusu görevlilerin bağlı olduğu Jandarma Genel Komutanlığı da bir açıklama yaptı. Açıklamada Jandarma Genel olayı inkâr ediyor, bu “gerçek dışı iddiaların kamuoyunu yanıltmaya ve Jandarma Genel Komutanlığı’nın itibarını olumsuz etkilemeye yönelik” olduğunu ileri sürdü.

Tayfun Kahraman’a yapılan işlemin doğurduğu sorunlar var. Bu olay Türk infaz sisteminde kelepçenin çok yaygın bir biçimde kullanılmasının sorgulanmasına yol açmalı. Kelepçenin sanığın ya da hükümlünün durumuna, koşullarına bakılmaksızın, her hastaneye nakilde hatta hasta yatağında kullanılması ne denli insan haklarıyla bağdaşıyor?

AİHM içtihadına göre, kelepçe ancak koşullar gerektirdiğinde kullanılırsa, kötü muamele ya da insanlık dışı muamele oluşturmaz. Örneğin, Henaf/Fransa davasında (2003) AİHM, bir operasyon için hastaneye götürülen 75 yaşındaki bir hükümlünün yatağa kelepçelenmesini Sözleşme’nin 3. Maddesinin (kötü muamele ve insanlık dışı muamele) ihlali olarak kabul etmişti. AİHM birçok kararında hasta bir insana kelepçe takılmasını orantısız ve haksız bir önlem olarak gördü ve sözleşmenin ihlaline hükmetti. Shlykov ve Diğerleri/ Rusya (2021) kararında AİHM, müebbet hapse mahkûm olan hükümlüye, kaçma riskinin mevcut olup olmadığı ya da bu önlemin orantılı olup olmadığı incelenmeden, rutin bir biçimde kelepçe takılmasının insanlık dışı muamele olduğu sonucuna vardı.

Olayımızda Tayfun Kahraman’ın talebi kelepçenin çıkarılması bile değildi. Hasta olduğunu, kelepçenin çok sıkılması nedeniyle canının yandığını, bu nedenle kelepçenin gevşetilmesini istemişti. Jandarma görevlilerinin bu meşru isteğe karşılığı, daha fazla canı yansın diye kelepçeyi büsbütün sıkmak oldu.

Tayfun Kahraman’ın maruz kaldığı bu muamelenin AİHM standartları açısından “insanlık dışı muamele” oluşturduğuna kuşku yok. Ama Türkiye’deki yasalar bakımından da bu muamele Anayasa’nın 17. maddesindeki “Kimseye işkence ve eziyet yapılamaz; kimse insan haysiyetiyle bağdaşmayan bir ceza veya muameleye tabi tutulamaz” şeklindeki hükmü ihlal eden ağır bir insan hakkı ihlali.

Bunun ötesinde Jandarma’nın kendi kurallarına da aykırı. Jandarma’nın JGY: 27-3(B) Devriye Yönergesi’nin 7. maddesine göre “kelepçe bilekleri aşırı derece sıkacak şekilde takılamaz.”

5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun’un 2/2 maddesine göre ise “Ceza ve güvenlik tedbirlerinin infazında zalimane, insanlık dışı, aşağılayıcı ve onur kırıcı davranışlarda bulunulamaz.”

Tayfun Kahraman’a güvenlik görevlileri tarafından yapılan muamele aynı zamanda TCK 96. maddesindeki eziyet verme suçunu oluşturuyor.

Bu olayda benim merak ettiğim Tayfun Kahraman’a eziyet eden 4 kişilik Jandarma timi. Üç er ve bir komutan. Bu kişiler Tayfun Kahraman’ın bileğindeki kelepçeyi sıkıştırırken onun kaçmasını önlemek için yapmıyorlar. Sadece ve sadece acısını çoğaltmak için, eziyet vermek için yapıyorlar. Bir insan başka bir insana böyle bir kötülüğü neden yapar? Talimat aldığı için mi? Yoksa o insana karşı duyduğu kişisel düşmanlık, nefret duyguları nedeniyle mi? Dört görevli tarafından paylaşılan kişisel nefret duygularıyla hareket ediliyorsa, böylesine bir nefret nereden kaynaklanıyor?

Bu dört jandarma görevlisi kim? Özel yaşamlarında ne yaparlar? Örneğin, evlerine döndüklerinde boyunlarına sarılan çocuklarını sevgiyle kucaklarlar mı? Çocuklarını severken küçük Vera’nın, babası Tayfun Kahraman’ın boynuna sarılamamasının doğurduğu acı akıllarına gelir mi? Bu dört jandarma görevlisi sivil yaşamlarında mutlaka normal insanlar. Çevrelerinde sevilen, çocuklarına, ailelerine düşkün, işlerinde güçlerinde insanlar. Askerlik hizmetlerini yapıyorlar. Bitince evlerine dönecekler. Normal yaşamlarını sürdürecekler.

İster istemez akla Hannah Arendt’in Eichmann’ın yargılanmasına ilişkin 1963’te yazdığı Kötülüğün Sıradanlığı adlı kitap geliyor. Yargı sürecini ABD’deki bir gazete adına izleyen Hannah Arendt’i dehşete düşüren, milyonlarca Yahudi’nin ölümünü örgütleyen Eichmann’ın son derece “normal” bir insan olmasıydı. Arendt’e göre Eichmann “sıradan”, “düşünmeyen” bir bürokrattı. Bulunduğu ortamdaki insanlarla birlikte hareket eden, aynı dünya görüşünü paylaşan, sürüden ayrılmayan, sığ bir kişiydi. Büyük, güçlü, Nazi makinesinin bir parçasıydı. Kendisi kötü olmaktan çok kötülüğün bir aracıydı.

Bu gözlemler, Tayfun Kahraman’a eziyet eden görevliler için de geçerli olabilir mi? Bu görevliler büyük bir otoriter – totaliter iktidar makinesinin bir parçası. Bu makine kendileri gibi düşünmeyen insanların düşman olduğu, vatana ihanet ettikleri, ortadan kaldırılması gerektiği, bu ülkede yaşamaya hakları olmadığı gibi bir dünya görüşünden hareket ediyor. Gezi olayını ise hükümeti devirmeyi amaçlayan bir kalkışma olarak görüyorlar. Jandarma görevlileri böyle bir dünyanın ürünü. Böyle bir makinenin parçası.

Jandarma görevlilerinin Tayfun Kahraman’a yaptıkları muamelelerin bir insan hakkı ihlali ve TCK’de yazılı bir suç olduğu kuşkusuz. Etkili bir soruşturma yürütülürse, görevlilerin yargı önüne çıkarılması ve cezalandırılması gerekir. Bu aynı zamanda bu tür eziyet çektirmeye yönelen muamelelerin önüne geçmek için bir emsal oluşturur.

Asıl sorun bunun ötesinde. Devlet memurlarını, iktidar makinesinin parçaları olmaktan nasıl çıkarabiliriz? Toplumda kendileri gibi düşünmeyenlerin düşman olmadığını, sadece farklı düşünen başka insanlar olduklarını ve farklı düşünmeye hakları olduğu inancını nasıl yerleştirebiliriz? Toplum böyle bir zihinsel dönüşümü gerçekleştirebilir mi? Böyle bir dönüşüm için her şeyden önce insanların kendilerini sürünün bir parçası değil, özgür düşünen bireyler olarak görmeleri gerekir.

Tayfun Kahraman’ın Kelepçeleri’nin toplumda, işkence ve insanlık dışı muamelelerin insan haysiyetiyle bağdaşmadığı inancının yerleşmesine yol açacağını umut etmek istiyorum.

Rıza Türmen kimdir?

Türkiye'nin önde gelen insan hakları hukukçularından ve diplomatlarından olan Rıza Türmen İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi.

Kanada Montreal McGill Üniversitesi'nden hukuk yüksek lisansı, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden Siyasal Bilimler doktorası aldı.

Avukatlık stajını yaptıktan sonra, 1966 yılında Dışişleri Bakanlığı'na girdi. Dışişleri Bakanlığı'nda çeşitli görevlerde bulundu.

1985'de Singapur'a ilk Türk Büyükelçisi olarak atandı.

1993 Birleşmiş Milletler Dünya İnsan Hakları Konferansı'nda ve AGİT, İnsani Boyut Toplantıları'nda Türk Heyeti Başkanlığı'nı yaptı.

1994'te İsviçre'ye Büyükelçi olarak atandı. 1996'da Türkiye'nin Avrupa Konseyi Daimi Temsilcisi oldu.

1998 yılında Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi tarafından Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yargıçlığına seçildi. 2008 yılına kadar bu görevi sürdürdü.

2008'de Türkiye'ye döndükten sonra 10 yıl Milliyet gazetesinde köşe yazıları yazdı.

2011 seçimlerinde CHP İzmir Milletvekili olarak parlamentoya girdi. TBMM Adalet Komisyonu ile Anayasa Uzlaşma Komisyonu'nda görev yaptı.

2009 yılında Türkiye Barolar Birliği Yılın Hukukçusu Ödülü, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Basın Özgürlüğü Ödülü, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Üstün Hizmet Ödülü, 2010 yılında Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'nin Cumhuriyet Ödülü Rıza Türmen'e verildi.

İnsan Hakları ve hukuk konularında yerli ve yabancı dergilerde yayınlanmış çok sayıda makale ile kitap bölümleri kaleme aldı. "Güçsüzlerin Gücü-Türkiye'de İnsan Hakları", "Türkiye'de Demokrasi Arayışı" ve "Bir AİHM Yargıcının Not Defteri" adlı üç kitabı yayımlandı.

Halen demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti alanlarında faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşlarında çalışmalarını sürdüren Rıza Türmen, Türkiye Barolar Birliği İnsan Hakları Merkezi'nin eş sözcülüğünü yapıyor.

Sanata yakın ilgi duyan ve yaklaşık 40 yıldır çello (viyolonsel) çalan Rıza Türmen, T24'te 2013 yılından beri, ağırlıklı olarak temel haklar, insan hakları, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları, genel hukuk ve politika konularında yazılar yazıyor.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Barış çağrısı ve Kürt sorunu

Her şeyin başında, bir güven ortamının yaratılmasına gereksinim var. Karşınızda oturan kişinin düşmanınız değil, farklı görüşlere sahip müzakere ortağınız olduğu anlayışının görüşmelere egemen olması gerekli

İnsan hakları gününüz kutlu olsun

İnsan haklarıyla demokrasi ve hukuk devleti arasında yakın bir bağlantı var. Türkiye, demokrasiden uzaklaştıkça, hukuk devleti rafa kaldırıldıkça, insan hakları ihlalleri de artıyor. Hukuk devleti güvencesinin olmaması insan haklarını da korumasız bırakıyor

Türkiye’nin demokratiksizleştirilmesi

Siyasal iktidarın demokrasiyle bağını kopararak giderek daha fazla otoriterleşme, daha fazla şiddete başvurma yolundaki yürüyüşü bu aşamada etkili bir toplumsal direnişle durdurulamazsa, Türkiye’nin demokratiksizleşmesinin geri dönülmesi olanaksız bir noktaya ulaşması kaçınılmaz olacak

"
"